11 Eylül 2016 Pazar

Can Sıkıntısı Üzerine


Can Sıkıntısı Üzerine
“Önce söz vardı.” Tevrat
“Varoluş, özden önce gelir.” Sartre
Kavramlar: Can, sıkıntı, can sıkıntısı, özgürlük, toplum, habitat, mahremiyet, varoluş, mânâ
Metaforlar: Niş, kovuk, kaçış, ağırlık, kayboluş / yitiş, kendini arama, ayrık otu, deprem, post
Varsayımlar:
a.    Düşünceler soyut, algılar/hisler gerçektir.
b.    Varoluş, sözden/mânâ’dan önce gelir.
Tezler:         
                     a. Modern insan, kendinden kaçar.
                     b. Eğlence, kendinden kaçış araçlarından biridir.
                     c. İnsan, kimlik gruplarıyla özdeşleşerek kendinden kurtulur.
                     d. Evrim, insanın yalnızlığını çalıp gasp etmiştir.
                     e. Can sıkıntısı, canlının bireysel varoluşuna duyduğu özlemdir.
              f. Can sıkıntısı, kuşatılmışlığı kıran, oligarkları hiçleştiren, özü gereği mânâyı yaşamdan kürtaj edebilendir.
                     g. Can sıkıntısı, canlının, “ethos”un yapaylığından kaçıp doğayı arzulamasıdır.
                     h. Can sıkıntısı, canlı olma arzusudur.
“Modern insanın gündelik yaşam/a pratiği, kendinden kaçmak üzerine kuruludur. tezi, aktüel bilinçlerce pek yadırganmaz. İnsanın insanlaşma sürecinde zapturapt altına almaya çabaladığı doğasallığı ile onu egemenliği altına alıp sindirip kontrol etmek istediği akılsal yanı arasındaki diyalektik, biçim değiştirerek hayata yön vermeye devam etmekte. “İnsanın en büyük hapishanesi kendisidir.” sözü, insanın kendinden kaçma(k) isteğine işaret eder.
Canım sıkılıyor, sıkılmak, sıkmak, can, canım, can sıkıntısı, sıkıntı, canı çıkmak, sıkıp özünü çıkarmak, sıkıp üzmek, sıkıp kaçırmak, canını almak, can almak, can vermek, canan…
Can; hayatı, kanı, ruhu imlerken; sıkıntı, içsel ve/veya dışsal nedenlerle canlılık üzerindeki baskı olarak düşünülür.
Bu yazılama, “can sıkıntısı” kavramını/deyimini doğal-toplumsal yaşam, özgürlük, toplum, bireysellik, mahremiyet, niş, kovuk, kaçış, ağırlık, varoluş, mânâ kavram ve metaforlarıyla didiklemeyi, yeni bir perspektif oluşturup patika açmayı ve oradan bakışın temellerini atmayı amaçlamakta.
“ ‘Canım sıkılıyor.’ diyen bir kişi, aslında ne demek istiyor?” sorusu yerine, burada -ya da en azından bu yazılamada– “Ne hissediyor?” sorusu sorulabilir. Düşünmede, sezmede, hissetmede – bu konuda – bize yolu bu sorunun açacağı varsayılmakta.

