7 Aralık 2015 Pazartesi

Proton Pseudos Soslu ‘Düşünme’ Üzerine

Proton Pseudos Soslu  ‘Düşünme’ Üzerine

‘Yanlış hayat, doğru yaşanmaz.’ Minima Maralia, Adorno

 Bu yazılama, “Ardından gelen her türlü akıl yürütmeyi yanlış kılacak birincil yanlış” anlamındaki “proton pseudos” kavramı açısından bilginin ideolojik bir araç olarak kullanıldığı örnekleri ve arka planındaki inanç, bilgi, politik angajmanları, amaçları, kaygıları vb. ifşa etmek amacıyla klavyeye alınmıştır.

Yazılamaya konu olan kavramın tespit edildiği örnek, Şükrü Bilgin’in “Hapsedilme, iyileştirme ve yeniden suç işleme” adıyla Vadi Yayınlarınca 2012’de Ankara’da basımı yapılan Türkiye’deki cezaevlerini  evren olarak  alıp oldukça geniş bir örnekler üzerinden ulusal çapta bir tür suç ve/veya suçlu profili tespiti yaparak nedenleri ve çözüm önerileriyle konu alana dair çeşitli açılardan bilgi, veri, yorum üretip geniş bir perspektif sunan , çok emek verildiği anlaşılan kıymetli çalışmasıdır.

Yazarın, Adalet Bakanlığı’na bağlı Ceza Tevkif Evleri’nde (CTE)eğitimci olarak çalışan bir sosyolog olması nedeniyle konuya akademik ve metodolojik  perspektifler yanında olgusal açıdan da yaklaşabilme donanımına ve salahiyetine haiz olduğu söylenebilir, kaldı ki, bunu çalışmasıyla da büyük ölçüde gösteriyor.

Bağnazlığa (mutaassıplık) varan tutuculuk(muhafazakârlık) içindeki devlet kurumları ve içlerinde ’ayrı’ bir statüsü - bağnazlığı aşan- ölçüde aşıldığı anlaşılıyor. Bunun en büyük sebebi, hiç kuşku yok ki, yazarın, bakanlık çalışanı olması, yani ailedenliği.

Mahkûmların cezalandırılma pratiklerini ifade eden  *infaz*  sürecinde yaşadıkları sorunlar, yoksunluk bağlamında da tartışma konusu yapılır;  Cinsellik cinsel ihtiyaçlar da bunlardan biri olarak ele alınır.  Yazar konuyu işlediği başlığın altında Maslow (ihtiyaçlar piramidi) ve Freud’un (Cinsellik, libido,  yaşam enerjisi) kuramların cinsellik üzerinde kısaca andıktan sonra retoriğini şöyle kurmaktadır.  Her iki Psikoloğun belirttikleri durumlar kültür hayatımızla pek uyuşmamasına rağmen gerçekçi yönleri bulunmaktadır. Zira ülkemizde en çok işlenen suç türü sıralamasında cinsel suçlar ilk sıralarda yer almıştır.  Var olan bu temel ihtiyacın yasaklanması ile değil, ancak doğru tarafa yönlendirilmesi ile çözümlenebilir. (s. 174)

Yazar aynı bölümün devamında konuyu alıntılarla destekleyip bir tür nefret söylemine dönüşen retoriğini kurar.  *Cezaevlerinde sınırlı homoseksüel ilişkilerde bulunan kişilerin ekseri sinin bu tatmin yolunu adet edinmiş veya feminin tip sapıklar değildir. Onların bu yoldaki cinsi faaliyetleri genellikle ikame unsurudur; geçici bir nitelik gösterir ve salıverildiklerinde normal cinsi ilişkilere avdet ederler. Yalnız uzun süreli hürriyeti bağlayıcı cezayı mahkûmiyet ise şartlandırılmış kuvvetli alışkanlıklara müncer olup, devamlılık göstererek heteroseksüel ilişkilere geçişi güçleştirebilir.”(s.176)

Yazar bu yorumunu desteklemek ve/veya kanıtlamak,  yorumuna akademik bir boyut kazandırmak amacıyla bir dipnot gösterir; H.J.Klara, Anatomy of Prison, 1960, p.102; M. Diennet, Suç Bankası, May Yayınları, İstanbul, 1973, Akt. Mustafa Yücel, Kriminoloji, Suç ve Ceza, Adalet teşkilatını Güçlendirme Vakfı, Ankara, 1986

Şimdi yazılamaya adını veren  “Proton Preudos’a”  dönelim ve maddeler halinde, ele alınan kitaptaki proton pseudos örneklemelerini sırasıyla tartışalım.

  • Olgunun yani cinselliğin  “kültür” hayatımızla uyuşmaması ne anlama geliyor? İnsana, insanın cinselliğine dair üretilen bu kuramsal bilgiler (Freud, Maslow) insan türü kümesinin bir elemanı olan Türkler için geçerli değil midir?                                                                              Kuramlarda dile gelen bilgilerin ”gerçekçi yönleri bulunmak “ ifadesinde örtük olarak yer alan ‘gerçekçi olmayan yönler’ nedir?

“Zira” ile başlayan cümlede “cinsel suçlar çoktan ilk sırada yer almıştır. Var olan bu temel ihtiyacın yasaklanması ile değil, doğru tarafa yönlendirilmesi ile çözümlenecektir” deki ‘doğru taraf’ nedir? Kitapta cinsel suçların ilk sırada olduğuna dair bir veri bulunmamaktadır, söz konusu edilen bilginin kaynağı nedir? Örtük biçimde – kitabın sonuç bölümünde oldukça açık ifadesini bulan – çözümün din/sel eğitim/iy/le ortadan kalkacağı iddia ediliyor. Cinsel enerjisinin ya da libidonun hem öznesi hem de nesnesi olan bedenin yerine din konunca, enerji; dine aktarılınca ihtiyaç din ile ikame edilince ‘sorun ’un çözüleceği iddiasını tartışmaya dahi gerek görmeden “ortada” bırakarak eleştirel okumayı amaçlayıp yanlış öncülleri ifşaya odaklanan yazılmamıza devam edelim.                                                                                            

  • Amerikan Psikiyatri Birliği (APA) 1973'te ‘normal’ olmayan seksüel yönelimleri ya da dolaşımdaki kaba ifadeyle ‘homoseksüel’ ilişkinin ‘sapkınlık’, ilişkinin taraflarınınsa ‘sapık’ olarak nitelendirilmesine neden olan ‘hastalık tanısı’nı bırakma kararı alır. Türkçesiyle heteroseksüel dışındaki yönelimlerin hastalık olarak görülemeyeceğine hükmeder. Yazarın konuya dair yorumuna ‘bilimsel kanıt’ olarak gösterdiği kaynağın yayınlanma tarihi 1960; ilk alıntı 1973’te, ikinci 1986’da ve nihayet bu yazılamada incelenen kitapta 2012’de yeniden kullanılıyor.                                                                                                                                      
  • Homoseksüellik ilişkisi, heteroseksüel ilişkinin yoksunluğu sonucu bir tür ‘ikame’ diğerlerini ‘feminin tip sapıklar’ olarak ‘görme’nin’ nedeni, 2012’deki literatür ve Türkiye’nin TSİNLM (Türkçü Sünni, İslamcı Neo Liberal, Muhafazakar) ‘dünya görüşü’ ‘Artık nasıl bir çoğulsa, oksimoron dahi kifayetsiz kalır bu, buradaki ‘bakış’ üç açıdan ele alınabilir:

c-1) Konuya dair özenli bir kaynak taraması yapmadan yargıda bulunmak ki oldukça ‘masum’ görülebilir; lakin metin, eleştirel bir okumaya tabii tutulduğunda kendi içinde çelişkili ifadeler barındırmaktadır; olgu, ideolojik olarak tahrif edilmektedir ve iddiamız odur ki, yazar bunun farkındadır. Ama yine de zikredilen ucubeliğe teslim olmuş özneliğinden dolayı ucube Parti Devleti’nin (UPD) ‘ideolojik bilim’ retoriği üreticileri grubuna dâhil olmaktadır; Yani (UPD)’nin rıza imalatı (Chomsky’ye selam!) sürecinde devşirip kadrosuna dâhil ettiği “organik entelektüellere” (Gramsci’ye selam!).

c-2) Yazarın, İslami referanslara sahip olduğunu alalamaksızın proton pseudos akıl yürütmeleri sonucu ulaştığı yargılarını retoriğine yedirmiş olduğu akıldır.  İbrahimi/Semavi dinlerin homoseksüel yönelimlere bakışı oldukça serttir ve toplum bunlardan men edilmiştir. 1973 öncesi ve İbrahimi/Semavi dinlerin referanslarıyla olguya bakanların kullandıkları argümanların 2012’de yayınlanan kitapta zikredilerek yeniden üretilip heteroseksüel yönelime sahip olmayanların ‘sapık’ ilan edilerek yaftalaması tam anlamıyla nefret söylemine karşılık gelmektedir.

c-3) Kadın yokluğu nedeniyle geçici yönelimle cinsel ihtiyaçlarını ikame ederlerse, muhtemelen ’aktif’ olanlar kastediliyor, ‘sapık’ kategorisine dâhil edilmezler. Böylece erkek egemen kültürün, ‘aktiflik’, ‘erkeklik’ olarak yeniden üretimi gerçekleştirilir. Örtük olarak öylece kıyıda gibi duran bu ‘kavrayış’ proton pseudos’un bir başka örneği olarak gösterilebilir. Bu daha açık şu şekilde de ifade edilebilir: Homoseksüel kullananların, bunu bir tür yoksunluk nedeniyle yaptıklarının ileri sürülmesi oysa cinsellik arzusunun neticesidir, hatta bizatihi arzunun kendisidir. Neticede arzulanan hemcinstir, ereksiyon olan da olunan da ‘erkek’tir.

