28 Nisan 2016 Perşembe

'Hırsızlık' Üzerine

"Mülkiyet, hırsızlıktır."

"Çalışmak, budalalıktır."

Yazılama, aşağıda kısaca özetlemeye çalışacağım olayın üretimidir ya da vesilesiyle 'hırsızlık' olgusuna bakışımı sorgulamama ya da irdelememe neden oldu; o nedenle bu yazılamayı aldığım ilk akıllı telefonumu, henüz bir hafta bile kullanmadan 'ç/alan' kişiye ithaf ediyorum.
2012'nin bir yaz gecesi sevgilimle birlikte oldukça geç bir saatte 02:30 ya da 03:00'da Sarıyer 25 T otobüsüne güçlükle binebildik. İtiş-kakış, çoğunluğu sarhoş, sabahın abartılı gerginliğinin yerini abartılı hoşgörünün aldığı "yerçekimsiz ortamda" hiçbir yere tutun(a)madan 15'-20' mesafedeki 4.Levent'e kadar gittik. Sırtımdaki çantanın sağ gözüne -yan cebine tabii ki- su, solunaysa cep telefonumu koyuyorum. Çünkü cebimde herhangi bir şey bulundurmaktan pek hoşlanmam. Durakta indik ve eve gittik. Ertesi sabah su sipariş etmek için telefonumu arıyorum: yok. Arkadaşıma beni aramasını söylüyorum: kapalı. Şarjı doluydu. Bitmesi imkânsız. Benim jeton düştü/düşüyor. Ya otobüs kuyruğunda ya otobüsün içinde ya da İstiklâl'den Meydan'a çıkarken, artık bilemiyorum. Telefona "kalk gidelim!" yapmışlar.

Beyoğlu polis karakoluna gittim ertesi sabah, bana, savcılığa dilekçe vermemim ardından IMEI numarasının tespit edilerek telefonun / cihazın kapatılacağı bilgisini verdiler. "Süreç?" diye sorduğumda "Ne kadar süreceğini tam olarak bilemiyoruz." "Salla gitsin o halde!" deyip ayrıldım karakoldan ve olay / 'hırsızlık' üzerine düşünmeye başladım.
Telefonu 'ç/alan'ın emeğine saygı duydum. Toplumsal adaleti sağlama araçları arasında kategorize ettim. Ayrıca, cihazı kapat(tır)manın, onu olağan geliriyle satın alma gücüne sahip olmayan bir yoksulu cezalandıracağını, cihazı üreten SS'iyse (Küresel Kapitalizm / Sermaye) ödüllendireceğini düşündüm.

Olayın sıcaklığıyla pek çok yerde 'hırsızlık' hikayeleri ve hukuki, ahlaki yargılar dillendirilmesine neden oldu olayı anlatmam. Bense, olayın "mağduru" olmama rağmen ısrarla "emeğe saygı", "SS'leri ödüllendirme", "nihai alıcıyı cezalandırma", "toplumsal adalet" vb. ifadelerle konu eylemi etik / yerinde bulduğumu anlatmaya çalıştım. Bunu yani tezimi temellendirmek için de çeşitli argümanlar ileri sürmem gerekti. İşte bu yazılama, üç yılı aşkın zamandır sözel olarak dillendirilen tez/ler/in klavyeye alınmasından oluşmakta.

Olayı; hukuksal, dinsel, antropolojik, etik perspektiflerinden ele almaya çalışalım.
Yerleşik hayata geçinceye değin insan türü, avcılık ve toplayıcılıkla hayatını sürdürür ve mülkiyet kavramı henüz doğmamıştır. Tarım devrimiyle birlikte "ethos"un bileşenlerinden birine dönüşen mülkiyet, idari yapıdan cinselliğe hayatı radikal biçimde dönüştürür. Mülkiyetin, şüphesiz pek çok boyutu söz konusu, yazılamada, olabildiğince dar, sınırlı bir açıdan konu olgunun tezahürlerinden biri olan 'hırsızlık'la kesiştiği bağlamdan bakılmaya çalışılacak olaya.
Kur'an-ı Kerim, A'raf Suresi 31.Ayette "Ey Ademoğulları! (...) yiyin için fakat israf etmeyin, çünkü Allah müsrifleri sevmez." buyuruyor. 'Hırsız'ın ihbar edilmesi ve cihazın kapatılması / kapattırılması israftır.