Yazılama, söz konusu kavramları, varsayımları temel alarak anılan metaforlar yoluyla raslamsal tezlerini, düşüncelerini – noesis – savlamaya gayret eder. Hadi, patikaya vuralım. Yolumuzu açalım. Sorularımızın uyandırdığı hislerimiz rehberlerimiz. Aklımızdan, zihnimizden ziyade duygularımıza, sezgilerimiz eşlik etsin.
Felsefe, mevcutla yetinmeyip yeni yollar açmaya yöneltir; bizler, günümüz insanından ve/veya yaşamından memnun değilsek, bunun müsebbiblerinden biri Akıl ve türevi İktidar yapılanmalarıdır. Aklın fetişleş(tiril)mesi, insanın ve habitatının doğasallığının da unutulmasıdır. Çevre hareketinin dolaşıma soktuğu kavram ve tezlerin, bugün SS’ler tarafından – hoş, daha çok kâr maksimizasyonunun bir aracı olarak görülen PR çalışmaları kapsamında – da desteklenmektedir.
Ali, tipik orta sınıf öznesi olarak gündelik yaşam rutini içinde işten – eve, evden – işe, arada birtakım sosyal organizasyonlara katılır. İşte, evde ya da sosyal ortamlarda, sorumluluklarını yerine getirir ama canı sıkılır. Nedenini bilmez. Nedensizdir. Yalnızca kaçmak ister neden olduğunu bilmeksizin. Heidegger’in nedensiz can sıkıntısı gibi. Şundan ya da bundan değil, “varlığın, insanın ayağının altından kayıp gitmesi” metaforunu kullanır ve ortaya hiçin çıkmasından söz eder.
İnsanın yaşı, cinsel yönelimi, dini, aidiyetleri, sınıfı vb. fark etmeksizin her öznenin belli oranda yaşadığı bir duygulanım, içsel seziş, kavrayış halidir. Hepimiz, kaçınılmazcasına “can sıkıntısı"nı yaşarız. Bu, tarihsel değil, her dönemde kendini hissettiren toplumsal bir olgudur.
İnsanın insanlaşma sürecini, “ayrık otu” metaforuyla işleyerek can sıkıntısının doğasallığını göstermeye çalışalım:
Neolitik dönemde tarım devrimini gerçekleştirip yerleşik hayata geçen insan, milyonlarca yıllık bitki örtüsünü kürtaj edip kendine tarım alanları açar, orada ziraat yapar; o topraklara başka tohumlar  - göçmen tohumlar – eker. Her yıl, oradan, yurdundan kürtaj edilen asıl sahipleri, doğanın her uyanışında kendilerini yeniden gösterirler; insanlar, her yıl, onları kökler, keser, yolar, yakar, gününe göre geliştirdiği ilaçları kullanır, gübreler ama oranın asıl sahibi olan “ayrık otları” ölmez. Her seferinde yeniden uyanır, gösterir kendini; bu, bir anlamda doğanın akla olan üstünlüğünün, köklülüğünün göstergesidir; yaşama arzusunun da. İnsan/kültür, bir anlamda bu yaşama arzusuna karşı iktidar pratiği olarak da okunabilir.
                     Tezler
a.    “Modern insan, kendinden kaçar.”
İnsan, canının sıkılmasıyla birlikte ağırlaşır, ortamından uzaklaşır. Etik habitatı, anlamını yitirir. Yerleşik değer yargıları da. Bağsızlaşır. İnsan, mânâ üzerine yüklenen ve anların taşıyıcısı olduğu bir çatının altında göreli olarak fazla yük taşımadan, sorumlu olmadan yaşar. Oysa can sıkıntısı, o korunaklı yapının çökmesidir. Bir tür depremdir. Pek çok kişi, bu depreme, ağırlığa dayanamadığı içindir ki, yaşamlarına son verirler. Bu ağırlık, bir karıncanın, kelebeğin, solucanın, balığın, sineğin, atın, devenin taşıyabildiği “yaşam/a” ağırlığıdır. İnsan, yaşamasını akli kurumlara ya da mânâya delege etmiştir. O nedenle de sorumlu değildir. Can sıkıntısıyla ortaya yaşamın sorumluluğu (da) çıkar. İnsan, doğasını kaybeden trajik bir varlık olduğundan karıncanın, kelebeğin taşıyabildiği ağırlık karşısında paradoksal biçimde ezilir.