d-) Yazar, kitabının sonuç bölümünde ”Genel kabul kabul gören bir bilgiye göre hükümlü tutukluların manevi değerleri zayıftır. Manevi değerleri zayıf olan hükümlü tutuklulara zorunlu din dersleri sınıf ve ibadethanelerde verilmek suretiyle maneviyatları güçlendirilmelidir.” (s.339) retoriğini üretir.
Yazılmada da alınan dördüncü proton pseudos örneği, “manevi değerlerin zayıflığın” konusunda yapılmaktadır. Oldukça geniş bir örneklere dayanan anket çalışmasında suçun nedenleri arasında anılan kalemler içinde din, dinsel inanış ve ‘doz’u  yer almamaktadır; nitekim kitabın 208. Sayfasında “Suç işlemede etkili olan faktörler” şu şekilde sıralanmıştır:

İşsizlik/Parasızlık, % 33,4
Arkadaş Çevresi, % 33,2
Ailevi Sorunlar,  % 19,6
Uyuşturucu madde kullanımı,   % 12,6
Psikolojik sorunlar,    % 11,3
Eğitimsizlik/Cehalet,    % 10,8
Geleceğe yönelik umutsuzluk,   % 9,6

Araştırmanın bizzat yürütücüsü ve kitabın yazarı, araştırma sonuçlarında mahkûmlarca anılmayan bir neden icat etmek ve “genel kabul gören bir bilgi”nin’ referansını vermeden suçlu, suçlulara verilecek zorunlu din dersleriyle sorunun çözüleceğini ileri sürmek, olsa olsa ya naiflik ya da çağın ruhuna uyarak “siyasete doğru” statüsünde retorik üreterek ‘İslamcı’ iktidarın – yukarıda anıldığı üzere bir tür ucubenin – kurumsallaştırılmasına giden yolun taşlarını döşemek olabilir.

e-) Yazar, ıslah süresince “hapis cezası ile tahliye sonrası yaşamda sorumluluk sahibi birey olunmaya katkı sunmak amaçlanmaktaysa da hükümlüler, cezaevinde rahata, yönetilmeye özerkliğini kaybederek hazırcılığa alışmaktadır.’ (s.103) yargısını paylaşır. Zorunlu din dersiyle özerkliğini kaybeden kişinin, harici bir kişi, grup, kurum vb. odaklara tabii olmasının mevcut durumunu derinleştireceğini ya da pekiştireceğini ya öngörememekte ya da bir tür kolay olan kitabın kendi içindeki dağınıklığınla ‘uyumlu’luğunu sağlamakta, daha kısa bir anlatımla: Elinde çekiç olan,  her şeyi çivi görürmüş!”

Sonuç:
Eleştirel okumaya Ek
“Türkiye yarımlılıklar ülkesidir” tezi, yazılamada eleştirel okumanın nesnesi olarak ele alınan kitap tarafından da ne yazık ki doğrulamakta. Ağırlılık olarak referans ve felsefe gibi pür kuramsal bir alanda akademik çalışmalar yayınlayan bir yayınevinin editöryal bir süreçten geçirmeden kitap yayınlaması, ülkemin maneviyatını aşıp ‘fıtrat’ına dönüşen özensizliğin, gayriciddiliğin  örneklerinden biri olarak değerlendirilebilir.

Yarımlılıklarınızdan mürekkep subreel bilincinize selam!

V. Metin
Kasım 2015,  Ege


Kütüphanesiz Okul Üzerine



   Bu yazılamada örgün ve yaygın eğitim kapsamındaki özel, vakıf ve kamu okulları -özel statüdeki birkaç istisna hariç-, uyguladıkları müfredatlar ne olursa olsun, bünyelerinde kütüphane olup olmamasına bakılmaksızın kütüphanesiz 'okul' olarak nitelendirilmiştir.
 
   Örgün eğitim kapsamında ister tekli, ister ikili öğretim yapılsın kütüphane, öğrencinin hayatında yer almaz. Eğitim yönetiminde, müfredatta bir değişken olarak kütüphane artık yoktur; değerlendirmeye alınmadığından olguda da rastlanmaz. Eğitim ağı içinde yer alan öznelere kütüphane sorulduğunda "Artık internet var, kitaba ihtiyaç duyulmuyor." yanıtı alıyorsunuz; dikkat ederseniz cümlenin yüklemi edilgen, yani kendisini, umumun içine yedirerek durumu açıklıyor.
 
   Kütüphane, eğitim ortamında her geçen gün görünürlüğünü yitirmekte, bununla ilgilenenler de azalmakta; iddialı bir ifadeyle "Artık kimsenin aklına gelmemekte." Mesela 20 ila 40 bin TL yıllık okul ücreti ödeyen bir veli, 09:00 - 16:00 arası toplam 8 saat ders programı ve 08:45'te okula varış, 16:15'te okuldan ayrılış şeklinde servis saatlerini öğrenir. Okulla ilgili bilgi alırken kütüphane sorulmaz; sorulsa dahi zaten yoktur; öğrencilerin bilgi kaynakları bağlamında ders kitabı ve öğretmeni -ki çoğu zaman öğretmen de o kitabı aş(a)maz- dışında o alanla ilgili bir destekten, beslenme kaynağından yoksundur. Bir tür sıralama sınavı olan test bazlı ölçmeler ise sınav baskısı nedeniyle bütün eğitim yönetimine ve pedagojik yaklaşımlara egemen olmuştur.
 
   "Adamın biri doktora gider: 'Her çay içtiğimde gözümü çıkarıyorum, ne yapmam gerekiyor?' diye sorar; doktor: 'Kaşığı çıkar da öyle iç!' diye yanıtlar." fıkrasındaki sorunu yaşadığı söylenebilir ülkenin eğitim yönetiminin. Kaşık çıkarılıp problem çözül(e)mediği için kör döğüşü devam etmekte, üstelik eğitim yönetiminin problemlerini daha da kronikleştirerek.
 
   Bu 'yaklaşım', pedagojiyi esir almakla kalmaz, beşeri, duygusal, zihinsel ve manevi dünyayı kaba materyalizme, vulgar pragmatizme ve ilkesiz rekabetçiliğe tahvil eder.
 
   Yazılamanın 'ana yemeği' olan kütüphaneye Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verileriyle kuşbakışı bakalım: TÜİK'e göre örgün ve yaygın eğitim yapan kurumların kütüphaneleri azalıyor. 2014 verilerine göre 2014'te ülke genelinde 1 Milli, 11.221 Halk, 559 Üniversite, 27 bin 948 örgün ve Yaygın Eğitim Kurumu Kütüphanesi olmak üzere  29 bin 629 kütüphane var.
 
   Resmi okul, özel okul, özel kurs kütüphanelerini kapsayan istatistikler incelendiğinde 2014'te, 2013'e göre kütüphane sayısının %9.4 azaldığı görülmekte. Ülkede yaklaşık 5 milyon kayıtlı kütüphane üyesi var, bunlardan 3 milyon 870 bini üniversite kütüphanelerine kayıtlı. (Kaynak: A.Ü İletişim Fakültesi Uygulama Gazetesi, Yıl: 34, Sayı: 114, Eylül 2015, gorunumgazetesi.net)
 
   İstatistiklere göre nüfusu 80 milyona dayanan 'büyük' ülkenin kütüphane üyesi %1.5'i. Bunların büyük çoğunluğu da ya ilköğretim, ortaöğretim öğrencisi ya da üniversite sınavına hazırlananlar; ki bu kitlenin kütüphaneleri test çözmek için kullandığı da ortada.
 
   İstatistiklerdeki 27 bin olan kütüphane sayısı şaşırtmasın; bunlar, "Adı var, kendi yok!" statüsünde, çoğu zaman mimari planda ve resmi kayıtlarda olsa bile fiiliyatta olmayan, olsa bile birkaç ansiklopedi ile bağış kitapları geçmeyen ve yüzlerle ifade edilebilen birkaç raftan ibaret göstermelik yerlerdir.
 
   Öğrenen (talebe-öğrenci), öğrenmesi beklenen alanla ilgili ne denli çeşitli ve zengin bilgi kaynağı ile donatılırsa -bunları nasıl kullanıp değerlendireceğine de yer verilerek yani genel tasarımda bunlara da yer açılarak-, o kadar zengin yetişmelerine imkân sağlanmış olacaktır; ki bu, şüphesiz "gerekli koşul"dur, "yeterli koşul" değil.
 
   İstatistiki olarak her ne kadar her okulda kütüphane olsa da, mimarlar, projeler/in/de zorunlu olarak bunlara yer verseler de olguda bunlara rastlanmaz; bu da ülkenin genel eğitim resmi için yeterince seçik bir görüntü oluşturmaktadır.
 
