25 Haziran 2014 Çarşamba

Kozmopolitasın İnşasında Felsefenin Yeri Üzerine

Kozmopolitasın İnşasında Felsefenin Yeri Üzerine*

“Konuştuğun kelimeler, yaşadığın ev haline gelir.” Hafız

Konuşmamı, Mezopotamyalı mültecilerin nezdinde her türden kimlik siyaseti mağdurlarına ithaf ediyorum.

Özet
Toplumları anlamanın araçlarından biri de her toplumda görüldüğü varsayılan eğitim, aile, sanat, ekonomi, siyaset ve din kurumlarına bakmak. Toplumsal kurumlardan biri olan eğitim, devletin doğuşundan beri iktidarın ideolojik bir aygıtı olarak kullanılagelir. Endüstri Devrimi ile birlikte eğitim ihtiyacının artması, devletin eğitime daha fazla eğilmesine neden olur. Bütün toplumsal kurumların, en azından kuramsal düzlemde, “iyi insan” yetiştirmek için hareket ettiği iddia edilebilir. Kurumların organizasyonu olarak da kavramsallaştırılabilen devlet ve daha da özelde eğitim ve kurumları, "bu"nu nasıl gerçekleştirdi, gerçekleştiriyor ve şüphesiz en acil soru nasıl gerçekleştirecek? Dünya yurttaşlığı mümkün müdür?  Peki nasıl? Etnisite, dil, din, mezhep ve/veya tarikat, sınıf, sosyal zümre vb. üzerine inşa edilen kimlikler, dünya barışını sağlayabilir mi? Sağladı mı? Dünya yurttaşlığı vizyonu ya da bir başka deyişle "kosmopolitas" bilinci, her biri küresel öğelerle beslenen çocuk ve gençlerde “de facto” mevcut; bunu kuramsal bir dayanağa kavuşturmak için felsefe, bir eğitim aracı olarak değerlendirilemez mi? Bu bildiride, eğitim ile barışın olanaklı olduğu, "nasıl"ının dayanakları, felsefedeki ‘reductio ad absurdum’ (saçmaya indirgeme) yöntemi kullanılarak yapılmaya çalışılacak. Özetle, tarihte, özellikle 20. y.y.da ve hala günümüzde savaşların araçları ve/veya gerekçeleri olarak kullanılan “kimlik”lerden yola çıkarak “barış”ın mümkün olmadığı gösterilerek “cosmopolitas” temellendirilecek.

Giriş
Konuşmamı, akademisyen, blogger, eğitimci, sivil toplumcu kimliklerimi kesiştirmeye gayret ederek olabildiğince eklektik bir yapı üzerine kurmaya gayret ettim. Akademik kimliğimi zımnen işe soktum, çünkü burada öne süreceğim tezler, akademik süzgeçten yeterince damıtılmış değiller. Blogger kimliğimle de anlamında kolay okunabilir ve/veya takip edilebilir, kılmaya gayret ettim. Sivil toplumcu kimliğim, politik alanı önemli bir değişken olarak işe dahil etme sorumluluğu yüklemekte. Metin, tanınan 15’ süreye sığdırılamayacak denli uzun(du); olabildiğince daraltıp hapa dönüştürdüm. Kişisel blogdan ya da yapılırsa sempozyum kitabından tam metne ulaşabilirsiz.

Zirvenin çağrısında ifadesini bulan kavramların yan yana gelmesinin/getirilmesinin özel bir anlamı olsa gerek: Toplumu bir arada tutan ortak kültür, eğitimle aktarılmakta. İnsan yavrusunun hayata hazırlanmasında aileden sonra sokakla birlikte okul ve öğretmenler gelmekte. Aile, özel alanda kalırken okul, kamusal alanın doğrudan merkezinde yer almakta. Eğitim, kamusal alanın özel türden bir birimi olması nedeniyle de devletlerin çeşitli tasarruf hakkı gördüğü kurumlar olagelmiştir. Bu nedenle eğitimin, sıklıkla, ideolojikleştirildiğine tanık oluruz.

Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu coğrafyasıyla çevrili Küçük Asya, tarihsel süreçte heterojen dokusunu muhafaza etmiş; dokuyu dinsel, mezhebsel, etnik, ideolojik vb. anlamda homojenize eden ve/veya etmeye çalışan her türlü girişim, birlikte yaşam ya da barış kültürünü zedelemiş ve büyük trajedilerin yaşanmasına neden olmuştur.