b.    “Eğlence, kendinden kaçış araçlarından biridir."
Modern insan, meşguldür, meşguliyetleri çoktur çünkü. Evde, işte, dışarıda. Adorno’nun “Kültür Endüstrisi” kavramı, tam da burada gösterir kendini. İşle, aileyle, sosyallikle, eğlenceyle meşgul edilir. Her biri, aklın, “ethos”un ürettiği mânâyla biçimlenir. İnsanı meşgul eden kurumların oligarşisi iktidardır: din, devlet, endüstri. Can sıkıntısı, oligarşiye karşı insanın doğasallığının sesidir. Can sıkıntısıyla, oligarkların kurum ve kavramları iktidarsızlaşır. Can sıkıntısı, oligarkaların iktidarını o kısacık anında sarsar, mânâsızlaştırıverir.
c.    “İnsan, kimlik gruplarıyla özdeşleşerek kendinden kurtulur.”
 İnsan, aynı toteme bağlı toplumsal üye olmaklığından bu yana birtakım küçük ve/veya büyük kimlik gruplarıyla homojen topluluklar oluşturur. O grupların içinde de erir. Erime, kendinden gelen ağırlıktan kaçıştır. “Onlar”la birlikte olmak, insanın, türdeşlerinin gözünde, algısında yeniden yaşatılır. Oysa insan, akılla çoktan öldürülmüştür. O, yoktur. Akıl, onu öldürmüştür. İnsanın topluluk içinde erimesi, yaşama duygusu özlemdir; oysa bu, suyun altında boğulan birinin kendine gelmesi için grizu patlaması olan bir kömür ocağına konmasıdır. İnsanın oligarklara ait kurumlar arasında oradan oraya savrulup gitmesi, bu metaforla (da ) anlatılabilir / ifadesini bulur. Can sıkıntısı, insanın bir canlı olarak yeniden nefes almaya başladığı bir niştir. Aslında bir tür “ kriz anı”dır. Heideggerce söylersek. Bir tür özgürleşme imkânı. Oysa o ağırlığa pek az insan dayanabilir; pek çoğu, oligarkların kurum ve kavramlarına can simidi niyetiyle sarılır.
d.    “Evrim, insanın yalnızlığını çalıp gasp etmiştir.”
Evrimle insan, doğasının / doğanın dışında paralel bir evren / habitat “ethos”u oluşturur ve burada, doğa dışında bir ontolojiyle sahip olan toplumsallığın ürünü ya da kendisi olan oligarkların kurumlarına tabileşir. Doğal yaşam içinde kendi ve doğa dışında hiçbir şeye ihtiyacı olmaksızın yaşayabilen insan, oligarkların kurumlarına bağlı hale gelir. Doğal ihtiyaçları, yerini suni/yapay olanlara bırakır. (İnsanın tükettiği ve/veya satın aldığı ürünlerin ihtiyaç ve yapay ihtiyaç oranı %20 -%80’dir. Gelirinin %80’ini yapay ihtiyaçlara harcar.) Bu veri de bize, yine sezgisel olarak şunu gösterir: evrim, insanın doğasını, yalnızlığını çalar; yerine yapay bir dünya verir ve onun bedelini, tüm yaşamını satın alarak ve de ipotek altına alarak tahsil eder. Bu olgu, “post” metaforuyla ifade edilebilir: Postu olan bir canlının, evrim tarafından postu alınır ve üzülmemesi, her ortamda – sosyal, fiziksel – kullanabilmesi için farklı kıyafetlerin verilmesi; canlının da bunları yani farklı postları edinebilmek amacıyla hayatını satması. İnsanın yalnızlığının çalınması, Lacanca söylendiğinde bilinç dışına itilenlerle sezgisel anlamda yüzleşme durağıdır can sıkıntısı.