Ekolojik açıdan bakıldığında türümüzün ürettiği teknolojik / elektronik çöpü nicel olarak artırır.
Ekonomik açıdan bakıldığındaysa 'çalıntı mal'ın müşterisi olan yoksul kişinin erişimi engellenecek, güçlükle alabildiği ürünü kullanamayacak; SS'se bir telefon yerine iki telefon satmış, ciro ve kârlılığı yükselmiş, borsadaki kağıtlar/ı değer kazanmış, üretilen zenginlikten pay alanlar daha da zenginleşmiş olur.

Pozitif hukuk, insanların/toplumların vicdanını, hak ve adalet duygularını devletin mahkemelerine yükler. Kimi siyaset felsefesi teorisyenleri, bunun, sözleşmeye dayalı olduğunu ve meşruluğunun tartılışamayacağını ileri sürerler. Oysa kamu idaresi, hak-adalet-vicdan kavramlarını gasp etmiştir. Verdikleri karar/lar, hukuki olabilir ama ne meşrudur ne de etik. Kamu vicdanının 'meşru' bulduğu örnekler olacaktır, ki burada zikredilen vak'a özelinde, konuyu istişare ettiğim kimselerden tutumumun adaleti sağlamaya ya da adaletsizliği, eşitsizliği tekil örnek bağlamında ortadan kaldırmaya yönelik olduğuna katılan olmadı. Buradan hareketle Chomsky'nin "rıza imalatı" kavramının (da) yardımıyla aşağıdaki tez ileri sürülebilir:

"Devlet/iktidar, 'pozitif hukuk' yoluyla kitlelerin hak ve adalet duygularını mahkemelere alır; "rıza imalatı"yla sorumluluklarını gönüllü olarak devretmelerine olanak sağlar; bu olanak, onun varlık nedenidir. Verilen kararlar, iktidarların monolitik masif yapısını güçlendirirken, harcını kitlelere kardırır, zamkıysa kitlelerin onayıdır."

Vak'ayı temele alarak düşünmemize devam edelim: Kentleşmeyle birlikte sınıflar, 'primitif' dönemdeki klanlararasılık kavramıyla analojik olarak ilişkilendirilebilir. Kapitalizmle ya da onun yapıtaşlarından mülkiyetle toplumsal sınıflar oluşur, keskinleşir; sistemin oturmasıyla sınıflararası geçirgenlik, bireysel örnekler dışında pek olası değildir. Nasıl bir klan, bir başka klana yabancıysa, klanın üyesi için diğer klanların üyesi "öteki/si"dir. 'Üstsınıf' öznesinin 'altsınıfı'tan birine bakışında yakalanabilir söz konusu edilen ötekilik. Batı Metafiziğiyle harmanlanıp kentlerde sınıflaşmayı keskinleştiren kapitalizm ve içinde büyüyen özneler, yazılamaya vesile olan vak'a özelinde "Çalışsın!" "Hak etsin!" gibi 'argümanlar' ileri sürerler. Oysa 19. y.y. İngiltere'sinde üşüyen bir madenci ailesinin çocuğunun, annesine üşüdüğünü söyleyip sobayı yakmasını istediğinde annesinin verdiği yanıt, hâlâ, ne yazık ki, geçerlidir:

- Üşüyorum anne!
- Kömürümüz yok oğlum!
- Neden?
- Baban işsiz!
- Neden?
- Çünkü çok fazla kömür var!

Her sınıfın tıpkı kabileler gibi, insandan anladığı kendi sınıfıdır. Alt sınıflar, yerleşik iktidarca kıymetli bulunmaz. En dip işlerde onlar çalışırlar; cephelerde onlar savaşırlar; hapishanelerde yatanlar onlardır; miting meydanlarını dolduranların ekseriyesi onlardır; mabedleri dolduranlarsa, yine onlardır. Orta-alt ve altsınıflar, orta ve orta-üst ile üst sınıflar tarafından 'pozitif hukuk' yoluyla -devletin/iktidarın ideolojik aygıtlarından biriyle-kırdırılır.