   Eğitimde reform gibi artık kabak tadı veren retorikleri savunanlara, felsefenin kadim kavramlarından biri hatırlatılarak cevap verilebilir: biçim-içerik diyalektiği. Biçim, yani kütüphanesiz 'okul', değişmedikçe, içine koyacağınız "şey" ya da "içerik" ne olursa olsun olgu değişmeyecek ve artık kronikleşmiş sorunlar, daha da derinleşerek varlığını devam ettireceklerdir. Hoş, değişimin, içten dışa olanının, tabandan ya da içten gelen dinamiklerle biçimin zorunlu olarak değiştiği örnekler, hiç şüphesiz hepimizce malumdur; buradaki -kütüphanesiz 'okul'- örnekte kütüphane, tereyağının yağı işlevi gördüğünden bu denli sert bir ifade kullanılmıştır. Kütüphanesiz 'okul', bir tür oksimorondur; tıpkı "yağsız tereyağı" gibi.
 
   Enerji, biçim yerine ve/veya biçiminden ziyade içeriğe harcanır; iki değişkenin senteziyle oluştuğu göz ardı edilir her olgunun olduğu gibi eğitimin de. Buysa, olguya yani eğitime dair körleşmeyi doğurur. Körleşmenin yaşandığı ortamda ne hedef belirlenebilir ne de belirlenmiş hedef/ler/e yönelik eylemler yapılabilir.
 
   Eğitim, hiç kuşkusuz, sonsuz değişkenin etkili olduğu bir alan. İndirgemeci mantıkla her sorunun kaynağının ne biçimde ne de içerikte olduğu söylenebilir tamamen. Burada olgunun bileşenlerinden biri olması beklenen ve teoride bilgi kaynakları, materyaller; pratikte kütüphaneden söz edilmekte. İnsan türünün problem çözme becerisi, uygarlığın menşei olarak düşünülebilir; bir başka deyişle problem çözmeyle uygarlığın doğuşuna eşzamanlı rastlandığı söylenebilir; çünkü doğa karşısında yeterince güçlü olmayan insan insan türü, o küçük elleriyle taşları alıp birbirine vurmaya başladığında kendi anatomik yapısıyla -yani doğasıyla- birlikte doğayı da dönüştürmeye başlar. Taşın sivriltilip mızrağın ucuna bağlanıp bir tür yapay, diğer deyişle kültür ürünü bir alet yapıldığında içgüdülerin/in yerini almaya başlar. Beyniyle ve ürünü kültür(üy)le güçlendiği iddia edilen insan türü, doğa/l açı(sın)dan zayıflar ve bilgiye ve/veya kültüre tâbi hâle gelir. Eğitim, insanın doğaya ve sosyal yaşama karışıp nefes alabilmesinin temel dinamiğine ya da değişkenine dönüşür.
 
   Toplumsal bir kurum olarak eğitim, içeriği ve/veya yapılma şekli değişse de özünde tıpkı futbolun, kaleye atılacak golden ibaret olması gibi yaşamın ürettiği bilgilerin yani kültürün insan yavrusuna aktarılmasıdır. Bunun nasıl yapılacağı, kültür tarihinden "Zeitgeist" gözetilerek alınacak referanslardır; bu da insanın, kültür belleği olan kitaplar yani kütüphaneler ile müzelerdir (Bu hiç kuşkusuz ayrı bir yazılamanın konusudur.); bunlarsız eğitim ise, biçimi ve/veya içeriği ne olursa olsun oksimoron kalmaya mahkûmdur. (Bkz. 2012, 2009, 2006, 2003 PISA Sonuçları!)

V.Metin Bayrak

Ekim, 2015, Ege

5 Aralık 2015 Cumartesi

Hiçleşen Özne/lik Üzerine

   "Kullandığınız kelimeler eviniz haline gelir."
Hafız

   "Önce söz vardı." diye başlar Yaradan'ın kelamı ki, bu kelamın insanlara yol gösterdiği iddia edilir İbrahimi dinlerin mensuplarınca. "Söz" kelimesi, Türkçe sözlüklerde kabaca hem anlam, manâ anlamında hem de tutulmak üzere verilen kararın ardında olunduğunu ifade etmek amacıyla kullanılır. Gazali, "Dil Belası"nda sözün, insanın esiri ama söylendikten sonra söyleyenin esir olduğunu savlar.
 
   Operasyona giden iki zırhlı askeri araca el yapımı kilolarca patlayıcının, mayının vb. uzaktan kumandayla patlatılan bombalarla yapılan saldırı kınanıyor tıpkı benzerleri gibi. Kınamakla kalınmıyor lanetleniyor da. Sakıza dönüşen kelimeler ve ifadelerin hem sloganlaşmış, içeriği boşalmış manâ olarak hem de konuşanın ve dinleyenin düşünmesine ambargo koyucu işlevi görülmez. Bununla birlikte daha ciddi denebilecek bir düşmanlık, kindarlık artırıcı, nefret büyütücü, taraflar arasındaki mesafeyi daha da açıcı, açıldıkça da tarafların birbirini ötekileştirip göreli bir mesafenin ardından tanıyamaz,tanınamaz, hale getirici sarmal süreci işlettiği ıskalanır. Bunların sonucu, sarmalın tezgahındaki özne, konsolide edilerek -hamasetle işlenen bu konsolidasyon sonucu farklı öznelerin oluşturduğu küme, heterojen yapılarını kaybederek ve/veya ihmal edilerek homojenize edilir. - üretilmiş kimliğiyle ve/veya kimlikleriyle daha fazla özdeşleşir. Dünyayı ve/veya yaşamı dikotomik sığlığa hapsederek ikili bir denkleme sıkıştırmaya çalışır sonsuzluğa oysa nafiledir çabası. Canavara dönüştürdüğü "öteki"sinin kendi varlık nedenine dönüş(tür)düğünü ihmal ederek onu -aslında "söz" ile inşa edilen kendisini- öldürmeye girişir. (Tıpkı kendi kabilesi dışındaki türdeşlerini "av" olarak gören ve biz "modern" insan tarafından "yamyamlık" ile itham edilen primitif insanlar gibi.) Bir bakıma kendiyle sürdürdüğü bu "savaş"ın her koşulda kaybedeninin kendisi olduğunun farkında değildir. Bu durum, "kendi kollarını yiyerek hayatta kalabileceğini düşünen ahtapot" metaforuyla ifade edilebilir.
 
   "Operasyona giden..." ile başlayıp "menfur saldırı..." ile devam eden ve "...lanetliyorum." ile biten/sona eren retoriği, "söz"ü analiz etmeye çalışarak devam edelim: Konu retoriğin bağlamı söz konusu edilmedikçe yani algıdaki nesne-fon ilişkisi göz önünde bulundurulmadıkça "olgu"yu anlamaktan uzaklaşır; verili gerçeklik yerine ideolojik tarih yazıcılığıyla paketlenerek kamuoyuna çakılan üretilmişine yani aslı yerine gölgesine kılıç çekeriz tıpkı Don Kişot gibi. Bu, bir tür 'mücadele' illüzyonu yaratır. "İyi de burada olan -yani operasyona gitmek- komşu/luk ziyareti mi/ydi?" diye sorulmaz. "Operasyon" neyin operasyonu peki? Bu zırhlı araçla savaşmaya gidenlerin 'hukuk'ça -siz, egemenlerin hukuku diye anlayın- tanınan bir yapının (T.C), tanınmayan (PKK) karşısındaki üstünlüğü, 'haklılık'ını, 'meşruluk'unu mu ileri süreceksiniz? Yapmayın! Ölüm, ölümdür! Öldürmek de öldürmek! Totoloji (eşsöz) oldu, bağışlayın; bize yeni bir bilgi vermediğini biliyoruz mantık disiplini sayesinde oysa "A'nın A" oluğ olmadığı, 'hukuk'ça (Kulakların çınlasın sevgili G.Orwell, 1984 için emeklerine, bilincine sağlık.) belirlenmiyor mu? O halde durduğumuz "yer"e göre mi anlayacağız olup biteni? O halde sığ dikotomik kavrayışa devam edelim: Dağdan karakola, karakoldan dağa bakalım! Eeeee? Hayatın sonsuz boyutluluğuna da bakmaya gayret edelim dikotomilerin körleştirmesinden kendimizi sıyırarak: Üçüncüde dağ ile karakolun arasından; dördüncüsünde ötekilerden, dışarıdan; beşincide geçmişten; altıncıda gelecekten, yedincide...
 
   Olağanüstü toplanan meclis, ki milletin meclisi olduğu iddia edilir, partilerin kendi reklamlarıyla içi hamaset retorikleriyle dolu mevcudu, statükoyu muhafaza edici 'politika'larını seçmenlere satmaya çalıştıkları platforma dönüş(türül)müş. Toplanma gerekçesiyse çoktan unut(tur)ulmuş. Aynı kapıya çıkan farklı sözler, aynı makamla okunmakta parti sözcülerince. Bu durum, 'ürün'leri parlatıp "müşteri"ye çakmaya çalışan, din adamlarından sonra tarihin en büyük 'yalancı'ları olarak görülen reklamcıların ürün tanıtımından ne kadar farklı?
 
   "Sözün bittiği yerdeyiz!" derken sözün 'adalet'ine teslimiyet yanında sonsuz çözüme, sese seçeneğe de körleşmişlik dile gelir. Söz bitmez lâkin "sözün özü eylemdir." O eylemse yaşamı büyütendir. Sahici olan budur. Sorumluluğumuz, ölümleri çoğaltmak mı yaşamı beslemek mi? Tarihin vicdanı, eğer varsa böyle bir vicdan, yaşamın yanında olanları minnetle hatırla(t)mak için taşır geleceğe.
 
