Yeter! Söz Felsefenin!
İnsan, zihnindeki kavramlara göre
hayatı(nı) biçimlendirir.
Çekiçle feslsefe yapmanın zamanı
gelmiştir; aslında çoktan geçmiştir bile. Tartışmalardan anlaşılan o ki,
kimimiz “kör” kimimiz de “sağır”. Hal böyle olunca da iletişim olanaklılığını
yitirmekte. Felsefeye tam da bu noktada ihtiyaç doğmakta. Felsefe, konuşma,
tartışma, hatta düşünme araçlarımız olan kavramları(mızı) “ete kemiğe
büründürerek” görünür kılar. Tartışma zemininin sağlıklı bir yapıda olup olur
olmaz sarsıntılarla yıkılmasına mani olur; bu anlamıyla bir tür sigortadır. Bugün, artık
ağzı olan konuşmakta; “yeter söz felsefenin!” demenin zamanıdır. Söz sırasını
felsefeye getirmenin sırasıdır!
Adamın biri doktora gider ve der ki:
“Doktor hanım, ben, her çay içtiğimde gözümü çıkarıyorum. Ne yapmam lazım?”
Doktor, gayet serinkanlı bir ifade ile: “Kaşığı çıkar da öyle iç!” diye
yanıtlar. Evet, içtiğimiz, burada konuştuğumuz, tartıştığımız her konuda kör
gözüme parmak hesabı kör sağır diyalogu yaşamamızın ana nedeni kavram kargaşası
olarak da adlandırılan ve bu yazıda “kavram körlüğü” olarak kavramsallaştırılan
ve soyut düşünme yeteneğinden ve tabii ki geleneğinden yeterince
beslen(e)memekten kaynaklanan bu “durum”, görünür kılınmaya çalışılacaktır.
Her insan, kendi algısını
mutlaklaştırırsa bu, bir tür faşizme kaynaklık eder ve faşizm en çok bu
tutumdan beslenir. Oysa gündelik hayattaki faşizmden kurtulmak elimizdedir:
soyut düşünme geleneğinin kurumsallaştırılması. Her geçen gün lumpen din
faşizmine evrilmemizin ve buna, aydınların da liberallerin de teslim olmaları
ülkenin entelektüel auorasını çoraklaştırmakta. Her şey, ne kadar magazinse o
kadar gündemdedir ve olayları magazinleştirmeden ele almak kültürü gün geçtikçe
azalmakta. Bu ortam, yaşanılanların, olayların, sorunların, kısacası her şeyin
"siyah" ve "beyaz" ana kalıplarına sıkıştırılarak
bağlamından soyutlanmasına neden olmakta. Bütün konular “iyi” – “kötü”,
“ben” – “öteki”… karadeliklerine sıkıştırılmakta; bu karadelikler, gri alanda
ne varsa yutmakta. Toplumdaki kutuplaşma derinleşmekte. Toplumsal barış, gri
alanların görünür kılınmasından ve karadelikleri tıkamaktan geçmekte.
Problemlerin çözümünde bir referans
olarak servis edilen genelinde din, özelinde İslam, hayatı kör kategorilere
sıkıştıran, hayatı kavrayacağımız pencereleri daraltıp kavramlarımızı kendi din
- İslam - hayat kavrayışına hapseden bir anlayış, hayatı açmaz; bilakis
daraltır. Oysa demokrasi, “second best” (ikinci en iyi) olarak hayatı açıp
genişletir. O nedenle niyet, bir tasarı olarak işin ufkunun rengini belli eder;
kaldı ki niyetin istikameti bellidir: niyetin varlık kazandığı ilke dindir.
Dini referansla hareket edilerek belli türden sosyolojik-hukuksal bir sorun
olan türbana ya da bir başka olguya bakıp onu kendi kavramsal çerçeveleriyle
çözmeye kalktıklarında işin nereye gittiği tam Abderalık[1] traji-komik bir olay olarak tarihe
geçer. İşte, tam da bu noktada Kant'ı anımsamakta fayda var: Türkçesi,
"O, o olduğu için." türban olduğu için değil. Türbanın özgürlük
için bir araç olmadığı, aksine özgürlüğün türban için bir araç olduğu gün gibi
aşikardır ve bunun sonucunda da: Takke düştü kel göründü. Türban ile başlayan
ve Kürt sorunu ile devam eden süreçte iktidarın
gittikçe şizoidleşen zihniyetinin patalojisi buradan da kaynaklanmakta. İktidar,
iktidarın altında ezilmekte. Sarhoşluk nedeniyle uyuşan beyni, çektiği acıyı
fark etmemekte; ama sarhoşluk baki olamaz, hele ki Ortadoğu ikliminde!
