21 Temmuz 2014 Pazartesi

Haliç Metro Köprüsü Üzerine

Haliç Metro Köprüsü Üzerine

14 Şubat sevgililer günü ertesi 30 Mart 2014'teki yerel seçimler öncesi alelacele açılan, açıldıktan sonra inşaatı devam eden, yapılış süreci, açılışı, Hacıosman yönüne entegrasyonu, sinyalizasyonu, İstanbul'un, Haliç'in iki yakasındaki, silüetini bozan, Süleymaniye'yi boynuzlu ayaklarıyla 6 minareli hale getiren, Unecso'da kültür mirası tartışmaları açan, belediye başkanının yarışmasız kendi projesini onaylattığı, oryantalist soslu 'muhafazakar' iktidarın iş 'götürüş' şeklinin ete kemiğe büründüğü, içinde -maşallah, yok yok olan... Haliç Metro Köprüsü

İstanbul, iz ve imzaya dair
Haliç, İstanbul’u İstanbul yapan, İstanbul’u bir deniz, su ve liman şehri yapan doğanın bir armağanı. Boğaz içinde boğaz. Dışarıdan gelenlerin hemen anlayamadığı, içinde yaşayanlarınsa uzun süre zihinlerinde canlandırmakta güçlük çektikleri; topoğrafyayı gözlerinin önüne kolayca getiremedikleri imza, doğanın kalıcı imzası.


Da Vinci’nin gelip görmeden proje çizdiği, bilenlerin imza atarak tarihe geçmek istediği bir kent ve onun kalbindeki parçası, boynuzu, hançeri.


Ölümsüzleşmek, bir arzunun ötesinde insan için. Yer yer tanrılaşmak, tanrı olmak sanrısı. Oysa “Hayvanlardan öğreneceğimiz çok şey var; önce ölmeyi öğrenmek.” sözünde dile gelen hakikate kulak vermek, insanlığın, yaşama içkin olan dengeyi keşfini sağlayabilir.


Felsefenin kadim üç sorusu, birbirine özden bağlıdır; birinin çözümü ya da çözümsüzlüğü diğerlerine bağlıdır. İnsanın kim olduğu, nerede olduğuna, niçin yaşadığına bağlı olarak şekillenir; bir başka deyişle, nerede yaşadığı kim olduğuna, niçin yaşadığına içkindir. İstanbul’daysanız, tarih tarafından kuşatılmış, deyim yerindeyse esir alınmışsınız demektir. Roma İmparatoru Septimus Severus, 196 yılında kendisine direndiği için İstanbul’u cezalandırmak amacıyla hem surlarını yıkar hem de şimdiki Karadeniz Ereğlisi’ne (Heracleia Pontica) bağlar; bu zoraki bağlama, uzun sürmez, yerine tahta geçen oğlu Caracalla, İstanbul’u cezalandırmanın kendilerini cezalandırmak olduğunu görür ve “gereği”ni yapar: İstanbul’u ihya eder.

İstanbul’un şizoid ruh hali, yalnızca tahtında oturanlara değil gökkubbesi altında nefes alanlara da sirayet eder. Yer yer Batılı yer yer Doğulu, Akdenizli, Küçük Asyalı, Orta Doğlu, Romalı… her durumda başına geçireceği bir şapkası vardır. Roma’nın doğuşu olduğu kadar Hristiyanlığın, tarihin, Europa’nın… Fatih’le birlikte İslamiyet’in… hatta resmi tarihyazıcılığına göre Rönesans’ın...

Her gelen, Septimus Severus’tan Konstantin’e, Justinyen’e, Fatih’e, Abdulhamit’e, Adnan Menderes’e, Dalan’a ve Erdoğan’a… Ortak olan, neşter vurmak, iz bırakmak, maziyi kürtaj etmek, çentik atmak, “Ben de geçtim!” diyebilmek. Herkes iz bırakmak ister ama “Ameller, niyete göredir.” Niyetle iş bitmez. Menderes’in bıraktığı izler, ortada. Dalan’ın da. Konstantin’in de. Fatih’in de. İz, yüksek kültür temeliniz varsa tarihsel değeri oluyor, değilse, safra olarak atılacak günü(nü) bekliyor, kenti zehirleyerek.