   Polemiğe girmeden "Peki nasıl çözeceğiz?" diye sözü "karşı"ya değil, "başka"lar(ın)a bırakmak, "sen" yerine "biz"i kullanmak, "cumhuriyetin belleği güçlü, demokrasinin zayıf olmalı." sözünde dile gelen hakikate  kulak verip kan davasını yaşatmak, yangına körükle/benzinle gitmek yerine çözüme, "ama"sız çözüme odaklanmak. Burada hakkaniyeti gözetmek. "İnsanın en büyük hapishanesi kendisidir." sözü, çağcıl insanlar için de geçerlidir. İnsan, kendi ördüğü duvarları yıkabilir de!
 
   Oysa savaşkan kanasusamışlar güruhu, cemaatinin biçtiği üst kimliğin/in kağıttan duvarları arasına sıkışmış ama gelin görün ki cemaatiyle özdeşleşen özne, özneliğini de hapishanenin dışında bıraktığının farkında değildir. Bu öğrenilmiş çaresizlik içinde Hasan Sabbah'ın fedaileri gibi düşünme melekelerini yitirmiş, iradelerini 'dava' ambalajlı şeyhlerine, liderlerine, seroklarına, patronlarına, büyüklerine.. Delege etmişler.
 
   İradenin dele edilme sürecinde insan/özne ve toplum, diyalektiğini kaybeder; bunun sonucu habitata/hayata Bacon'un putları egemen olur. Putlar, 'hukuk'un araçsallığında liderlerce, büyüklerce vb. teorize edilmiştir. Puta dönüş(türül)en fikirler, pratikler, formüle edilip yardakçılarca belli bir ağızdan üretilir. Müritler, kanla, ölümle, nefretle beslenen ölü(m)sever retorikleri hamasete dönüştüren çığırtkanlara dönüşüverirler 'dava' sürecinde; bununla da "gönüllü kölelik" oksimoronunu realize ederler. Çığırtkanlar, dillendirdikleri ve hamaseti yeniden üreten retorikler/i karşılığında cemaatiyle daha fazla özdeşleşmekte ve "dışarı"nın tehlikelerinden korunmakta; korundukça uzaklaşmakta kendinden ve uzaklaştıkça yitirmekte özsaygısını.
 
   Sonuç: Hiçleşen nesneleşmiş öznenin iradesiz sorumluluğu. İradesiz sorumluluk ise bir tür oksimorondur; bu nedenle fail, fail değildir, yaptıklarından da sorumlu değildir, yani karar verici ya da insiyatif alan olmadığından kendine biçilen cellat rolü/nü gönül rahatlığıyla icra eder; icra, onun 'dava'ya bağlılığının nişanesi ve 'rüşt'ünün ispatıdır. O, artık "hiç" değil, cemaatinde saf alan, yeri/ni bulmuş, kendine, kendinin yaşadığını ispatla(t)mış ama eşzamanlı nesneleşerek hiçleşen, hiçleştikçe kendiliğinden soyulan biridir; bu "bir", artık bir formdur çünkü içi boşal(tıl)an biridir.
 
   Herkesin bağırdığı bir yerde/ortamda sadece susanların sözü duyulur. Ölüm karşısında susmalı insan olan insan. Şehitlik kültüyle ölümü arzu nesnesi kıldıkça yaşamı değil ölmeyi/öldürmeyi besler ve büyütürüz kağıttan duvarlarımızı oysa ölüm, yaşamdan sonra gelir; ölüm, yaşamın önüne geçemez, çünkü ölüm "son"dur.
 
   Asalak, putar, güçser, irinatar, irinsaçar, irinsıçar, kaçansaçar, kanasusar, korkusar, kandar, kancıl, kanemer, ölümsever, boksaçar, boksıvar, namperest, putar, kindar, nefretengiz, iğdiş iradeli, hiçleşmiş, hiçer, savaşkan, gülmez, kangaç... statüko taşıyıcıları susun!
 
   Fantezisinde dondurduğu tarihe/dünyaya tutunmuş, kimliksel orgazm bozukluğunda gözlerinden nefreti, dillerinden laneti, kanı, intikamı, ölümü düşürmeyen sonsuzluk -hayat- düşmanı tekilgelik militanları siz de susun! Susun! Susun! Susalım...
Eylül 1 2015
V.Metin Bayrak



* "Hiçleşen Özne/lik Üzerine" adlı yazılama, Kanlıca'nın (Dağlıca'nın adı, nedense kalemimden "Kanlıca" diye akıverdi.) ardından kaleme alınmış; düzelti, gözden geçirme esnasında Iğdır saldırısı, gecesindeyse Hürriyet'e ikinci saldırı ve HDP Genel Merkezi'nin yakılması ve pek çok temsilciliğe saldırı olmuş ama daha vahimi Antalya'da olan "bayraksız" işyerlerinin yağmalanıp/kırılıp dökülmesi. Yayımlanması için beklerken iyice gerilen ortam, Cizre'deki sokağa çıkma yasağı, Bolu'da 'bayrağa hakaret' iddiası nedeniyle Kürt işçilere yönelik linç girişimi, Beypazarı'ndaki mevsimlik işçilerin ilçenin dışına çıkarılması, ve 'terörist-güvenlik güçleri' savaşının, çatışmalarının artarak devam etmesi. Şiddet paradigması kurumlaşmakta, kurumlaştıkça kendi normlarını doğurmakta, en önemlisiyse ölümlerin/öldürmelerin gündelik hayatın olağanına dönüşmesi. Bu ise hayat için en büyük patoloji demek. Patolojiyse, sağlığın gaspı, bu da hayatın, hayatlarımızın!


Kitlelerin Bilgeliği & Kangren Üzerine



   Bir akıl tutulmasından öte yaşananlar. Ne sosyoloji ne siyaset bilimi ne ekonomi ne ... kuramları, yaşananları anlamamıza yetiyor. Ortada bir devlet aklından söz edilebilecek politikaların, halk sağduyusunun olup olmadığı da tartışılır durumda.
 
   Yasal süresini bitirmiş, rutin işler dışında yapacakları yasal olsa bile meşruluğu tartışılabilecek bir hükümet; artık hukuken de suç işleyen, ettiği yemine uymayan, başında olduğu devletin anayasasına, teamüllerine aykırı davranan bir cumhurbaşkanı; ülkeyi savaş batağına çeken politika yangınına odun taşıyan 'barışsever' bir örgüt. Her gün "soap opera" gibi sürdürülen tiyatromsu koalisyon görüşmelerini izleyip olup bitenleri anlamlandırmakta iyice zihni karmaşıklaş(tırıl)an kitleler. Hayatı kamplaştıranların kötü bir replikası olan TU programları ve slogancılıktan, ideolojik sözcülükten öte geçmeyen, bilgi vermekten ziyade tarafgirliğe boğulmuş, boğulduğu ölçüde samimiyetini kaybetmiş, "ağız dalaşı"ndan öte geçmeyen fikircikler uçuşması. Düşünmeden ziyade çağrışımsal imgelemlerinde daha çok savunma ve/veya saldırı amaçlı, cephaneye dönüştürülen argumancıkların savurulması. Moderatörün, önceden hazırlanmış mizansende, tartışmaları alevlendirici tutumu, sansasyon arayışı tutumlar...

   Koalisyon maskaralığı, halkın gözünün içine bakılarak söylenen yalanlar, bunları rasyonalize etme çabasında devlet müttefiği organik aydınlar, akademisyenler, sivil toplumcular ve gazeteciler...
 
    Erdoğan, görevi, hükümeti kur(a)mayan Davutoğlu'ndan alıp Kılıçdaroğlu'na vermek zorunda(ydı). 'Abi-kardeş' bunu bildiğinden 45 günlük süre bitinceye kadar top çevirmeye devam ettiler. Erdoğan, makamının bir gereği olarak hükümeti kurma görevini Kılıçdaroğlu'na Meselesi"ni mesele görmüyor, konuyu, yalnızca 'terör' kavramıyla açıklamaya çalışıyor, çözümüyse sıkıyönetim! Oysa CHP, MHP ve HDP, daha 7 Haziran akşamında pek çok kişinin sezgisel olarak ifade ettiği gibi bir araya gelip makro hükümet politikaları yerine AKP'nin tahrif ettiği ve üzerini kapatmaya çalıştığı kanuları ifşa edip kamuoyunun bilgisine sunmaya, üzeri örtülen dosyaları 'kirli' işleri, Meclis Araştırma Komisyonu'nca incelemeye odaklansa(ydı) ve seçim için de bir tarih belirlese(ydi)... Eşzamanlı içerideki toplumsal gerilim ­-özellikle olgu bazında MHP-HDP ittifakı- bir araya gelen ve uzun yıllardır iktidar alanı dışında kalmış grupların vereceği ..........  azalması  beklenir(di). Diğer yandan bölgesel ve dünya kamuoyunda yeni yüzlerin görünmesi, Türkiye'nin sosyal algısındaki yarılmaları sağaltmaya başlar(dı).
 
    Rasyonel ve siyaseten doğru olan da bu(ydu). AKP'nin "ucube parti devleti"ne dönüştürdüğü T.C'nin kurumsal yaralarını kronikleştiren ve yapının infilak etmesine neden olacak Erdoğanca yaklaşımlar, bütün ülkenin yanmasına neden olacak. Eşzamanlı PKK ile yapılacak bir ateşkes, bütün ülkenin restorasyona odaklanmasına imkân sağlar(dı). Kürt Hareketi de bu misilleme, kan davası güden politikasından vazgeçip ülkenin sağlıklı işlemesine destek olur/du; çünkü ancak güçlü bir meclis ve demokratik yönetim, kangrene dönüşmek üzere olan bu soruna neşter vurabilir(di). Kendisi demokrat olmayan bir hareketin/davanın, demokrasi getirmeyi iddia etmesi bir tür paradokstur ve/veya oksimoron.