Bugün, cezaevlerinde yatanların yarısından fazlasını 19-35 yaş aralığı oluşturuyor. İşgücüne aktif katılımın söz konusu olduğu yaş aralığı; bir başka deyişle hayatın aksını bulduğu dönem.Cezaevlerinde her beş kişiden biri 'hırsızlık'tan yatıyor. Panta rhei! Evet, hayat akıyor ve kitleler, kendi sorunlarını kendileri çözmeye devam ediyor; üzerlerine çöreklenmiş asalak devlet ve türevi kurumlarına rağmen.
Zikredilen istatistiklere dayanarak 'hırsızlık' yapanların, günümüzün rahipleri olduklarını iddia edebiliriz. Hangi dinin görevlileri, yoksullukla bu denli -aktif katılımlı- cesur biçimde mücadele edebilmektedir?

Şüphesiz zor ama gafticilere bir önerim var: şahısları iyi tanılayın, şahıslardan ziyade bizlerden rızamız olmadan gasp edilenleri almaları. Nasılsa işin çapı büyüdükçe 'pozitif hukuk' işlemiyor ve cezasızlık da beraberinde geliyor. Yani boğan, suyun sığlığı yanında çalınanın niceliksel anlamda azlığı.
Yazılama, 'suça teşvik' olarak yorumlanamaz. Oldukça ironik biçimde belli türden bir olguyu felsefece ele almaya, çeşitli açılardan değerlendirerek  kriterler üretip tezler ileri sürmeye gayret ediyor.

Hocam I. Kuçuradi, "felsefeninin, imkânın bilgisi" olduğunu savlar sıklıkla. Evet, burada felsefeyle bakarak statükocu bakışların yanına yeni bir perspektif için patika oluşturulmaya gayret edilmiştir. Buradaki "bakış", henüz hamdır; ahlakçı hiç değildir. Tutumlarımızın, eylemlerimizin altında yatanları ifşa edip kararımızın sonuçlarını yansıtmaya çalışmıştır.

Sonuç niyetine
Ortaalt ve altsınıf mensuplarının açlığı, yoksulluğu ve buna bağlı yoksunlukları, çalışmasına bağlı olarak ihmal edilebilir oranda değişiyor. Çalışırken yoksul, çalışmak yoksulluğunu yok etmiyor; ne sınıfı değişiyor ne de yaşama koşulları! O halde çalışmak, bir tür ortasınıf budalalığıdır.

V.Metin Bayrak
25.12.2015, Dalaman, Ege


EKLER
I. Hırsızlık Üzerine'ye Derkenar
"Durmuş saat, günde iki kez doğruyu gösterirmiş." sözü misali pozitif hukukun meşru olan kategorizasyonları var; mesela "hırsızlık" ile "gasp" cezai müeyyide anlamında farklı değerlendirilir; yer yer gasp, hırsızlığın üç ila beş katına varan cezalandırmalarla muhatap olur.

Devletin, SS'in irademiz dışında bizden, bizim haberimiz dahilinde, zorla aldıkları; ya da daha doğru yani olguyla örtüşen ifadesiyle gasp ettikleri, (sizin) pozitif hukukunuzca cezasızdır; çünkü yasaldır; hoş, yasal olması meşru olmasını sağlamıyor.

Devletlerin, kendi ideolojik tasarrufları için kamudan gasp ettikleriyle yürüttükleri savaşlar, politik 'yatırımlar', 'ihaleler' yoluyla servet aktarımlaması, devletin yönetimini üstlenen ve siyasi sorumluluğu olan iktidarlar için Türkçe sözlükteki şu argo deyim kullanılabilir: "El yarağıyla gerdeğe girmek"

SS, 1989'un ardından, diyalektiğini kaybeden ekonomi-politik neticesinde, her alanda ekonomik liberalizasyon ve günümüzdeki türevi neoliberal politikalarla ülkelerin ve/veya dünyanın ürettiği toplam hasıladan her geçen gün daha fazla pay alarak kâr maksimizasyonuyla nominal güçlerini berkitmekteler. Dünya halklarıyla her geçen gün artan mesaisine ve verimine karşın reel anlamda yoksullaşmakta; göreli refahı bir tür illüzyon çünkü gelecek 20-30 yılı ipotek altına alınmıştır; bununla de facto politik iradesi de!

Bütün devletler, yurttaşlar, küçük burjuva olarak nitelendirilebilecek esnaflar ya da işletmeciler hatta kobi'ler bile SS'lerin güdümündedir. Kapitalizmin en sarsılmaz enstrümanı kimliğindeki "borç", Demokles'in Kılıcı misali, borçluların, yavru ceylan tedirginliğinde yaşama(ma)larına neden olmakta!
Antikite'de borçlu olan, özgürlüğünü kaybetmiştir. Günümüzde özgürlük -ya da en azından nominal anlamda özgürlük- refaha ve borçsuzluğa bağlıdır.