Haliç Metro Köprüsü’nü kritik etmeyi amaçlayan bu yazı, söz konusu köprü Haliç’te, İstanbul’da olunca, bir köprüden öte anlamlar yükleniyor.


Metronun yol hikayesi
11 Eylül 1992’de temeli atılan metronun ilk etabı 24 Ekim 2000’de açılır; Haliç Metro Köprüsü ise 15 Şubat 2014’te.(1)


Köprü
Haliç Metro Köprüsü, İstanbul Haliç üzerinde yer alan ve M2 metro hattının geçişini sağlar. Köprü inşaatı 2 Ocak 2009 tarihinde başlamış ve 15 Şubat 2014 tarihinde hizmete açılmıştır. İlk proje etüt çalışmaları 1960'lara kadar dayanan köprü, Şişhane ile Haliç arasında, M2 metro hattının geçişini sağlamaktadır. Köprü gemi geçişleri sırasında açılıp kapanabilme özelliğine sahiptir.(2)


Köprü İhalesinin Künyesi.(3)


Köprüye dair kritiklerden kısa alıntılar
Tam bir engelli düşmanı: yürüyen merdivenler sorunlu, istasyona erişim uzak ve sıkıntılı.


Haliç’in iki kıyısına da uzak denizin üzerindeki Disneyland tadında istasyon, mimarlıktan ziyade fantezi ürünü görünüyor. Manzara mı? Çelik halatlarla perdelenmiş.


Belediye başkanının, başkanlık yaptığı belediyeye proje çizip onaylatması, “kendi çalıyor kendi oynuyor.” deyimiyle açıklanabilir.  


Köprünün zahiri mimarı Hakan Kıran’ın bazı projelerde aynı zamanda gayrimenkul geliştirici rolünün bulunması, nasıl bir ilişkiler ağı içinde iş bitirildiğini gösteriyor.(4)


Peripeti adlı ekşi sözlük kullanıcısı “bu proje fikri ilk olarak ortaya çıktığında leonardo da vinci'nin 1502'de ii. bayezid için çizdiği köprünün yapılacağı beklentisi ile umutlanmıştık.

da vinci olmadı.. daha sonra, özellikle köprü tasarımlarıyla ünlü mimar santiago calatrava'nın adı geçince yine bir heyecanla bekledik. o da olmadı ne oldu, pek sevgili belediye başkanımız calatrava'dan çakma bir köprü projesiyle çıkageldi bu köprüyü ben yapmalıyım, bu imzayı ben atmalıyım dedi ve şu an unesco'nun son yayınladığı rapordaki uyarılarına rağmen de köprü inşaatı başlamış durumda.
istanbul'un dünya mirası listesinden çıkması da çok olası bir durumdur şu aşamada. çünkü 2007'de dresden, elbe nehri üzerinde yapılan çelik waldschloss köprüsü sebebiyle bu listeden çıkarılmıştır.”(5)


Köprü nedeniyle Unesco da politik malzemeye dönüştürülür; İBB ısmarlamasıyla kimi insanlara demeç verdirilir Unesco’yu temsilen ama Unesco’dan resmi açıklama gelir: "mevzuubahis kişilerin kurum adına konuşma yetkileri yoktur." diye.(6)

 Hipogorik(7) Tezler
Ülkenin iş yapış şeklini köprü yapım süreci baştan başa özetleyebilir. Micro gözlükle, köprü örneğinden yola çıkarak pek çok tez ileri sürülebilir:
a. Kervan yolda düzülür: Plan neyimize?
b. Vefa? istanbul’da bir semttir: Tarih, Sumerle değil bizimle başlar.
c. Biz, rakıyı sek içeriz, su karıştırmayız: Birden çok şeyi birlikte düşün(e)meyiz.
d. Kamu kaynağı, talan edilmedikçe hizmet üretilmez: Kasadaki para çalınmaz.
e. Danışma, meşveret... aklı ermeyen aklı kıtlar başvurur: ‘Delikanlı’yı bozar. Zinhar kullanılmaya!
f. Biz, bize benzeriz: Biz, hiç bir şeye.
g. “Sen neymişsin be abi!” dedirtmeyen iş, iş değildir: Ayinesi iştir insanın!