Eğitimle barış, mümkün müdür? Küreselleşmenin, sosyal mobilizasyonun her geçen gün arttığı bir dönemde, insanların yersizleşmesinden ziyade birçokyerdeliği söz konusu; birçokyerdelik, pek çok kültürle, dille, insanla, toplumla karşılaşmak, ilişki kurmak, iletişmek anlamına gelse gerek. İnsan, böyle bir ortamda kimliksel bir ifadeyle mi yoksa kimliklerden arınarak mı ilişkide yer alacak? Hangisi, arzu ettiğimiz bir dünyanın kurulmasını sağlayabilir koşulsuzca?

Eğitim, bir kişi ve toplum olarak birlikte yaşamın güvence altına alınmasında bir işlev üstlenebilir mi? Nasıl? Zirvede, farklı coğrafya, ülke ve kültürlerden gelen eğitimciler, eğitimle barışın olanağını tartışma konusu yapacaklar. Bu zirvenin kendisi, eğitimle barışın ne denli mümkün olduğunun somut bir göstergesi olarak okunabilir.

Ders kitaplarından öğretmen yaklaşımlarına, olaylar karşısındaki tutumlarımıza, farklı dil, etnisite, kültürden öğrencilerin, eğitimcilerin paylaştığı okul ortamı, toplumsal barışın simülasyonu olarak tasarruf edilemez mi?

Eğitim, devletlerin ideolojikleşen bakışlarından, gündelik politikalarından çıkarılıp önündeki “milli” nitelemesinden de arındırarak birlikte yaşamanın ön koşulu olan ötekileştirici dillerden arındırmak yönünde çalışmaların desteklenerek barış kültürü beslenebilir. Barışın gerçekleşmesinde, yaşamasında eğitimden nasıl istifade edilebilir? Nasıl bir eğitim felsefesi? Referansı ne olabilir barışı oluşturan/oluşturacak ve koruyan/koruyacak bu felsefenin?

Bildiri
Toplumları anlamanın araçlarından biri de her toplumda görüldüğü varsayılan eğitim, aile, sanat, ekonomi, siyaset ve din kurumlarına bakmak. Toplumsal kurumlardan biri olan eğitim, devletin doğuşundan beri iktidarın ideolojik bir aygıtı olarak kullanılagelir. Endüstri Devrimi ile birlikte eğitim ihtiyacının artması, devletin eğitime daha fazla eğilmesine neden olur. Bütün toplumsal kurumların, en azından kuramsal düzlemde, “iyi insan” yetiştirmek için hareket ettiği iddia edilebilir. Kurumların organizasyonu olarak da kavramsallaştırılabilen devlet ve daha da özelde eğitim ve kurumları, "bu"nu nasıl gerçekleştirdi, gerçekleştiriyor ve şüphesiz en acil soru nasıl gerçekleştirecek? Dünya yurttaşlığı mümkün müdür?  Peki nasıl? Etnisite, dil, din, mezhep ve/veya tarikat, sınıf, sosyal zümre vb. üzerine inşa edilen kimlikler, dünya barışını sağlayabilir mi? Sağladı mı? Dünya yurttaşlığı vizyonu ya da bir başka deyişle "kosmopolitas" bilinci, her biri küresel öğelerle beslenen çocuk ve gençlerde “de facto” mevcut; bunu kuramsal bir dayanağa kavuşturmak için felsefe, bir eğitim aracı olarak değerlendirilemez mi? Bu bildiride, eğitim ile barışın olanaklı olduğu, "nasıl"ının dayanakları, felsefedeki ‘reductio ad absurdum’ (saçmaya indirgeme) yöntemi kullanılarak yapılmaya çalışılacak. Özetle, tarihte, özellikle 20. y.y.da ve hala günümüzde savaşların araçları ve/veya gerekçeleri olarak kullanılan “kimlik”lerden yola çıkarak “barış”ın mümkün olmadığı gösterilerek “cosmopolitas” temellendirilmeye gayret edilecek.