     Kurumların dejenerasyonu, göreli sürenin ardından yıkılmaları yönünde talepler yaratır. Parti aklının devlet aklına dönüşüp -ve/veya devlet aklının parti aklına- "1990 görünümlü 1930 model 2015 trafik tescilli ucube parti devleti"ni kurumsallaştırmakta.
 
   Hayatın ürettiği bu güncel durum, "çözüm"ü de göstermektedir. Siyasi hareketlerin sorumlulukları, hayatın ürettiği sorunlara devletin mekanizmalarına sivil toplumu dahil ederek çözüm/ler üretmektir. Toplumsal kamplaşmanın derinleştiği, kurumsal yönetilebilirliğin sıkıştığı bir ortamda topu taca atmanın siyasi, ekonomik ve hiç şüphesiz toplumsal sonuçları olacaktır.
 
   2002 seçimleri, "bilinçsiz" diye nitelendirilen seçmelerin "kitlelerin bilgeliği"yle hareket ettiğinin en somut örneğini gösterir. 2015 7 Haziran seçimleri de. 13 yıllık AKP iktidarının kamplaştırıcı, kindar, kandar, savaşçı, yer yer nefret söylemi üreten, kusan politikalarını onaylamadığının işaretini, kitleler, yine bilgece göstermiştir. Sandığa gitmeyen seçmen kitlesinin kahir ekseriyetinin AKP tabanı olduğu önceki seçimlerle alınan oransal değil ama sayısal sonuçlarla karışılaştırılarak görülebilmekte.
 
    "İktidar, ittifaktır." denir. AKP'nin ittifaklarını birer birer kaybetmesinin zorunlu sonucu, iktidarı(nı) kaybetmesidir. AKP'nin, Erdoğan'ın buna direnmesi "ölüm" sürecini geciktirmek dışında bir işleve sahip değildir. AKP'nin "devletin ideolojik aygıtları"nı her gün daha sert biçimde kullanması, girdiği bu ölüm sürecinde "by pass" dışında bir işe yaramayacaktır. Ölüm süreci/ni ya da iktidardan gitmesi/ni geciktirdikçe maliyetler de artmakta ve "çözüm"den uzaklaşmaktayız. CHP'nin öncülüğünde kurulacak "onarım" hükümeti, Türkiye için hayatın ürettiği bir çözüm olabilir/di; oysa siyasi ucuz hesaplar, AKP'nin hukuksuz, meşruiyeti yitirmiş politikalarıyla birleşince el birliğiyle yangına odun taşıyoruz; sonuç: her gün ölümler.
   Sözün özü eylemse,  o halde "sorun"a dair çözümlerimiz nedir? Yanlış, yanlışla düzeltilebilir mi? İnsan, sezgisel bilme gücüne (de) sahip bir varlıktır; etik olarak da vicdana. Ölümlerin yanın da olmaya devam edecek miyiz?  Niçin? Hangi çözüm?
                                                                                                              V.Metin Bayrak
                                                                                                              16-20/08/2015
 

15 Ağustos 2015 Cumartesi

Barış Bloku'na Destek & Savaşa/Ölüme Vicdani Ret Çağrısı

   "Kanları yerde kalmayacak!" retoriğiyle "kan davası" güden bir devletin/özgürlük mücadelesi veren hareketin; 'şehit' düşen askerin adı verilen operasyonların; üzerine yine 'şehit' askerlerin adlarının yazıldığı bombaların; beş yaş grubu çocuklar için üretilen, kavranması kolay oyunların ucuz politik/a simülasyonlarını izlediğimiz ve her karesi tanıdık gelen, "de javu" dedirten olayları yaşadığımız bugün, taraf olmak zamanıdır, barışa, barış söylemlerine ve şiddeti, savaşı engellemeye yönelik eylem ve retoriklerine.

    Her operasyon, her saldırı ve eylem, bebeği kürtaj edilerek alınan annenin haleti ruhiyesine gark etmekte toplumu: öfkeye! Buna karşı, inadına yeniden doğurmaya, hayatı besleyip büyütüp yaşatmaya odaklanılmalı. Çünkü hayat yerine ölümle beslenen ruh, öfkeyle zehirlenir ve kılavuzu kin olur. Kinin doğurduğu intikam hırsı, bütün toplumu esir alır ve ceninden sonra rahim de alınmaya başlanır. Bununla, hayatın temel dinamiği olan umut ezilir.

    Hiçbir sorunun bir günde başlamadığını, bir günde de sona ermeyeceğini gör(ebil)mektir bir bakıma tarih bilinci. Değişen, dönüşen hayat ve mutasyona uğrayan sorunlar, konvansiyonel 'çözüm araçları' ile ele alındığı sürece -bu anakronik tutum-, çözüm üretilemez.

    Hak, hukuk, adalet, barış, huzur, çok kültürlü birlikte yaşam, uluslararası hukuk kazanımlarını isteyenler, iktidardaki parti devletince 'vatan haini' olarak yaftalanıp 360° karalama kampanyasıyla susturulmakta. Kampanyanın iki amiral gemisiniyse "yargı" ve "havuz medyası" ile gönüllü köle paradoksunu icra eden 'kişi' ve 'kurumlar' oluşturmakta. Parti devlet(i), "devletin (bütün) ideolojik araçları"nı kullanarak özüne dönmekte. Bu "öze dönüş", "1990 görünümlü 1930 model" ucube devlet modelinin 2015'te "kurtarıcı" ilan edilerek kutsanmasıdır.

    Devlet gibi, özü gereği statik olup değişime direnen bir kurum, ancak, ortadan kalkmak tehlikesiyle ve/veya tasarrufta bulunanların el değiştirme ihtimali hâsıl olduğunda kurumsal anlamda "radikal" denebilecek dönüşümler yaşayabilir. Değişime, ancak, kurumsal araçlarını devreye sokarak direnç gösterebilir; o da göreli süreliğine çünkü cin, şişeden çoktan çıkmış durumdadır.
 
   Değişim isteyen dönüş(tür)memek; istemeyen dönüş(tür)mek için gayret ettikçe, ortaya, zihni aşan bir paradoksal durum çıkmakta, hayatın beslendiği diyalektiği kürtaj etmekte AKP, 'Yeni Türkiye'yi başkanlık ile kurmak, inşa etmek; 'muhalefet' bloğuysa, mevcut yapıyla mevcut sistemin dönüştürülmesi telaşında. AKP, devlet kurumunun, çağcıl ihtiyaçların karşılandığı demokrasi bloğunu oluşturan özgür ve saygın ülkelerin kurumsal yapılanmalarını hiçe sayarak kendine benzer bir yapı ya da sistem kurmak politikasında ısrarlı. Israrında, şaibeli pek çok şaibeli olayın ve iddianın etkisi olduğu yadsınamaz. Muhalefetse, bu sorunları üretmiş, büyütmüş, büyütmekle kalmamış, devletin kurumsal yapısının parti devletine dönüşmesine mani olamamış, eceli çoktan gelmiş, suni teneffüsle yaşatılan devleti savunmak. AKP'nin parti devletine o suni teneffüsüyse, varlık nedenini kaçınılmaz şekilde kaybetmekte olan MHP yapmakta; oysa verilen nefes, ikisini de zehirlemekte, toplumu da!
 
   Zihinsel anlamda kim, ne yaptığını bilmez görünmekte; bu da olgu karşısında ilkeli pozisyon almayı engellemekte. Yapılan ezbere savunular, zihnin körleşmesine neden olan paradigma körlüğü nedeniyle, diyalektik sürecin işlemesine mani olmakta, bir tür imece pratiğiyle.

    Kaosun dinamikleri, belli bir matematiksel işleyişe sahiptir. O nedenle içinden kozmosu yani düzeni doğurur. Oysa Türkiye'de yaşanan olgu, bir kaostan çok şamata, külhanbeyi, gider yapıp racon kesme, geri vites yapmayı delikanlılığına yakıştıramayan bitirim ergen atarlanmalarının toplamıdır; bu, toplumsal dinamiklere yeterince sahip olmadığı içindir ki tıpkı sokak dalaşması gibi izlenmekte; çünkü "savaş"ın ya da "kavga"nın, tanıklık edenlerce kitlesel anlamda sahiplendiği söylenemez. Kitle, sadece rahatsızca, ekşi suratlarla göz ucuyla bakıp gündelik yaşam mücadelesine devam etmekte. Bu "izleme", davaların ve/veya mücadelelerin kitleselleşmediği, en yalın ifadeyle toplumda ya da hayatta yeterince karşılığının olmadığı şeklinde yorumlanabilir. Cemaat ya da örgütsel güçler, eylemleriyle bir tür yanılsama yaratarak görünürlüğünü arttırmada ve algı yanılsamasını derinleştirerek gerçekliğin ontolojisini kaydırmakta; sonuç; gerçeklik algısının gaspı!
 
   Dalaşmayı geçmeyen kavgalar, yakınları tarafından kadim sorunlarla ilişkilendirilerek üretilen retoriklerle parlatılır; "kan bağı"yla çevresinde toplanan 'aile'si, rezilliği/ne, ne olursa olsun, o 'muhteşem' deyimle "sahip çıkar!"
 