Sonuç: Kayıp aranıyor!
AK Parti’nin imzası, oryantalizm soslu -boynuz formunda köprü ayakları- maneviyatının, vizyonunun, fallosentrik dünya algısının, gelenekçi görünüp kimlik bunalımı yaşamasının, fütürizm ile 400 yıl öncesi arasında salınmaktan herhangi biriyle yeterince kuramadığı kimliksel özdeşlikler, ne burada ne bugünde yaşadığına işarettir. Karar vericiler SUBREEL bir dünya algısına sahiptir. Burada ve bugünde olmayan nerededir ki? Kayıp aranıyor!(8)


Armağan
İş yapan abilere, sürpriz bir şarkı:

V. Metin Bayrak
20 Temmuz 2014, İstanbul, Kağıthane

Dipnotlar:
1 Erişim 18 Temmuz 2014: http://www.arkitera.com/kose-yazisi/3/bu-musibet-bin-nasihattan-iyi-degil
2 Erişim 18 Temmuz 2014: http://tr.wikipedia.org/wiki/Hali%C3%A7_Metro_K%C3%B6pr%C3%BCs%C3%BC
3 Erişim 18 Temmuz 2014: http://www.ibb.gov.tr/tr-TR/SubSites/raylisistemler/Pages/halic_metro_ge%C3%A7i%C5%9F_insaati.aspx
4 Erişim 18 Temmuz 2014: http://www.arkitera.com/gorus/471/bu-musibet-bin-nasihattan-iyi-degil
5 Erişim 18 Temmuz 2014: https://eksisozluk.com/halic-metro-gecis-koprusu--2085937?nr=true&rf=hali%C3%A7%20metro%20k%C3%B6pr%C3%BCs%C3%BC
6 Erişim 18 Temmuz 2014: http://www.arkitera.com/gorus/471/bu-musibet-bin-nasihattan-iyi-degil
7 Hipotetik ve kategorik terimlerinin öpüştürülmesinden elde edilmiş ne hipotetik ne de kategorik anlamına gelen, bu minvalde herhangi bir anlamı da olmayan uyduruk bir kelime… uzaktan bakılınca kelime ve bir anlamı var sanılan, belki sözlüklerde aranacak… tıpkı Haliç Metro Köprüsü gibi...
8 Kimliği kayboldu, hükümsüzdür. Kimin?

18 Temmuz 2014 Cuma

Sınıfta Günceli Konuşmak Üzerine

Sınıfta Günceli Konuşmak Üzerine*

Gazetelere 14 Mayıs 2011’de düşen bir haberi hatırladım nedense “Sınıfta Günceli Konuşmak” konulu yazıya başladığımda. Aşağıda kısaca ayrıntılarını paylaştığım haberin, konumuzu irdelemekte yol gösterici olacağı kanaatindeyim. Haber kısaca şöyle: DENİZLİ - Üçler Motorlu Taşıtlar Kooperatifi üyeleri, yargının lehlerine karar vermesine rağmen valilik ve belediyenin kendilerine güzergah izni vermemesini protesto etmek için bir minibüs daha yaktı. Böylece yakılan araç sayısı 3’e yükseldi. Aynı gerekçeyle, 29 Nisan ve 8 Mayıs’ta minibüsü yakan kooperatif üyelerinden Ali Ünlü de bugün Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Denizli’de halka sesleneceği 29 Ekim Bulvarı’ndaki miting alanına 300 metre uzaktaki boş bir arsada 20 V 9837 plakalı minibüsünü ateşe verdi. İçine benzin dökülüp yakılan minibüs kısa sürede alevler içinde kaldı. Minibüs yanmaya başladıktan 5 dakika sonra olay yerine gelen itfaiye kullanılamaz hale gelen minibüsten yükselen alevleri söndürdü. Yanan minibüsün önünde basın açıklaması yapan Üçler Motorlu Taşıtlar Kooperatifi’nin avukatı Erol Karayazıcı, "Bu bir siyasi eylem değil, hak arama eylemidir (Vurgu, V.M.B). Kooperatif üyelerinin tek amacı, mahkemelerce tespit edilip onanmış, kazanılmış haklarının kendilerine teslim edilmesidir" dedi. Ali Ünlü ile basın açıklamasını okuyan avukat Erol Karayazıcı polis tarafından ifadelerini almak üzere Emniyet Müdürlüğü’ne götürüldü.1