Yamyamlardan, klanlardan kalma çeşitli ritüeller vardır; bunlar, hala yaşamakta; üstelik daha vahşice değil daha medeni. Vahşilik, yaşama düşman değildir. Şöyle ki, bir klan için insan, kendi toteminden doğandır; aynı toteme sahip olanlardır insan; başka klandakilerse insan değildir; canlıdır sadece; o nedenle avdır, avlanır ve yenir. Tıpkı Yeni Dünya’yı keşfeden İspanyollar gibi. İspanyollar için de insan, Avrupalılar gibi ata binen, kıyafet giyenlerdir; oysa yeni dünyalılarda bunlar gözlenmez; o halde bunlar yani yerliler, insan değildir; tıpkı hayvanlar gibi öldürülebilirler; İspanyollar, yerlileri salarlar ve safari yaparlar. İlkel diye nitelendirdiğimiz klanlar, zevk için değil, ihtiyaçları için öldürürler ve yerler. Oysa ‘uygar’ dünyanın insanlarıysa zevk adına. O nedenle vahşi değildir yaptıkları insancadır, üstelik pek insancadır.

Hepimiz, birbirimiz için ‘barbar’ olduğumuz bir dünya mı istiyoruz? Barbar kelimesi, bu anlamda çok öğretici; kelimenin doğuşu, zaman içinde kazandığı anlamlar, bizlere, yol gösterici olabilir. Özellikle de günümüzde. Burada toplumsal belleğimizi tazelemek adına kimi hatırlatmalarda bulunacağım. Belki de asla kapanmayacak insanlık yaralarını kanırtıp kanatacağım. Toplumsal belleği tazelemek amacıyla hatırlatacağım acılarımızı. İstiklal Marşı’nın şairi, M. Akif’in tarihe dair şu sözleri anılmaya değerdir:
“Tarihi tekerrür diye tarif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?”

“Barbar”, klasik antikitede kendi şehirlerinden olmayanlar, kendileri gibi düşünüp yaşamayanlar anlamında içeriklendirirken Romalılar, vandallar yani herhangi bir neden olmaksızın şiddete başvuran ve yakıp yıkanları tarif etmek amacıyla kullanırlar. Ortaçağ Avrupasında şüphesiz Hristiyan olmayanları anlatır. Kavram, günümüzde, hala Romalılar’ın yüklediği içerikle yaşamaktadır. Mesela Türkçe’ye Fransızcadan geçen sıfat, a. uygarlaşmamış kavim, topluluk; b. kaba saba, ilkel; c. kaba, kırıcı anlamında yer almaktadır sözlüklerde.

Burada dünya tarihindeki çeşitli trajedileri anmak istiyorum:
- Kızılderili katliamı
- İspanyoların yerli kırımı
- Avustralya yerlileri Aborjinlerin kırımı
- Yugoslavya’nın ardından yaşananlar
- Ermeni Tehciri
- Ermenistan’ın Hocali katliamı
- Nazilerin Yahudi soykırımı
- Ortaçağ Katolik Kilisesinin Yahudi kırımı
- Katolik Hristiyanların Katar katliamı
- Stalin’in gulakları
- Mao’nun toplama kampları
- Japonya’nın Kamboçya katliamı
- Fransa’nın Cezayir katliamı
- Kuzey Kore’nin toplama kampları
- Ruanda’da yaşananlar
- Afganistan, Irak ve Suriye’de yaşanan güncel durum
Katliama içkin olan şey iktidardır. Onun güçlenmesi, kimliğin pekişmesini doğurur. Pekişen kimlik, var olabilmek adına ötekisine ihtiyaç duyar. Yarattığı ötekisi, kendini var ettiği gibi, onu değersizleştirerek kendini değerli hale getirir; üstünlük, yapacağı her şeyi psikolojik anlamda rahatça yapmasını sağlar; hatta, dinsel, hukuksal, toplumsal olarak meşrulaştırır. Devletin, iktidarın ya da egemen ideolojinin, dünya görüşünün kalemşorları ya da teorisyenleri, yazdıkları ‘fetva’larla ‘sıradan’ kişileri, iktidarın bekaası için ideolojik birer araç olarak kullanır. Bunun en tipik örneği Nazi dönemi bilim insanlarıdır. Konu üzerine çok yazılmasına, çizilmesine karşın hala bakir bir alan olduğu kanaatindeyim. Çünkü paradigma, uygarlık, vahşet, hukuk, insan hakları gibi oldukça modernist ve semavi dinlerin de meşrulaştırdığı insanmerkezci bir perspektife dayanmakta.

Suçun kolektif olması, ideolojik olarak dolaşıma sokulan kavramlarla zihinlerin ipotek altına alınması; bireyin kişiliğinin ezilerek insanlaştırılmaları gibi saikler, özsaygıyı bertaraf edince geriye kalan fenomenolojik olarak insan değildir. Bir tür avatartır. İşte ideoloji, belli türden bir kimliği temele alarak iktidarı ve en başta eğitimi dizayn etmeye çalıştığında kaçınılmaz biçimde kimlik girdabına kapılmakta.