Sokrates, "cehenneme giden yolun
kaldırımlarının iyi niyet taşlarıyla döşeli olduğunu" söyler. Yine
Sokrates, kötü insanın olmadığını bilgisiz ya da yeterince bilgili olmayan
insanın “kötü” denebilecek davranışlarda bulunabileceğini ve hiç kimsenin
bilerek kötülük yapmayacağını söyler. Bir özne, bir kavramı tekil boyutu ile
ele alırsa ve ele aldığı boyutun mutlak olduğunu ve başka bir boyutun(un)
olmadığını, kendi gördüğü boyutu diğerlerine dayatırsa artık burada o insanın /
öznenin demokratlığından ve soyut düşünme yeteneğinden söz edilemez. Her insan,
bir objeye baktığında kendi zihnindeki kavramı görmekte. Aslınsa simgeler
üzerinden konuştuğumuzu sanıyoruz ama biribirimiz için muamma olan kavramlar,
burada idealar üzerinden konuşuyoruz. “Türban” terimi, bir “obje”yi imler, bu
terimin bir anlamı vardır ve öznelerde bu objeyle ilgili tasarımlar / düşünceler
/ imgeler / idealar vardır. Türban ya da bireysel özgürlükler ya da demokrasi
hakkında konuşurken hangi düzlemdeyiz? Neyi kast ediyoruz? Görünen o ki,
anlamlar üzerinden değil zihnimizdeki tasarımlarını, bizdeki çağrışımlarını
kast ediyoruz; her birimizdeki çağrışımı yani ideası farklı olduğundan ötürü de
birbirimizi anlamıyoruz. Felsefe, bize, bir konu hakkında konuşmadan önce o
konuyu ontolojik olarak belirlememiz gerektiğini söyler; bir kavram ontolojik
olarak belirlendikten sonra o kavramın epistemelojisine girişilebilir; bir
kavram hakkındaki bilgimizin niteliğini o kavramın ontolojik yapısı belirler.
Aristoteles, bu işi, “prote philosophia” (ilk felsefe) olarak adlandırır; yani:
felsefe yapmanın, beli türden bir kavramı ele almanın temeli.
Faşizm, yalnızca belli türden “bir”
algının mutlaklaştırılması olarak da tanımlanabilir. Kavram –burada kast edilen
türban- demokrasi, ne kadar farklı açılardan ele alınırsa onu o denli sarih
düşünülebilir. En temel felsefe bilgisi bile bize, kavramların tek bir düşünceye
ya da algıya sığrıdırılamayacağını, onun sonsuz boyutunun olduğunu anlatır.
Ülkedeki yazı-çizi erbabının geniş genelinin bu anlamda kavram körü hem
de -örtük de değil- totaliter bir kavrayışa, düşünüşe ve “de facto” yargılayışa
sahip olduğu görü-l-mektedir. Tabii ki görebilenler için. Felsefeci bir özne
olarak da görüleni görünür kılmak sorumluluğumdur.
V. Metin Bayrak
2008, İstanbul
[1] M.Ö. 654’te kurulan ve
tarihe “eşeğin gölgesi davası” ile geçen Demokritos’un da yaşadığı Trakya
kenti.
Dinin karşısına "demokrasi" bir panzehir olarak konmuş gibi duruyor.. Oysa "Her insan, kendi algısını mutlaklaştırırsa bu, bir tür faşizme kaynaklık eder ve faşizm en çok bu tutumdan beslenir." derken faşizmin bu beslenme araçları arasında en az din kadar demokrasi olarak tanımlanan ya da tanımlanmak istenen de yok mudur?
YanıtlaSilYanlış olanın, insanın insan üzerindeki egemenliğine karşı çıkma iddiasıyla yapılan Ekim Devrimi'de kendinden olmayanları yok etmedi mi?
Faşizm kendi başına bağımsız bir ideoloji değildir kanımca, herhangi bir idolojinin ya da ikili/çoklu ilişkilerdeki bir yaşam biçiminin dayatılması çerçevesinde kendini var etmek için kullandığı bir yöntem olmakla sınırlı.
Basit bir kelime oyunu ya da geyik olmanın ötesinde görünmüyorsa da bir sözcük oyunu yapılabilir.
Demokrasi, Eski yunancadaki, "demos" ve "kratos" sözcüklerinden türetildiği söylenir. Kratos güç demek. Ya "demos".. Kleisthenes ile birlikte bugün tanımladığımız Atina demokrasisi denilen kavram iyiden iyiye var olur. Demos kavramı da bu dönemde anlam kazanır. Soya bağlı bir nüfus sistemi yerine coğrafyaya bağlı bir nüfus sistemi konur. Amaç açıktır elbette. Atina "phlye" adında 3 bölgeye ayrılır, her bir bölge de "demos"lardan oluşur.. Bugünkü nüfus sistemine benzetirsek, nüfusta kayıtlı olduğu ilçe/köy yerine denk düşer..
Bir nevi mahalle gibi durur. Bu noktada, bu sözcük kratos sözcüğü ile birleşerek demokrasiyi oluşturduğunda, bendeki yansıması ise "mahalle baskısı" olmaktan öte geçemiyor.
Dönüp dolaşıp yine yukarıdaki cümleye geliyoruz, "Faşizm kendi başına bağımsız bir ideoloji değildir kanımca, herhangi bir idolojinin ya da ikili/çoklu ilişkilerdeki bir yaşam biçiminin dayatılması çerçevesinde kendini var etmek için kullandığı bir yöntem olmakla sınırlı. "..
Aynı zamanda bir mahalleyi tanımlayan sözcük, tüm halkı nasıl tanımlayabilir, bu bende biraz bulanık!...