Şimdi, haberde dile gelen kavrayışı, daha sonra anmak koşuluyla bir yana bırakalım ve konu başlığına felsefece yaklaşalım: Konu başlığı, okul, sınıf, öğretmen, öğrenci, müfredat, devlet, ideoloji, hiyerarşi, gün, güncel, gündem, genç(ler), çocuk(lar), öğretmek, konuşmak, konuşmak fiilinin işteşliğinin ürettiği diyalektik vb. pek çok kavram içeriyor.


Kavramlara dair sorularla konuyu sorunlaştırmaya çalışalım: Hangi sınıfta? Kiminle? Neyi? Kim? Nerede? Nasıl? Hangi bağlamda? Nerede durarak? Kimin gündemini? Ülkenin hangi coğrafyasında? Hangi okulda? İlk bakışta pek çok soru dökülüverdi bilincimden. Sınırlarımız 1980 ile öyle bir çizildi ki bütün enerji, neredeyse futbola akıtılmaya başlandı. Futbol, izin verilen bir konu(ydu); bunun dışında hele politik herhangi bir konu ya da sorunsa hemen marjinalize edilird/siniz. Salazar’ın 3F formulü (Fado, Fiesta, Futbol), Türkiye’de arabesk-fantezi-pop müzik, futbol ve din şeklinde tezahür eder. Devlet, topluma bizzat kimlik biçer; bu kimlik: Türk - Sünni İslam sentezidir. Siyasetin alanı iktidarca tanımlanıp sınırlandırılır. Gündem, iktidarca çizilen sınırların içindeki konulardır. Siyaset, hayatın dışına itilir. Devlet, "Ulan öküz Anadolulu! Sizin milliyetçilikle, komünizm ile ne işiniz var? Milliyetçilik lâzımsa bunu biz yaparız. Komünizm gerekirse onu da biz getiririz. Sizin iki vazifeniz var: Birincisi, çiftçilik yapıp mahsul yetiştirmek. İkincisi, askere çağırdığımızda askere gelmek." dediği iddia edilen2 tek parti döneminin Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’da dile gelen ‘hakikat’ ile hareket eder. Siyasi partiler, sendikalar, dernekler, kulüpler ya da kısa bir anlatımla toplumsal, siyasal alan oluşturabilecek her türlü “alan” kapatılır. Toplumsal - siyasal alanın “gaz sıkışması” üretilen müzik, futbol ve cemaatleşme, klikleşme ile alınmaya çalışılır. Kamplaşma alanları bellidir. Kamp(ınız), duruşunuzu, terminolojinizi, bilincinizi, davranışlarınızı köklü biçimde belirler. Fakat bunun geriden gelen ama mutlaka gelen kaçınılamaz bir maliyeti vardır: özgürlük. Özgür olunmayan bir alanda kendini ifade edemez özne. Özgür olunmayan bir yerde sorumluluk da yoktur, yapılanlarda vicdan da gözetilmez. Hayatın tanımlılıklar içine sıkıştırıldığı, politikadan yalıtlandığı, kişilerin kendini ifade araçlarından yoksunlaştırıldığı bir ‘habitat’ içinde nefes alan öznelerin yaşadığı durum engellenmedir. İnsan, kişilik kazanıp bireyleşemez tanımlanan alanlarda. Bunun kaçınılmaz sonucu, saldırganlıktır. Toplumun patlamaya hazır bir bomba olduğunun farklı kesimlerce senelerdir dillendirilmesinin bir nedeni de bu olsa gerek.