İdeolojilerin sıklıkla başvurduğu x ya da y kutsalı için ölümün yüceltilmesi, ‘sıradan’ insanların feda edilebilir görülmesi sağlar. Bu kaçınılmazdır, çünkü ‘sıradan’ insanları nasıl cepheye sürüp rahatça ölmeleri/öldürmeleri sağlanabilir ki? İdeolojiler, üst kimliklerle katliam yapanlar, savaşanlar, primitif ya da ilkel olduğunu iddia ettiğimiz klanlardan daha insan, yaşama daha düşman. Yamyam olarak aşağıladığımız klanların ‘zevk’ için öldürmediklerini hatırlayalım.

Nietzcshe, “İktidar yozlaştırır, mutlak iktidar mutlak yozlaştırır.” der, çağdaşı Bakunin, onu destekyelici şu sözü söyleyerek kişileri masumlaştırır: “En ateşli devrimciyi alın, ona mutlak iktidar verin, bir yıl içinde Çar’dan daha beter olacaktır.” Oysa kişiler de masum değildir. Masumluk, insancadır. İnsanca olan her şeyse yaşama, doğaya aykırıdır. Amaç, özellikle eğitimle insanın zararını yok etmek değil, çünkü bu olanaksızdır; olabildiğince minimalize etmektir.

Eğitim, kimlikleri parçalarsa ondan beslenen iktidarı da parçalar; barış, kimliklerin, devletlerin, iktidarın parçalanmasıyla gelecektir. Değilse, bugün x, yarın y, öbür gün z zulmüne tanıklık edeceğiz. Ölüm, yine bir başka iktidarca üretilen çeşitli kültler ile yüceltilerek gönüllü olarak ölmeye gidecek insanları(nı) bulacaktır. Örnek: IŞİD! Örnek, devrim için ölenler! Örnek: Cihat için ölenler/öldürenler...

Herhangi canlı ya da değil bir varlığı milyarlarca kez büyüttüğünüzde amorf olduklarını fraktallarda görebiliriz: Bir araya geldiklerinde şüphesiz bir uyum yaratırlar; yarattıkları uyum, bileşenlerin “aynı” oldukları anlamına gelmez. Eğitim, özellikle 19. y.y.dan bu yana oldukça militarist bir örgütlenmeyle toplumu, ideolojik olarak yaratılan üst kimliklerin altında birleştirmek için üretilen politikalara dayandırılmakta.

Bunun tipik örneklerine öyle çok rastlarız ki, neredeyse tarih bunların çöplüğüdür bile denebilir. Benim için kuramsal bilginin ötesinden kanımla, canımla, ruhumla yaşadığım kişisel deneyimimi sizlerle paylaşmak istiyorum. Belki karikatür gibi gelecek; tıpkı klanların komşu klanların üyelerini yemeleri, İspanyollar’ın Amerika yerlilerini safaride avlamaları ya da Ortaçağ Avrupa’sının kara ölüm denen vebanın sorumlusu olarak gördükleri Yahudileri yakmaları gibi…

Türkiye’de militarizmin, ötekileştirmenin, düşmanlığın; insanı, iktidarın nesnesine dönüşmesini, size, küçük bir çocuğun içinde yer aldığı bir resimle anlatmaya çalışayım: 12 Eylül 1980 cuntasının ardından gemi azıya alan militarist kültür, ilkokul 3. sınıf öğrencilerinin hayat bilgisi adlı ders kitabında “komşularımızı tanıyalım” konu başlıklı bölümde Türkiye’nin sınır komşuları, nüfusları, asker sayıları, savaş uçakları, savaş helikopterleri, savaş gemilerin anime edildiği grafiklerle anlatılıyordu… Eğitim, militarizm, devlet... denilince nedense o ders kitabı canlanır gözlerimde… Sahi, benim Iraklı, Suriyeli, Gürcü, Ermeni, Azeri, Bulgar ve Yunanlı çocuktan farkımı anlatabilecek var mı içinizde? Şu anda o tarihte benim gibi çocuk olanlarla birlikteyim ve eğitimle barış nasıl mümkün olur sorusunu tartışıyorum. Bir Çin atasözü, “Umut, en büyük talihtir.” der, umutluyum, çünkü o komşularını “düşman” gören/gösteren müfredatın içinden çıktım. Bu yüzden insana ve hayata güveniyorum.

