16 Nisan 2017 Pazar

Başkan/lık Üzerine, İhvan'dan IŞİD çıkarmak!

Başkan/lık Üzerine
İhvan’dan IŞİD çıkarmak


“Throwing a bomb is bad,
Dropping a bomb is good,
Terror, no need to add,
Depends on who’s wearing the hood.”


“Bomba atmak kötü,
Bombardımansa iyi.
Terör, uzatmaya gerek yok,
Kukuletayı kimin giydiğine bağlı.”


Bu yazılama, herhangi bir biçim, tür vb. iddiası taşımamakta; derdini, konuya dair farklı perspektiflerden bakan özneleri konuşturarak saçıp ardından “ana yemek” özelinde “garnitür”leri görünür kılmak amacındadır. Bununla, gücü yettiği ölçüde dolaşımdaki kavramların “küfe”lerinde taşıdıkları “yük”leri ifşa etmek iddiasındadır.


Matta 6:24’te İsa Peygamber vasıtasıyla şöyle dile gelir ilahi kelam: “Hiç kimse iki efendiye kulluk edemez; çünkü ya birinden nefret edip öbürünü sever, ya da birine bağlanıp öbürünü hor görür. Siz hem Tanrı’ya hem de mamona kulluk edemezsiniz.”


Muhammed Peygamber, “Benim yolumdan gidenlerle bir araya gelin ve konuyu onların istişaresine sunun. Tek bir kişinin fikrine göre karar vermeyin.”


Ebu’l Ala Mavdudi’ye (Ölümü 1973) göre İslam, doğası gereği “siyasi bir din”dir.


Türkiye gündemini esir alan Meclis'teki Anayasa değişikliğine dair bu kısa yazılamanın amacı, tarihsel bilgilerin ve tarihe mal olmuş kişilerin bakış açıları ışığında bugün yaşananları kavramak için bir perspektif oluşturmaktır.


Başkan Muhammed Peygamber
“İslam hukukunda “sadd el-zara”i (vesilenin engellenmesi) ve “el-masalih el-mursalah” (kamu yararı) olarak bilinen iki ilke vardır.” Kamu yararı için şuraya danışarak ortak akıl üretilebilir. Ortak akıl, insan aklının bireysel hatalarını düzeltir; insan doğası, tebaa için de hükümdar için de geçerlidir. Burada Aristoteles’in “ortak akıl”a gönderme olarak da yorumlanabilecek şu sözleri anılmaya değer olsa gerek: “Çok kişi, az kişiden daha az yanılır.”


“Meşrutiyet ve demokratik düşüncenin öncülerine göre “demokratik terbiye” aslında, şura (istişare), içtihat (bağımsız akıl yürütme), “masalih mursalah” (kamu yararı), “sadd el-zara’i” (vesilenin engellenmesi) ve devletin ve vatandaşlarının faaliyetlerini; hem hükümdarın hem de halkın “insan hakları”nı kapsayan geniş bir kavram olan “emr-i bil maruf nühyi anil münkir” (iyiliği emretme, kötülükten menetme) gibi İslami kurumların ve kavramların kopyasından başka bir şey değildir.”


“El-Benna, halifelik yerine “devlet”; devlet başkanının sıfatı olarak da “halife” yerine “başkan” kelimesini kullanmıştır. “Başkan” kelimesi hem sünnet hem gelenek; “halife” kelimesiyse sadece gelenektir. Hz. Peygamber “başkan” kelimesini reddetmemiştir; bu nedenle sünnettir; oysa “halife”/lik, siyasi anlamıyla yalnızca Hz. Peygamber’den sonra gelenlerce kullanılmıştır; Müslümanlar, El-Benna’ya göre sünnete uymak istiyorlarsa “başkan” kelimesini kullanabilirler.”


İhvan ya da Müslüman Kardeşlerin teorisyenleri Muhammed Peygamber'in kendisine "Başkan" dendiğinde itiraz etmediğinden yola çıkarak “halife” ile “başkan”ı ayırır. Muhammed Peygamber, "Halife" değil "Başkan"dır. Halife, “Buhari ve diğer hadis mecmualarında yer alan “İmam, Kureyş’tendir.” yani İslam cemaatinin dini başkanlığı Kureyş kabilesine aittir.” hadisi karşısında Osmanlı hükümdarlarının bütün Müslümanların halifesi olma iddiası, o zaman başka iki temel tarihi olguya dayandırılmak istenmiştir: Osmanlı hükümdarları, Fatih’ten beri, tüm İslamın gaza kılıcını elinde tutma hakkının kendilerine ait olduğunu iddia etmişlerdir. Fatih’e ve II. Bayazid’e Cezayir Müslümanları, İspanyol istilasına karşı heyetler gönderip himaye etmişlerdi. Dünya çapında gaza görevini üstlenen Sultan Süleyman, dünyada Hristiyan devletlerin saldırısına uğrayan bütün Müslüman devletlerine arka çıkmakla, bu iddiayı kanıtlama yolunda idi.”