Ana caddeye dönerek konuyu somutlaştıralım: Sınıfta günceli konuşacaksınız ama hangi bağlamda ve kim, nereden bakarak? İnsan, hiç şüphe yok ki dillendirmese de bir dünya görüşüne sahiptir; bir anlamda ideolojik öznedir de. O nedenle “Benim politik görüşüm yok.” diyen birinin sözüne itibar edilmez. Toplum içinde yaşayan her öznenin hayata belli noktalardan baktığı, bakmakla kalmayıp yaşadığı vakıadır.

Girişte anılan haberde eylem yapan minübüsçü esnafta dile gelen “bakış”, meselenin nasıl kavrandığını gösteren bir veri. Siyasetin pür halini icra eden politik özne, iki şeyin ayırdında değil; birincisi, kendisinin politik bir özne olduğunun; ikincisiyse yaptığının. Bu farkındalıksızlığın egemen olduğu bir habitatta politik alana dair nasıl bir tutum geliştirilebilir? Politik saha, daraltılıp futbola ve cemaat - tarikat eksenine sıkıştırılmış durumdadır. Politika, hayattır aynı zamanda. Toplum, toplumsal özneler arasındaki diyalektik ile nefes alır. Diyalektiği besleyen toplumlar, haklar ve özgürlükler alanını genişletebilirler.

Sınıfta güncel meseleleri her zaman kendi disipliniyle ilişkilendirerek dillendirmeye gayret eden bir öğretmen olarak bir gözlemimi, ardından da yaşadığım bir olayı paylaşmak istiyorum. 2013 yılının 30 Mayıs’ı yani Gezi kalkışmasının başladığı tarih, öğrenci kitlesini politik alana dahil etti. Gezi, pek çok anlamda kırılmadır. Konumuz bağlamında bakılırsa sınıfın politik alana evrilmesinde, öğrencilerin de politik özneliklerinin farkına varmalarında kilometre taşıdır. “Gezi” ile başlayıp “dershaneler”le devam eden ama artık gündelik dile espri olarak yerleşen meşhur “ayakkabı kutu”suyal tavana vuran güncel, eni konu konuşulur oldu sınıflarda da. Daha önceleri hemen sıkılan öğrenciler, konuyu anlamak istercesine merakla dinliyorlar, sorular soruyorlar.

Ders verdiğim alanın ‘marjinal’ görülmesi nedeniyle genellikle sabıkalı bulunuruz daha tanınmadan. Güncele dair bir şey söylemeden önce anekdot tadında bir fıkra: Papa New York’a gider, JFK Havalimanı’nda gazeteciler karşılar, içlerinden biri papaya “New York’taki genelevler hakkında ne düşünüyorsunuz?” diye sorar; ömür boyu cinsel perhiz yemini etmiş olan Katolik Hristiyanların ruhani lideri, “Bu sonu bana sorulur mu, benimle ne ilgisi var?” anlamında “New York’ta genelev mi var?” diye sorar; ertesi gün gazetede, sürmanşetten şu ‘haber’ verilir: “Papa, New York’a iner inmez New York’ta genelev olup olmadığını sordu!” Bu anekdotu, öğrencilere, söylenenleri bağlamı içinde anlamaları için anlatırım. Çünkü hem alanıyla hem de güncel meselelerle ilgili çok sıkıntı yaşamış ama bir türlü ıslah olmamış biri olarak yaşayacağım olası sorunları daha baştan olabildiğince öngörerek mani olmaya gayret ederim.