'Hırsızlar' ve meslekleri 'hırsızlık', tam da bu ana resimde anlam kazanır. Pozitif hukuk ve 'suç ortağı' genel ahlak ile 'ağababaları' olan din/ler, bir tür troykaya dönüşerek yularını SS'lere vermiş, dizginleri, kâr odaklıklık dışında bir şeye çekmeyen SS, toplumsal ve ekolojik anlamda sürdürülebilirliğin her geçen gün olasılığını, olanağını azaltmakta.
Bu koşullarda yurttaşlar, SS'in maniplasyonunda işleyen 'ulusal' ve 'uluslararası' hukukun işlemesini sağlayan avatarlara dönüştürülmüş ve "rıza imalatı"yla genel ahlakçılık yaparak 'hırsızlar'a saldırıp onları linç ederek içlerindeki vicdanı, (toplumsal) adalet duygusunu öldürmek için / öldüresiye linç etmekle meşguller.

Aşağıdaki üç alıntı, "hırsızlık", "gasp" kavramlarına bir başka açıdan bakmamız, yazılamanın ileri sürdüğü tezlerin ve/veya ana fikrin temellendirilmesi ve şüphesiz "suçlama"nın nesnesini ifşa etmek amacıyla alınmıştır. Kral çıplak!

II. Çalışarak Yoksullaş(tırıl)ma
"Dünya genelindeki mübadelelerin %40'ını ve dünya ölçeğindeki kayıtlı üretimin üçte birini kontrol eden 37 bin firmadan 370'i (yani %1'i) finansal aktiflerin %50'sini kontrol ediyor. Uluslararası Para Fonu'na (IMF) göre, döviz piyasasındaki 1.400.000.000 / 1 milyar 400 milyon dolar tutarındaki günlük işlemleri, sayısı elliden fazla olmayan banka kontrol ediyor. Yan ürünlerle ilgili işlemlerin %90'ını ise sayısı 6'yı geçmeyen banka kontrol ediyor. x

"Almanya'da 1979-1994 yılları arasında paranın sabit değeri açısından kârlar %90, ücretler %6 oranında artmış, ancak vergi girdilerinin toplamı içinde kârlardan alınan vergi payı bu on beş yıllık süre boyunca yarı yarıya azalmış, yani %25'ten %13'e düşmüştür. Söz konusu pay, güçlü ekonomik genişleme dönemi olan 1960'ta %35'ti." xx

"Uluslararası rekabet, aşağıdan yukarıya, en fakirinden en zenginine doğru yeniden dağıtımın, "sosyal devlet"e ve ücretlilerin "ayrıcalıkları"na karşı çıkmanın bir bahanesi değil midir? Uluslararası rekabet, Fransız yayıncıların bir kitabın maliyet fiyatı üzerinden on yirmi kuruş daha fazla kazanmak amacıyla eserlerini Madagaskar'da, Tunus'ta ve Maurice Adası'nda bastırmalarını nasıl açıklar? Lüks gömlek üreticileri rekabeti sürdürebilmek için mi maliyet fiyatından 50 ilâ 100 kat daha pahalıya satılan ürünlerini Çin'de diktiriyor? Yoksa, Nike (Reebok veya Puma) 70 dolara satılan bir çift "Pegasus"u, ücret maliyetlerinin 1 dolar 66 sent olduğu Filipinler'de, Endonezya'da, Çin'de ve Vietnam'da imal ettirsin, firmanın Amerikalı 14 yöneticisi 18 bin Filipinli işçinin ücretiyle eşit oranda bir yıllık gelir elde edebilsin diye mi böyle yapıyorlar? (...) Alain Lipietz'in gayet iyi ifade ettiği gibi, "rekabet gücü" ücretlere ilişkin en düşük maliyetleri zorunlu kılarken niçin patronlara ilişkin en yüksek maliyetlere razı oluyor?" xxx

x. Gorz, A. Yaşadığımız Sefalet, Ayrıntı, 1997, İstanbul, s.31
xx. A.g.e. s.30
xxx. A.g.e. s.30