   Toplumun kahir ekseriyetini oluşturanların zihin kavrayışları, ufukları, mensubu olduğu büyük/küçük kimlik grubunun dairesi dışına çık(a)madığı için kim olduğunu, sahip çıkacağı ve/veya düşman olacağı kitleyi, grubu da "de facto" belirler. Özgür bir zihinden sorması beklenen "Niye?" sorusu, sıklıkla, sorulmaz. Yalnızlık, yalnızlaşma 0-2 yaş grubundaki bir bebekmişçesine annesine/cemaatine olan bağımlılık, ondan ayrı bir bedene/zihne sahip olmama düşüncesi, kitleleri, koşulsuzca annesine/cemaatine bağlamakta. Gelişiminin henüz oral dönemini yaşayan kitlenin/toplumun ağzına verilen yalancı emzikle yoksunluğunu duyduğu "anne" ikame edilir. Emzik, onu esir alıp bağımlı kılmanın temel aracıdır bir bakıma. O, ihtiyacıyla -ideolojik olarak üretilmiş ve araçsallaştırılmış ihtiyaçla- esir alınır. Bağımlıdır. Kendi değildir. Yuları, başkalarının yani 'büyükleri'nin elindedir. Kendi bakımını kendi karşıla(ya)maz. Telkinlerin/in tutsağıdır. Regresyona hapsedilmiştir. Bu, bir tür "öğrenilmiş çaresizlik" olarak da okunabilir ve/veya değişime olan umutların/ın çalınması. İradesini 'üst'üne delege eden 'özne' sorumluluğu/nu da devreder; böylece olup bitenlerden sorumlu görmez kendini; içi rahattır. "Yargıç-Cellat Diyalektiği"nde vicdanen rahat olanı/nı seçer: cellatlığı.

    Devlet ile toplumun özdeşleştirildiği metodolojik hata, esir edilmiş bir zihin dünyasının, kanser hücresiymişçesine, yayılmasına neden olmakta. Toplum, arzu, ihtiyaç, beklenti, inanç vb. anlamda her gün değişmekte; bunları organize edip düzenlemek iddiasındaki devletse, kurumların, artık eşgüdüm içinde çalışmadığı/çalıştırılmadığı hantal bir yapıya sahip. Devlet, kurumsal çözümleriyle, toplumun taleplerine yeterince karşılık veremediği koşulda, biriken psiko-sosyo-politik-ekonomik enerji, o monolitik olduğu kadar masif yapıda çatlaklar oluşturabilecek, yer yer onu parçalayabilecek büyüklükte ya da şiddette olaylar üretebilir. Toplumsal, kitlesel talebin ürettiği basınç, göreli süreliğine bastırılabilir, ertelenebilir ama engellenemez. "Devlet aklı" diye atfedilen kavrayışa yüklenen gücün, bir tür "yanılmazlık" sıfatıyla hareket ettiği iddia edilir. Oysa tarihteki pek çok olay, bunun nasıl bir "yanılmazlık" olduğunu ilk mektebe giden talebeye öğretir gibi öğretmiştir, tabii ki anlayana.
   Sözü hiç dolandırmadan, "olgu"nun hakkını teslim ederek "Kürt Meselesi"nin bir hak ve özgürlük gaspından kaynaklandığını ifade edelim. "Siyaseten" diye başlayan retorikleri de bırakalım. Parrhesia'nın bir tür entelektüel sorumluluk olduğunun bilinciyle de dolandırmadan konuşalım.
 
   Cumhuriyet'in Osmanlı'dan devraldığı sorunlardan biridir ve yeni devlet, tıpkı eskinin yöntemlerini kullanarak sorunla başa çıkmaya çalıştı, çalışıyor ve çalışacağını yüksek sesle her gün ifade etmekte. Sonuç: Her yerde yankılanan iki dilde (Kürtçe-Türkçe) ağıtların fonunda hamaset edebiyatı: Asarız, keseriz, kökünü kazırız, intikamını alacağız, misillemesini yapacağız, misliyle ödeteceğiz... türü tehditler ve her gün daha fazla dolaşıma sokulan "kan davası" retorikleri.
 
   Toplum yalnızca Kürtler'den oluşmuyor. Cumhuriyet adı verilen yönetim, kendi zihnindeki toplum idesini tasarımlayarak inşa etmek adına hareket ederek -çağcıl biçimde- politikaları/nı uygulayarak toplumu oluşturan insanları bir pota içinde eritmeye çalıştı. O potanın içine herkesi, yani bütün kimlik gruplarını attı. Sonuç: Her bileşeninin mağdur edildiği travmatik insanlardan oluşan bir toplum.

    AKP'nin 'Yeni Türkiye'si, Erdoğan'ın atalarından (Osmanlı ve Cumhuriyet) öğrendiği paradigmayla, kendi tasarımı olan zihnindeki "ide"yi modernist yöntemlerle hayata geçirme pratiğidir. de; bu nedenle çağcıl değil, çok yerinde bir benzetmeyle "1990 görünümlü 1930 model" bir ucubedir. Bu devlet anlayışı ve yardakçıları, olsa olsa mürteci olabilirler, kelimenin birinci anlamıyla. Bunda ısrar etmeleri, onları daha da bağnazlaştırmakta; bağnazlığın körleşmesini yaşayan kitleye, inanç sosuyla parlatılmış oportünizm enjekte edilince ortaya "subreel" yani kavranması neredeyse olanaksız olan şimdiki tablo çıkmakta. AKP, bütün neo-liberal ekonomi politikalarına rağmen mürtecidir, üstelik kan mürteciliği şizofreniktir; çünkü devletin, toplum mühendisliği yaparak kimlik inşalarının felsefi temelleri 19. y.y'da pratiğinin 'güzel' örnekleriyse 20. y.y'dadır. O tren çoktan kalktı ve tarihin 'başarılı' yöntem çöplüğüne gitti elindeki yüzmilyonlarca insanın kanı ve çalınmış hayatlarıyla.

    Zahiri kimi işaretlerden yola çıkılarak hayatı kimi simgeler içine sıkıştırarak yaratılan üniforma, içinin de aynı olduğu yanılsamasına neden olmakta. Verilen desteğin her geçen gün düşmesi, sonun çoktan başladığının işareti olarak yorumlanabilir. Sıkıştığında hamasete başvuran devlet mekanizmasının daha uzun süre top çeviremeyeceğinin aşikar olduğu söylenebilir. Her geçen gün yükselen savaş çığırtkanlıkları, bu açıdan da ele alınabilir.

    Cumhuriyet ve kurumlarını dejenere ederek yenisine duyulacak ihtiyacı kadermişçesine kaçınılmaz gösteren AKP ve/veya Erdoğan, bozdukları eskisiyle idare etmek zorunda kalınca, sorunu, kendilerinde ve/veya kendi arkaik yöntemlerinde de aramak yerine 'yeni'sini kurdurmayanlarda görmekteler, göstermekteler. Ucube parti devletinin bütün imkanlarını kullanarak da sorunların/ın müsebbibi olarak tayin ettikleri ve her geçen gün çeşitliliği artan, kitleler için bilindik, ucuz, hamasete batmış, artık kargaların bile gülmediği "Beyaz Türk", "vatan haini", "dış güçler", "şer odakları", "iç/dış mihraklar" vb. retorikler(iy)le saldırmakta. Müptezel iktidar sarhoşlarının çok sevdiği Makyavelist öneriyle hareket ederek başarıya ulaşacaklarını düşünmekteler: Eğer, mevcut yönetim işlemez hale getirilirse, kitleler, yenisini daha kolay kabullenirler.

    İlk Gezi'de -daha ilk gün STK'ların, sendikaların, milletvekillerinin, yurtsever yurttaşların, aktivistlerin, çevrecilerin vb. slogan dahi atmadıkları oturma eyleminde basın açıklaması yapılırken polisler kitleye saldırdığı esnada en çok da Taksim metro istasyonunun içine içine sıkılan gazdan sonra, aklıma düştü: Metronun içine biber gazı sık emrini alan polisin "emre itaatsizlik" yaparak "bu emri, vicdanen reddediyorum" demesi; Ağrı'da traktörle bir karakola intihar bombacısı olarak saldırıda bulunan militanın örgütün emrini vicdanen reddedip karakoldaki, kendi kimliğinden değil ama kendi sınıfından olan askerleri kucaklaması; savaştan, kandan beslenen statükonun çatlamasına neden olmaz mıydı? Dağlara operasyon emri alan pilotun, sortide, bombalamak yerine çiçekler atması ya da bombalama emrini vicdanen reddetmesi, neden mümkün olmasın? Ne sıkılan gazlar ne askerlere, polislere yapılan saldırılar ne ordunun attığı bombalar çare oldu barışa, sorunun çözüme ve de hayata! Bu tür eylemler, sorunu, daha da içinden çıkılmaz hale getirmekte. Hangi yöntemi kullanırsak onun esiri oluruz. Bombalayarak, öldürerek barışın getirildiği, yaşamın büyütüldüğü nerde görülmüş; öldürmeye devam ederek "kan davası"nın bittiği? Ölüm getiren bütün eylemler, güvenlikçi politikaları beslemedi mi, ona hizmet etmedi mi, etmiyor mu?

   "Umut, en büyük talihtir." der Çinliler, ben de umutluyum. Çünkü savaş yerine barıştan söz edip etmekle kalmayıp geniş tabanlı bir oluşumla bunu eyleme dönüştüren bir girişim var: Barış Bloğu.
 