“....I.Selim’in cihanşümul hilafet yetki ve sembollerini, Mısır’da oturan Abbasi halifesi III. Al-Mutavekkil’den bir merasimle devralındığına dair rivayet, 18. yüzyılda ortaya atılmış ve Osmanlı sultanlarınca benimsenmiş asılsız bir rivayettir. Selim ile çağdaş Osmanlı ve Arap kaynaklarında buna dair bir kayıt yoktur. Mısır’da oturan Abbasi halifesi Al-Mutavekkil Selim tarafından İstanbul’a gönderilmiş, yolsuzlukları yüzünden Yedikule’de hapsolunmuş, Kanuni tahta çıktığında Kahire’ye dönmesine izin verilmiştir. Osmanlı Devleti’nin Mısır valisi Hain Ahmed Paşa, kendisini sultani Al-Mutavekkil’i halife ilan etmişse de paşa yakalanıp idam edilmiştir. Al-Mutavekkil Kahire’de belirsiz biçimde ömrünü tamamlamıştır.”


“Bağdat’ın 1258’de Moğollarca ele geçirilmesiyle Abbasi halifesi ölmüş ve hilafet sona ermiştir. “Halife” ve “hilafet” sıfatları Abbasi ailesinden birinin Kahire’de halifeliğini ilan ettiği Mısır’a kaymıştır. Bu Abbasi kolu, Osmanlılar 1517’de Kahire’yi ele geçirip halife El-Mütevekkil’i İstanbul’a götürünceye dek devam etmiş. Ancak El-Mütevekkil, Kahire’ye geri gönderilmiş ve 1543’te orada ölmüştür. Sonrasında Osmanlılar, El-Mütevekkil’in hilafetini devrettiği iddiasında bulunmuşlardır ki bu, Müslüman hükümdarların miras anlayışını göstermektedir. Osmanlılar, Müslüman halkın, sırf halife El-Mütevekkil’in hilafeti kendilerine devrettiği için Osmanlı idaresini kabul edeceğini sanmışlar. Ne kadar naif bir zihniyettir bu! Bu doğru olsa bile, halife kendisinin olmayan bir şeyi (hilafeti) hak etmeyen birine nasıl verebilir? Birçok tarihçiye göre, Osmanlılar’ın bu devretme kavramını ortaya atma nedeni, kutsal bir yönetim hakkı iddiasında bulunmaktır.”


IŞİD’e giden yol
“...El-Zevahir’e göre İslam, egemenliği Allah’a verirken; demokrasi, egemenliği halka veriyordu. Demokraside kanun koyucu insanken, İslam’da Yüce Allah’tı. Yani demokrasi, kanun koyma hakkını Allah’tan alarak insanlara veren, din düşmanı bir fikirdi.”


3 Mart 1924’te TBMM, hilafeti kaldırır; hilafet makamı, böylece Meclis’in manevi şahsiyetine geçer. Türkçesi hilafet kaldırılmaz, kişiden kuruma aktarılır ve derin dondurucudadır; siyari ‘otorite’, “bu”nun farkındadır; ‘fiili durum’u “de juro” hale getirerek, makamı uhrevi hele getirmek arzusundadır. Kimileri, referandum sürecinde bunu olabildiğince açık dilkendirdi de!


Bir çocuktan katil yaratmak ya da kelimelerle katliamları meşrulaştırmak
“Kur’an, sıklıkla “savaş”a (harb), bazan da “çarğışma”ya (kital ve k-t-l kökünden elde edilen diğer kelimeler) ancak en fazla da “mücadele” ya da “çaba gösterme”ye (cihad ve c-h-d kökünden elde edilen diğer kelimeler) atıfta bulunur.”


Etimolojik olarak “cihat” kelimesi, çaba sarf etmekle ilgilidir. Ortada bir gayret olduğuna göre bunun karşısında güçlü bir direnç olsa gerektir. İslam öncesi dönemde bir şair cihat kelimesini, kendisini terk eden sevgilisine duyduğu tutkuyu kontrol altına almak için gösterdiği çaba anlamında kullanır.


Müslümanlar ya da İslami kültürün kodlarıyla hareket edenlerin “cihat”ı ne olacaktır. Hayat, irade ne denli güçlü olursa olsun, göreli süre onu taşır ama er ya da geç üzerinden atıp çağın rengini giyinir. Çağa rağmen hareket edebilir kişiler ve/veya yönetimler hatta kendi kuramlarını “olgu”ya dayatırlar, bunun için ciddi mücadele de ederler; buna inanırlar ve inancın getirdiği güçle kararlı görünürler ve etkileri geometrik biçimde artar. Göreli sürenin ardından Zeitgeist, takkeyi düşürür ve kel görünür; kel, işte zamandır; zamana da kimse direnemez; zaman, kendi türküsünü, o ezelden gelip ebede taşıyandır; Herakleitos’ta dile geldiği şekliyle: Panta rhei!


V. Metin Bayrak
16 Nisan 2017, Teşvikiye, İstanbul