Derkenar:    Tezler – raslamsal tezler, birbirleriyle ilişkilidir. Kümeler mantığıyla ifade edilirse her tez bir halkadır; her halkanın ya da kümenin öğeleri vardır, alt kümesi olan kavramlar. Venn şemasıyla bu ilişkiler/i görselleştirilebilir.

e.    “Can sıkıntısı, canlının bireysel varoluşuna duyduğu özlemdir.”
Hayat, her türden canlının üzerine sevinç ve üzüntüyle çöreklenir. Bölge/si için savaşan / dans eden kobralardan biri kaybeder ve oradan uzaklaşır. O uzaklaşma, melankoliktir. Canlının, varoluşuna dair derin seziştir. Can sıkıntısı, oligarkların kuşatması altında, o janjanlı hayatın ambalajının, örtünün çekilip alınmasıyla da, belki de en çok o tür durumlarda gösterir kendini. O an, tam da o an, insanın bireysel varoluşu, kollarını açıverir. İnsan, o kollara sığınırken, oligarkların giydirdiği her şeyden arınır; arınma, kollara sığınmanın ön koşuludur. Söz, mânâsını yitirir; iktidarını da.
f.     “Can sıkıntısı, kuşatılmışlığı kıran, olacakları hiçleştiren, özü gereği mânâyı yaşamdan kürtaj edebilendir.”
Can sıkıntısı, oligarkları hiçleştirir, kuşatılmışlığı kırar; özü gereği mânâyı yaşamdan / ”ethos”tan kürtaj eder; varlığı sözden ya da mânâdan soyar. Can sıkıntısı, yalınlıktır. Fazlalıkların, kültürün atılması, kültürle iğfal edilen varlığın paklanması, arınmasıdır.
g.    “Can sıkıntısı, canlının, “ethos”un yapaylığından kaçıp doğayı arzulamasıdır.”
Can sıkıntısı, “ethos”un yapaylığından kaçıp doğayı arzulamaktır. Can kısıntısı, arzudur, doğanın arzulanmasıdır; arzu ise, yaşamın iktidarı. Oysa “ethos”, bu arzuyu iktidarı altına alan çevredir; egemenliği altına alırken de oligarkları, kurumlarını ve kavramlarını ve bunların toplam olan “söz”ü üretir. Can sıkıntısı, işte, bunlardan kaçıp doğayı, doğasını arzulamasıdır canlının; bir tür kendi kendini arzulamak. Bu anlamıyla bir tür “otoerotizm” denebilir can sıkıntısı için.
h.    “Can sıkıntısı, canlı olma arzusudur.”
Tezler arası ilişkiler, şemada gerçekleştirilerek somutlaştırılmaya çalışıldı. Ethos, oligarkları, kurumları ve kavramlarıyla, bunların toplamı olan “söz”le insan türünün üyesi olan ve etik bir varlık olmadan önce canlı olan, özü gereği canlılığını, hayatta kalmayı arzulayan varlığın yaşama isteğini hadım eder. Ahlakileştirerek yani anlam(lı)laştırarak ontolojisini kaydırır. Nasıl para yenemezse, onun aracısı olduğu şeylerde istenen, sözün altındaki çıplaklıktır arzu nesnesi, o, ruhu doyuran, ruha dokunan. Arzu nesnesine giden yolun kapısını aralayansa can sıkıntısıdır. Örtüyü kaldırıp oligarkların mânâsından arınan varlığın duyarlılığı en üst seviyeye çıkar. Hisleriyle arasındaki sözsel filtre kaldırılır ve varlıkla, kendisiyle, özdeşliğiyle yüzleşir!
Can sıkıntısının, kimi müminlerce, inançsızlıkla ilişkilendirildiğine tanık olunur. İnanç, hayatın metafizikçe anlamlandırılmasıdır. Şematize edilirse Platon’un mağara alegorisi kullanılabilir:

Dünya -------------------------- Nesnel / Fizik
Ethos --------------------------- Gölgeler / Mânâ
İnanç ---------------------------- Gölgeler gölgesi / Metafizik

 
‘İlaç’ niyetine metafizikle soslayıp temellendirilerek sunulan/lar, insanın, yukarıdaki tezlerde irdelenen olgusallığı için zehrin kendisidir. Yazılamada temel patolojinin ve/vaya insanın trajikliğinin “ethos” olduğu iddia edilmektedir. Dinlerse “ethos”u da aşarak yeni bir dünya kurmak iddiasındadırlar. Bir başka deyişle evrimle postunu kaybeden insanın ethos tarafından farklı bağlamlarda giydiği pek çok kıyafet yerine, bunlardan biriyle hayatın kotarılması savlarlar, savlamakla kalmazlar, içindekileri de biçimlendirmek pratiklerini, rıza imalatı süreciyle icra ederler. İnsanı, giydiği, içine sokulduğu patolojik, trajik halenin matematiksel türevini alır. Menşeinden uzaklaşan insan, daha da zehirlenir. İnsanı zehirleyen mânâdır, mânâya hapsolmak. İnsanın hayatını gasp eden, onu esir alan mânâ; dinsel kategorilerse mânânın mânâsı, meta–mânâdır, insanı varoluşundan uzaklaştıran, onu tutsaklaştıran.

Sonuç niyetine
Can sıkıntısı esnasında içkiye, sarhoşluğa duyulan ihtiyaç bir kaçış değil aksine kurtuluştur. Sarhoşluk, insanın “ethos”un çevrelenmişliğinden kendini azadeleştirmesidir. Can sıkıntısı, bir tür özgürleşme imkânıdır. İnsanı, yaşadığı tutsaklığa karşı ayıktırandır. “Ethos”un uykusundan can sıkıntısı uyandırır. İnsan, ayılmak için (de) sarhoş olur, ethos tarafından zehirlenenler südrükleşirken, diğerleri esrikleşerek canlılığa, kendilerine, doğayla özdeş benliklerine dokunurlar.

Esrik ruhlara selam!
Aralık 2015, Muğla
V. Metin Bayrak