   Barış Bloğu, bir vaha, serap değil. Sahici. Bir tür test. Test, çünkü barış isteyenlerin dileklerinin retoriğini aşan somutluğu. Kimlik temelli değil. Birlikte yaşamın asgari şartının, temelinin ya da ön koşulunun barış olduğuna inanan, inanmaktan öte, bunu bilen, bilmekten öte, bunu defalarca deneyimleyenlerin oluşturduğu herhangi bir kişi, grup, kimlik grubu vb. ile patronaj ilişkisi olmayan bir girişim.
 
   Hayat akıyor. Debisini kana borçlu olan bu akış, hayatı çoraklaştırmakta. Kuşakların hayatlarını çalmakta, sevgilinin teninden yayılan ateşe teslim olma yaşındaki bedenler, kanın geçici sıcaklığını duyarak toprağa düşmekte ve soğumaya bırakılmakta ebediyete kadar. Hepimizin eli kanlı, kan içerek yudumluyoruz suçumuzu, çayımızı, şerbetimizi, şarabımızı, rakımızı... da!
 
   Bu savaşta iki taraf yok. Taraf tek. O da farklı yerlerden -simetrik değil şüphesiz- bağıran ama aynı makamlardan farklı nicelikte seslenenlerin kandar tarafı. Hizmet ettikleri kandar paradigmayı besleyerek statükoyu güçlendirmekte. Barışın sesini bastırmakta. O halde daha çok çıkarmalıyız barışın sesini. Onlar öldürdükçe daha az ağlamak daha çok barış çağrısı yapmak, "kanları yerde kalmayacak!"la başlayıp cenazelerdeki konuşmalarını kin ve nefret retoriklerine boğan 'apoletli ekabirlere' 'şehit' yakınları çıkıp "Kalsın!" deme cesareti gösterebilseler; operasyona adı verilen 'şehit'in annesi, "Ne hakla yavrum gibi öldürülecek gencecik insanların üzerine atacağınız bombalara benim canımın, evladımın adını veriyorsunuz!" dese.
 
   Statükoyu dilsizleştirip çaresizleştirecek olan bu 'romantik' girişim, barışa giden yolu açabilir. Barış Bloku'nun, yakınlarını kaybedenlere koşup onlara açık çağrı yapması, çaresizlik içinde savaş çığırtkanlığı dışında barışa yer açması bakımından o vakanın büyümesi, düşmanlığın kan dökerek çoraklaştırdığı, çölleştirdiği, vicdanları tozlaştırdığı bugün, bütün toplumun nefes alarak kendine gelmesini sağlayabileceği bir tür çözüm ve/veya ona yol açabilecek cesur bir başlangıç.
 
   Cesaretin öldürmekle, gözükaralıkla özdeşleştirildiği güncel 'kavrayış'ta onun bir erdem  olduğunu hatırlatır bize. "Erdem" özü gereği "iyi"dir, iyiyse arzulanan. "Mutlu" bir yaşam, iyilik üzerine inşa edilebilir. Unutulmamalıdır ki savaş çığırtkanları, Türkçe'nin o sert deyimlerinden biriyle söylendiğinde "El şeyiyle gerdeğe girmek"tedirler.
 
   Kuramsal analizlerin ötesinde gün, eylem günüdür. Gün, o silahların önünde canlı kalkan olmak, olabilmek günüdür. Gün, ölenlerin yakınlarının tek ses olup statükoyu çatlatmalarının günüdür. Gün, barışa su verip hayatı beslemenin günüdür. Gün, hayata düşman, kandar emir ve söylemleri vicdanen reddetmek günüdür. Gün, başkasının acısına sevinmek değil, o acıyı iliklerde hissetme günüdür. Ancak aynı acıya, birbirinin acısına ağlayabilenler dost olabilirler ve dostlar savaşmaz; çünkü dostluk "öküzsüz ortaklık"tır. Gün, tarihin, siyasi yapılanmalarla, devletle "öküz"e bağlı ortaklık kuranların devlet kurumunca nasıl derdest edilip 'vatan haini' ilan edilenlerin çöplüğüyle dolu olduğunu hatırlamak günüdür. Gün, oyunu bozmak günüdür. Gün, "Demokrasinin belleği zayıf, Cumhuriyetin güçlüdür." sözünde dile gelen hakikati eyleme dönüştürmek günüdür.

"Dün, dünde kaldı cancağızım.
  Şimdi yeni şeyler söylemek lazım"
                                                                        Mevlana

V. Metin Bayrak





s

2 Mayıs 2015 Cumartesi

' b a y r a m' üzerine

kamu yönetimini tahakkumle sağlamaya çalışanlar, göreli bir sürenin ardından kamunun safrasına dönüşürler ve toplum, er ya da geç o safrayı atar. safrayı atış şekli, onun ne kadar içeride kaldığıyla ya da krononikleşmesiyle ilişkilidir. demokrasisini olgunlaştırmış toplumlar (bknz. ingiltere'de üç kez üst üste seçim kazanmış demir lady'nin kendi partisi tarafından koltuktan indirilmesi), kronikleşmeden safrasını atabilenlerdir. günümüz terminolojisiyle ifade edilirse demokrasiler, bünyede safra oluşturmayan, bilakis oluşmasına mani olan, antikorlar işlevi gören kurumlara sahip olan yönetim kültürüdür. 

sakallı celal, "türk aydını, doğuya giden bir geminin güvertesinde batıya koşan kişidir." der. anlaşılabilir(di) onun döneminde bunu söylemek. günümüz anlamıyla batı-doğu, 19. yüzyılın suni biçimde ürettiği ve ideolojik olarak arkeolojinin bile araçsallaştırılarak kullanıldığı bir dönemin ürünüdür. günümüz doğucuları ya da yeni türkiyecileri, sakallı celal'den mülhem "batıya demirlemiş bir geminin güvertesinde yürüyüş bandı üzerinde doğuya yürüyen ya da koşan kişidir." denebilir. (bknz. kutlu doğum haftası etkinliklerinde yerel belediyelerden birinin yaptırdığı ve hac simülatörü işlevi gören kabe maketi ve kuran'ı kerim pastası)

hakların izne tabi olduğu süreç, ne kadar sürer bilinmez... zulüm ve baskı, kapağı kapalı bir kabın altından sürekli ısıtılmasına benzer; hiç bir güç, sürekli artan basıncı zaprurapt altında tutmaya yetmez... kim bilir, bizimki de tarih ve sosyoloji bilinciyle zehirlenmiş kişilerde görülen romantizmle soslanmış iyimserliğin körleştirip tutsaklaştırmasıdır... 

neyse, geçen yıl olduğu gibi bu yıl da ceberut devlet meşru haklarını kullanmak isteyenleri provoke ederek marjinalleştirerek kendi tutumunu meşrulaştırmak derdinde. o nedenle geçen yıl olduğu gibi bu yıl da katılıp bu kötü tiyatronun bir parçası olmak istemiyorum... (bu konuyla ilgili 1 mayıs 2014'te blogda yayımladığım yazının bağlantısı: http://vmetinbayrak.blogspot.com.tr/2014_04_01_archive.html) geçen yıl olduğu gibi bu yıl da alanlara çıkmadım, kör dövüşüne dönen bu kavganın bir parçası olmamak adına çıkmadım, ne iktidarın kamusal alanlarını onaylıyor ne de alanlara çıkan arkaik grupların oldukça militer görüntülerini. oysa bizim hayatı besleyip büyütecek anlayışlara ihtiyacımız var, bunun için de hayata, hayatın aktığı sokağa, sokaktaki ilişkilere. eğer sokakta demokratik hakkını kullananlara saldırıyorsa cinnet halinin, akıl tutulmasının ötesinde bir durumla karşı karşıyayız demektir.

benim gösterdiğim yerde yapacaksın demek, kamusallığın idam edilmesidir. siyasal alanın kalbi sokaktır, sokağa egemen olan hayata egemendir ve sokağa hayat egemen olmalıdır, hayatın egemenliği için gayret göstermelidir herkes çünkü hayat, sokaktadır, işe gidenler de sevgiliyle, dostlarla buluşmalar sokaklardadır. kamusal alan, sokaktır ve onun sahibi kamudur yani halktır; ne devlet ne de onu işleten kurumları yürüten iktidar.

almanya'da hristiyan demokrat bir vekil, sokak eylemlerinin engellenmesi için bir yasa teklifi verir, teklif, kapitalist aklın evrildiği noktalarından birini resmetmesi açısından manidardır, teklif şu: toplumsal eylemlerin yapıldığı sokak ve caddeler orada işyeri olan esnaf ve/veya şirketlere satılsın, herhangi bir eylem söz konusu olduğunda özel mülkiyeti ihlalden kovuşturma başlatılarak olaylar engellensin. bakunin, "hukuk, iktidarın fahişesidir." derken dile gelen hakikat, tarihte hiç bu denli çıplak halde kendini göstermemişti, teşekkür mi etmek lazım bilemedim? pek yakında politikacılar, 'halka hizmet' için kaynak sorununu kamusal alanların satışını gündeme getirerek yaratıcılıklarını yarıştırabilirler.