İletişimin ya da belli türden bir konuyu konuşmanın temel koşulu dilsel becerilerdir. PISA sonuçları ele alındığında temel eğitimi bitiren öğrencilerin Türkçe okuryazarlığı konusunda “sınıfta kaldıkları” hepimizce malum. Dilsel becerilerinin yeterince gelişmemiş olması, söylenenleri ilişkilendirme becerilerinden yoksun olduğunu gösterir. Bu koşulda bırakın günceli gündelik konuların istişaresi dahi neredeyse olanaksız hale gelir. Hızlı okuma kursuna gittikten sonra Savaş ve Barış’ı okuyan birine “Kitap ne anlatıyor?” diye sorduklarında verdiği cevap gibi: “Olay Rusya’da geçiyor.” Karamsar değilim ama söylenenler ya da konuşulanların nereye gideceğinin önceden kestirilemediği bir iletişim ortamında konuşmak fiili gerçekleşemez. Yapılan, neredeyse yirmi yılını dolduran tartışma programlarında olduğu gibi çömkürerek böğürmekten öte değil. Hoş, olamaz da! Bu durumda ne yapacağız, ya da ne yapıyoruz?

Güncel meselelerden sınıfın gündemine düşen bir konu olması lazım. Öğretmen, öğrenci, sınıfın dengesi, farklı dünya görüşüne sahip öğrencilerin çatışması vb. pek çok sorun yaşanmasına neden olabilir; neticede kolay bir şey değil. İşin bir de idare boyutu var. Öğretmen örgütlenmesi üçü tanımlı ve biri değil dört kategoriye ayrılmış durumda. Eğitim-Sen, Türk Eğitim-Sen ve Eğitim Bir-Sen, üç ayrı dünya görüşünü temsil ederken bir de örgütsüz öğretmenler var. Sınıfta herhangi bir konunun konuşulması, diğer öğretmenlerce konuşanın sendikasına göre onaylanır ya da onaylanmaz. Yani söylenene değil söyleyene bakılır. Türkiye habitatındaki bu durum, Eski Yunanların “Mahkemeler karanlıkta yapılırdı ki söyleyene değil söylenene bakılsın diye!” sözünü hatırlattı. Bu kültür, konuşana güven verir. Kamplaşmanın derinleştirildiği siyasal-toplumsal habitatta konuşmak, öyle kolay bir mesele değil. O halde konuşmayacak mıyız? Tabii ki konuşacağız, konuşmanın sorumluluğumuz olduğunun bilinciyle üstelik.

Bu sıkıntılı ve de sorunlu konuyu, sınıfta konuştuğumuz bir konuyla somutlaştırıp konuya dair raslamsal düşüncelerle yazıyı bitirelim. Yakın zamanda 30 Kasım 2013’te gazetelere yansıyan bir haberde “AKP Merkez Karar Yönetim Kurulu (MKYK) üyesi Prof.Dr. Yasin Aktay’ın Bayburt’ta katıldığı panelde, “Türk dediğin bir sentezdir zaten. Türk diye bir ırk yok." sözleri tepkilere neden oldu, bazı öğrenciler salonu terk etti.”3 ifadeleri, belli ki televizyonlara ve sosyal medyaya da konu olmuş ve bazı öğrencilerim felsefe dersinde bana sordular. Ben de “Türk, Arap, Yunan, Ermeni, Kürt vb. sosyo-kültürel, hukuksal, siyasal kategorilerdir, olgusal kategoriler değildir. Çünkü antropolojik anlamda yapılan araştırmalar, Akdeniz coğrafyasında belli bir ırktan değil Akdeniz ırkından söz edilebileceğini söyler; kaldı ki daha düne kadar İzlandalıların saf ırk olduğu iddia edilirdi ama İzlandalıların DNA’ları üzerinde yapılan araştırmalar, onların da en az Akdenizliler kadar karmaşık olduklarını gösteriyor. Yani Türk, olgusal bir kategori olarak yoktur ama hukuksal, siyasal, kültürel anlamda vardır.” mealinde bir açıklama yaptım. Neredeyse infial yaratmış sözlerim. Kurumun müdürü, öğrencilerin ve bazı velilerin “Çocuklarımızı Türklüğe hakaret için mi kursa gönderiyoruz?” dediklerini benimle paylaştı ve konuyu sordu.