Eğitim, herhangi bir kimlik üzerine inşa edilirse düşmanlık ve savaşa neden olur; eğitim, ancak ve ancak kimliklerden yalıtıldığı koşulda birlikte yaşam, güven temelli kurulabilir. Türkçede “Öküz öldü ortaklık bitti.” deyimi üzerine düşünüyorum uzun süredir. Sahi, burada bulunanların öküzü nedir? Öküz ne idiydi de yüzlerce yıl birlikte yaşadıktan sonra Ermeni Tehciri yaşandı? Öküz neydi de Yugoslavya’da nehirler kan aktı? Barış, yapay, gelip geçici “öküz”ler üzerine kurulamaz; örnekleri çoğaltılabilir. Öküzsüz ortaklık mümkün müdür? Bunun yolu, sanırım, çağcıl hukuk. İnsan haklarını, çevre haklarını temele alan insanmerkezli bakışın esiri olmayan, doğayı bütün unsurlarıyla kucaklayan, evrendeki varlıklar arasında değer hiyerarşisi gütmeyen bir bakışla mümkün olabilir.

Eğitimde farklılıkları değil benzerlikleri anlatabiliriz. Farklılıklarımızı değil, benzerliklerimizi. Çünkü bizler, farklılıkarımız üzerinden bir hayat kuramayız; kuramadık da kuramayacağız da. Oysa benzerliklerimiz var… Ağlıyoruz. Gülüyoruz. Acıkıyoruz. Merak ediyoruz. Sevişiyoruz. Güven ve huzur içinde yani mutlu biçimde yaşamak istiyoruz.

İnsan, kendiyle özdeştir, ne dini ne de etnisitesiyle. Dininin tarihi, milletinin bir tarihi vardır; kaldı ki bunlar, yapay biçimde yaratılmış, üretilmiş kimliklerdir. Ve insanın olgusal anlamda bunlarla özdeşliği söz konusu değildir. bu ve benzeri kimliklerle kurulan özdeşlikler, daima ötekisini yaratır. Herkesi, birbirinin barbarına dönüştürür. Herkese, ötekisini öldürmek, zulüm etmek, üzerinde tasarruf sahibi olmak için ‘rasyonel’ nedenler verir.

İktidar kimlik, kimlik iktidar, ikisi birden otoriter bir çevre yaratır. Okul, devlette atomize olan iktidarın ideolojik araçlarından biridir. Okul, mimari yapısıyla, ders materyalleriyle, öğretmenleriyle mevcut ideolojik yapılanmanın “silah”ına dönüşür; bunun sonucu olarak barışı tehdit eder, savaşı derinleştirir.

Evet, öküz nedir? Ne olabilir? Mevcut öküzlerin işe yaramadığı, günümüze değin süreçte sıklıkla tanık olduğumuz örneklerle dolu. Oysa, paradigmayı kırmak; yönet(il)mek yerine yönetişimi ikame ederek kişilerin her türden sürece dahil edildiği bir çevre inşa etmek sorumluluğumuz olsa gerek.

Ne öğretmen ne de yukarıdan (bakanlıktan, hükumetten vb.) dikey örgütlenme ile belirlenen, hizmet alanların hiç bir biçimde sürece dahil edilmediği, tanımlandığı şekle sokulmaya çalışıldığı bir fonda her ne üretirseniz üretin mutluluk ve onun gereği olan barışın üretilemeyeceği aşikardır.

Redustio ad absurdum yöntemi ile kimlik temelli bir eğitim felsefesiyle barışın tesis edilmediği, tarihsel örneklerle gösterdikten sonra bir başka yöntem ile de eğitimin ne tür bir “değer” üzerine kurulabileceğini, pozitif belirleme ya da tanımlamayla göstermeye gayret edeceğim: Değer nedir? Ne olabilir? Mesela buradaki öküzümüz, bize yol gösterebilir mi? Kılavuzumuz ne olabilir? Etik temelli bir yaklaşım “öküz” olarak merkeze alınabilir. Bir kafeteryadakiler şoför, mühendis, hemşire, tesisatçı değil, “müşteri”dir; okulda öğrenci, hastanede hasta, fabrikada işçidir. Etik temelli yaklaşımda ilişkinin taraflarının statüleri, orada onlardan beklenenleri belirler. Kişiler, yaptıklarıyla değerlendirilirler, renkleriyle değil. Etik yaklaşım, kişileri, renklerinden, ırklarından, varsa dinlerinden, toplumsal cinsiyet kategorilerinden, sıfatlarından… arındırabilir. Tersi, etik anlamda sorundur.