devlet, sahip olduğu akılla ve oyunkuruculuğunu işe koşarak toplumu sindirmeye yönelik uygulamalar(ıy)la ülkedeki hayatı maniple edecek güce sahiptir. sahip olduğu araçlarla pr çalışmalarını etkinleştirerek kendi egemen ideolojisini güçlendirerek kemikleştirir, rıza imalatı ile sokaktaki 'sıradan' yurttaşın zihninde haklı hale gelir; kitlenin rızasını alarak müdahalede eder, pardon saldırır. bunu, yalnızca kolluk kuvvetleriyle değil, kendine vazife çıkaran esnaf(la) da yapar. esnafın neden bu denli okşandığı anlaşılabilir, çünkü o esnaf, hayatını gasp ve besleme üzerine inşa etmiş, hep daha fazla pay alarak kobiye dönüşmek, ardından palazlanıp daha fazla pay alarak holdingleşmek arzusu içindedir. devletle ve/veya yerleşik yapı ile ne kadar özdeşleşirse mevcudunu o denli güçlendirecek ve geleceğe umutla bakabilecektir. erdoğan'ın kendisi de benzer kategorinin öznesi olması hasebiyle kitlenin haleti ruhiyesini iyi okumakta ve onları, ihtiyaç duydukları besin kaynaklarından mahrum bırakmamaktadır. en son ifadelerinden birinde kamu güvenliğine de dahil etmesi, 'tehlike'nin ne denli büyük olduğunu onların da görmesini istediği içindir. hep birlikte inşa etmeye çalıştıkları yeni türkiye bir tür illüzyon ve samimi biçimde inanmış durumdalar, çünkü zihnin düşünmek için ihtiyaç duyduğu mukayeseden mahrumlar, ellerine aldıkları her şeyi ağır, önlerine çıkan her şeyi güzel bulmaları bundandır, mukayese araçları, yeni türkiye tarihyazıcılığı temelli PR yönetimiyle zihinlere zerk edildiğinden operasyon/ları başarıyla tama(m)lanmış durumda. 

kendini sol, anarşist vb. adlandıran gruplar, ellerinde taşıdıkları pankartlar, tarihin tozlu sayfalarında kalan ve artık günümüzde romantik denebilecek konvansiyonel araçlarla ve retoriklerle politika yapmaya çalışmaktalar. bir tür hac ritüeline dönüştükleri yılda bir günlük görünürlükleri üzerinden politik netice almak peşindeler. erdoğan ve şürekası, söz konusu kitle üzerinden bütün muhalefeti itibarsızlaştırmakta; kitleyi oyunkurucu olarak oluşturduğu algıya hapsederek kendi iktidarını berkitmekte. tam da burada ölüm - sıtma diyalektiği kendiliğinden bilinçlerde zuhur eder, "çalıyor/lar ama çalışıyor/lar." vb. retorikler, rıza imalatıyla "sıtmaya razı olma"yı yaygın bilince dönüştürerek kitleselleştirir. hastalıklı bilinç, özsaygıyı aşındırır. orataya çıkan ucube ruhlar, kavrama faşizmi üretir. 19. yüzyıl victoria çağı protestan muhafazakarlığı, burada hayata egemen hale getirilir; aşınan özsaygının panzehiri olarak islam'ın poplaştırılan ritüelleri menüye dahil edilir. özsaygının aldığı tahribat, kanser hücresi gibi bedene yayılır ve vicdanı da kirletir. zehirlenen vicdanı yıkamak için de kapitalizm soslu islami ritüeller devreye sokulur. bu entegre hat ile hem neoliberal ekonomi-politika hem de islam eşzamanlı yeniden üretilerek iktidar kendini sağlama alır. maliyet mi? o, ancak reel düzlemde görülebilir; oysa türkiye'de hayat, artık o kategoride değildir.  


olup bitenlerin, iktidarca tek akıldan maniple edilen, dolaşıma sokulan retoriklerle bilinci iğdiş edilen toplum için hayatın kendisi patolojiye dönüşmüştür. 1 mayıs'ın öncesinde, esnasında ve sonrasında yaşananlar, patolojinin hayatın kılcal damarlarına değin sirayet ettiğine delalettir. toplumu oluşturan kişiler, ruhlarını sanatla arındırırlar, bunun için de üretirler ve tüketirler sanat eserlerini. sanat, reel olanın ötesindedir. bir tür paralel hayattır, evreni, kategorisi farklıdır. koşulu, hayatı kavramaktır. oysa bugün, reel olan dahi kavranamaz hale gelmiştir; o nedenle hayat da reel değildir. bunun için "subreel" yani "gerçekaltı" kavramını kullanılabilir, çünkü olağan toplumsallıklarda bu yaşadıklarımız gerçek olamaz. gerçek olsa bile tepkiler, "böyle" mi olur? kuramsal yaklaşımlarla türkiye'deki toplumsal olgulara zihinsel anlamda lal olmam, biraz da bundandır pek çok insan gibi benim de. yaşadıklarımızın olağan olmadığı konusunda anlaşıyoruz genellikle, bu hafta izmir ziyaretimde uzun yıllar sokakta politika yapmış, militarizm ve vicdani ret mücadelesi vermiş dostum vedat zencir, bana, sanki türkiye'yi bir deyimle anlama kılavuzu verivermişti farkında olmadan, artık gündemimizi her anlamda esir eden türkiye sosyolojisi ve uzantısı olan politikasıyla ilgili tartışırken, son zamanlarda çok farklı kesimlerin sıklıkla dillendirdikleri "hasta bir toplum" olduğumuzla ilgili ifadeleri dillendirince bana şunu söyleyiverdi: "türkiye, bilinçalt(lar)ının davranışa dönüşüp hayaya sızarak olağanlaştığı bir ülkeye dönüştü." deyiverdi, özetle bilinçaltının olağanlaşmasını yaşamaktaydık, akıl tutulması sıklıkla dillendirilir, ortada bir akıl falan kalmadı -çünkü akıl, bir tür bilinç/lilik halidir- kaldıysa bile feraseti yok. 

bayram, mis sokak'ta bu yıl yedincisi düzenlenen "sokak partisi"ndeydi. ne eli bayraklı militer örgütler ne de polisler vardı. ne mi vardı? şarkı, dans, neşe, sohbet, "şarapta bilgelik, birada özgürlük, suda bakteri vardır." sözünden özgürlüğün alındığı, alınmakla kalmayıp yaşandığı bir akşamdı, geceydi, sabahtı... ve sokakla sahibi hemhal olmuştu iki aşık gibi; siyaset tam da bu hemhallik değil mi? 

panta rhei (her şey akar)... istanbul bakar...

V. Metin Bayrak
1 - 3 Mayıs 2015, Heybeliada, İstanbul



24 Nisan 2015 Cuma

çart / komşularınız nerede?


çart*


komşularınız nerede?


dilimiz?
en büyük siyasetimiz
kelimelerimize hapis hayatımız...


kültürümüz?
ötekini tehdit üzerinden tanımlayan
çatışmacı
yaşananlara örtü...

yurdumuz?
kelimeler değil…
kelimeler çare
kelimeler ilaç
değil...
aksine
idam fermanı
ölüm
nefret...

‘uygar’ devletler?
trajedi pazarlamacısı
yıkamakla meşguller mazideki üç maymunluklarını

yüzleşme?
“boğazımızdaki kılçık”
huzur vermiyor.
her nefeste, yutkunmada...
o r a d a . . .
hatırla!
hatırla ki yutkunabil!

huzur?
minarelerin yüksekliğinde
her sokağa dikilen camide
28. umrede
17. hacda
dilinizde sakıza dönen dualarda
en yüksek diktiğiniz bayrak direğinde
devlet soslu hamaset tarihinizde
artan paranızda
türk’e türk propagandanızda...
d e ğ i l . . .

gasp?
gasp üzerine bir hayat kurulamaz…
kurulamadı
kurulamayacak da
işte, 100leşme vakti
arınma/k için...
suçtan
kılçıktan
ve de hamasetten...

kanıt?
komşusuzluğunuz/du
hadi “kanıtla!” diye sorulmaz ölülere
“konuşmaz ölüler!”
kahve de içmezler

kardeşlik?
kardeş değildiniz…
dostluktu ilişkinin mayası
yanyanalığı, birlikteliğe dönüştüren
dostluk/tu…
dokunmak
sarılmak
göz göze gelmek
gözyaşlarını dışarı akıtmak
sonra?
öpücüklerle alıp kuşlara vermek…
alıp götürsünler gökkubbeye
sonra?
yağsın acılar bütün insanlığın üzerine
hepimiz sorumluyuz trajedilerden…
sonra?
vicdan yıkamadan yüzleşmek
m a z i yle

vicdan?
trajedileri siyasi pazarlık kılanları tanımaz
düşmanlığı besleyip yeni “çart”lara kapı aralayanlara kör
kamplaştırıcı ‘kelam’lara sağır
kimlikleri görmez...

video et taceo
yalnızca soruyorum:
“komşularınız nerede?”

V. Metin Bayrak
24 Nisan 2015’ Heybeliada, İstanbul

* “çart”, “kesim”, bir insanın boğazına hançeri dayayıp kesmek, geniş anlamda ise “kırım” anlamına gelen ermenice kelime.
** lat. görüyorum ama hiçbir şey söylemiyorum. 


görsel notu: unutmabeni çiçeği, ermenice adıyla "anmoruk", 1915'te yaşanan tehcir, katliam, soykırım sonrası anavatanlarından koparılan ermeniler için önemli bir sembol. çiçeğin beş ayrı yaprağı, bu büyük felaket sonrası beş ayrı kıtaya dağılan ermenileri simgeliyor.