Şimdi buradaki sorun, konuşulan kitlenin kavrayışıyla, üslupla çok yakından ilgili. Kitle, akademik anlamda yapılan sınıflandırmayı kavramaktan uzaksa, lince varan bir tepkiyle de karşılaşabilir insan. İkinci kez yeniden soralım sorumuzu: O halde konuşmayacak mıyız? El cevap: Tabii ki konuşacağız, konuşmanın etik sorumluluğumuz olduğunun bilinciyle. Etik sorumluluğun “parrhesia”4 temelli konuşmak olduğunun bilinciyle ama.

Sınıfta günceli konuşmaya dair raslamsal düşünce kırıntıları
  • Gençlerin sert bakışları, güncele dair konuların konuşulmasında mevcut kamplaşmayı derinleştirir.
  • Modernizmle birlikte sosyal hayattan uzaklaştırılan okul ve sınıf, güncelin çırılçıplak konuşulması ve steril halin kırılmasıyla hayata yakınlaşabilir.
  • Parrhesia5, etik bir sorumluluktur. O nedenle öğretmen gibi öğrenciler de güncele dair düşüncelerini belli bir disiplinle ifade etmeye cesaretlendirilmelidir.
  • Günceli konuşmak, bireyi, içinde yaşadığı toplumun içinde kişileştirir. Öğrenci, konuşarak kişileşir.
  • Sınıfın çok farklı bir gündemi olabilir oysa bu durum, öğretmence küçümsenme konusu değil zenginlik olarak görülebilir.
  • Gündemdeki konuların kuramsal bir çerçeveye oturtulması, öğrencilerin parça parça bilgi yığınları arasında çeşitli bağlantılar kurmalarını sağlar.
  • Konuşmak, öğrenci grubunun birbirlerini tanıma ve anlamalarına olanak sağlar.
  • Konuşmak, konuşanlara, belli bir dünya görüşü kazandırır ya da dünya görüşlerinin farkına varmalarını.
  • Konuya dair konuşan özne, kullandığı terminolojiyle kendine dünyada bir “habitat “edinir.
  • Konuşmak, insanı özneleştirip “yurt” sahibi kılar.
  • Özne, konuşarak iletişim habitatıyla yüzleşir. Yüzleşmek, insanda, kendini ve çevresini tanımlamak ihtiyacı yaratır.
  • İletişim habitatı, ancak, öznelerin konuşmasıyla olanaklı zemin kazanabilir.
  • Yüksek kültür ve hoşgörüye olanaklı birlikte yaşamın koşulu konuşmaktır.

V. Metin Bayrak
31 Ocak 2014, Budapeşte

* Öncü Eğitimciler Derneği tarafından çıkarılan Öğretmenler Odası Dergisi'nin "Sınıfta Günceli Konuşmak" dosya konusunu ele alan 10. sayısında "Sınıfta Günceli Konuşmanın Dayanılmaz Ağırlığı" başlığıyla yayımlanmıştır. Derginin, ilgili sayısına http://ogretmenlerodasi.org.tr/ogretmenlerodasi10/ adresinden ulaşılabilir. 

1 Erişim: 24 Ocak 2014: http://www.radikal.com.tr/turkiye/erdoganin_mitingi_oncesi_alev_alev_protesto-1049256
2 Erişim 25 Ocak 2014: http://tr.wikipedia.org/wiki/Nevzat_Tando%C4%9Fan
3 Erişim 24 Ocak 2014: http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/14539/AKP_li_Aktay__Turk_diye_bir_irk_yok.html
4 Parrhesia, Eski Yunanca “hakiakti söylemek” anlamında kullanılır. Burada da o bağlamda zikredilmiş, konuşmak, ama doğruyu konuşmak ya da hakikati dillendirmek anlamında.
5 Yunanca hakikati söylemek