Eğitim, belli bir düşünce tasarımı üzerine inşa edilebilir. Devlet, tek belirleyici öğe değildir. Geç 19. y.y. erken 20. y.y. devletin güçlü, kutsal, bireyinse devlet için feda edilebilir olduğu dönemlerdir. Daha 100 yıl önce savaşa onur için giden gençler, şimdi gitmiyorlar, gitmeyi reddediyorlar. Bu, sevinçten öte, mutluluktan öte sanki her şeyin ilelebet değişeceği bir umudu içinde taşıyor. “Birey, devlet için”den, “devlet, birey için”e geçiş, yüzlerce, belki de binlerce yıl aldı. Devlet, bütün kutsallar gibi aşındı. Kutsalları aşındıran, iktidar halesine sahip her ne varsa onu kıran bir perspektifle inşa edilen eğitim kurumu, olguyla örtüşen, onunla bütünleşen bir yapıya kavuşabilir. Okullar ve devletin, resmi girişler için evrak veren bürokratik kurumlara dönüştüğü günümüzde bireyin kişileşip entelektüel bir varlığa evrilmesindeki etkisinin her geçen gün azaldığı günümüzde genelinde eğitimin özelinde okulların geleceğini, şimdisini düşünmek, sorumluluğumuz.

Olguya bakmak, onu modellemek, önemli bir başlangıç olabilir. Oysa devlet, ajandasındakileri zerk etmek adına olguya rağmen hareket ederek çocuklara değil ama gençlere kendini güldürmekte. Gülünen şeyse, korkutuculuğunu kaybetmiştir. İktidarların mizaha tahammül edememeleri bu nedenledir en çok. devlet ve merasimleri artık nasıl mizah konusuysa okul, işleyişi ve materyalleri de öyledir. Bu durum, mevcudun sürdürülebilir olmadığını göstermekte. Onları hayata hazırlamak iddiasında olmayan, sosyal ve psikolojik gelişimlerini temele alan bir anlayış, ideolojik angajmanlarla dolu bagajın boşaltılması iyi bir başlangıç olabilir.

Sonuç
Politikalar, kimlik, kültür, farklı kültürler… o kadar akademik çalışma yapıldı ki, çokkültürlülük sakıza dönüştü. Çokkültürlülüğün Yugoslavya örneğinde olduğu gibi yürümediği iddia edilerek devletin tek kimlik altında birleştiriciliği temellendirilmeye çalışıldı. Kimliklerden soyunmak mümkün mü? Eğitimi, kimliklerden soyarak insanı sıfatlarından soyarak çıplaklaştırmak peki? Eşitlenmek. Kavga, eşitler arasında olmaz. İnsanın kendiyle savaştığı vaki değildir. İnsan, kendiyle özdeştir. İnsanın, insan olandan ayrılması kimliklerledir. Bu nedenle din, mezhep, etnisite, toplumsal cinsiyet vb.  kimlikler(in)den soyunmalı insan! Erkek kimliğiyle insanlar, kadın - erkek, Müslüman kimliğiyle, Müslüman ve Müslüman olmayan, hatta semavi dinlere mensup olan ve olmayanlar… diye kategorileştirilir. Buradan barışı üretemiyoruz. Kimyanın millisi, matematiğin mezhebi nasıl yoksa tarihin de olmamalı; ülkeler, milli eğitim bakanlıklarınca ideolojik bir ayıt olarak tasarruf etmek istiyorlar eğitimi; biz eğitimciler, M. Foucoult’un “Gelecek, şimdiye yapılan müdahaledir.” sözünde dile gelen hakikati mottomuz kılalım. Şair M. Akif’in dediği gibi ibret alalım, Fuzuli’nin karıncasını hatırlayalım ve şüphesiz Hafız’ı. Eğitim, insanları, hem kendilerinden hem de doğadan uzaklaştıran değil onlara yaklaştıran, özdeş kılan bir anlayışla yapıldığı koşulda barışa hizmet edebilir; ancak etik temelli bir yaklaşımla!

Hafız’a selam…

Saygılarımla,

V. Metin Bayrak’ 20 Haziran 2014’İstanbul, Denizli
23-25 Haziran 2014’te İstanbul’da Öncü Eğitimciler Derneği tarafından gerçekleştirilen 1. Uluslararası Öncü Öğretmenler Zirvesi’nde yapılan konuşmanın tam metnidir.