2 Mayıs 2015 Cumartesi

' b a y r a m' üzerine

kamu yönetimini tahakkumle sağlamaya çalışanlar, göreli bir sürenin ardından kamunun safrasına dönüşürler ve toplum, er ya da geç o safrayı atar. safrayı atış şekli, onun ne kadar içeride kaldığıyla ya da krononikleşmesiyle ilişkilidir. demokrasisini olgunlaştırmış toplumlar (bknz. ingiltere'de üç kez üst üste seçim kazanmış demir lady'nin kendi partisi tarafından koltuktan indirilmesi), kronikleşmeden safrasını atabilenlerdir. günümüz terminolojisiyle ifade edilirse demokrasiler, bünyede safra oluşturmayan, bilakis oluşmasına mani olan, antikorlar işlevi gören kurumlara sahip olan yönetim kültürüdür. 

sakallı celal, "türk aydını, doğuya giden bir geminin güvertesinde batıya koşan kişidir." der. anlaşılabilir(di) onun döneminde bunu söylemek. günümüz anlamıyla batı-doğu, 19. yüzyılın suni biçimde ürettiği ve ideolojik olarak arkeolojinin bile araçsallaştırılarak kullanıldığı bir dönemin ürünüdür. günümüz doğucuları ya da yeni türkiyecileri, sakallı celal'den mülhem "batıya demirlemiş bir geminin güvertesinde yürüyüş bandı üzerinde doğuya yürüyen ya da koşan kişidir." denebilir. (bknz. kutlu doğum haftası etkinliklerinde yerel belediyelerden birinin yaptırdığı ve hac simülatörü işlevi gören kabe maketi ve kuran'ı kerim pastası)

hakların izne tabi olduğu süreç, ne kadar sürer bilinmez... zulüm ve baskı, kapağı kapalı bir kabın altından sürekli ısıtılmasına benzer; hiç bir güç, sürekli artan basıncı zaprurapt altında tutmaya yetmez... kim bilir, bizimki de tarih ve sosyoloji bilinciyle zehirlenmiş kişilerde görülen romantizmle soslanmış iyimserliğin körleştirip tutsaklaştırmasıdır... 

neyse, geçen yıl olduğu gibi bu yıl da ceberut devlet meşru haklarını kullanmak isteyenleri provoke ederek marjinalleştirerek kendi tutumunu meşrulaştırmak derdinde. o nedenle geçen yıl olduğu gibi bu yıl da katılıp bu kötü tiyatronun bir parçası olmak istemiyorum... (bu konuyla ilgili 1 mayıs 2014'te blogda yayımladığım yazının bağlantısı: http://vmetinbayrak.blogspot.com.tr/2014_04_01_archive.html) geçen yıl olduğu gibi bu yıl da alanlara çıkmadım, kör dövüşüne dönen bu kavganın bir parçası olmamak adına çıkmadım, ne iktidarın kamusal alanlarını onaylıyor ne de alanlara çıkan arkaik grupların oldukça militer görüntülerini. oysa bizim hayatı besleyip büyütecek anlayışlara ihtiyacımız var, bunun için de hayata, hayatın aktığı sokağa, sokaktaki ilişkilere. eğer sokakta demokratik hakkını kullananlara saldırıyorsa cinnet halinin, akıl tutulmasının ötesinde bir durumla karşı karşıyayız demektir.

benim gösterdiğim yerde yapacaksın demek, kamusallığın idam edilmesidir. siyasal alanın kalbi sokaktır, sokağa egemen olan hayata egemendir ve sokağa hayat egemen olmalıdır, hayatın egemenliği için gayret göstermelidir herkes çünkü hayat, sokaktadır, işe gidenler de sevgiliyle, dostlarla buluşmalar sokaklardadır. kamusal alan, sokaktır ve onun sahibi kamudur yani halktır; ne devlet ne de onu işleten kurumları yürüten iktidar.

almanya'da hristiyan demokrat bir vekil, sokak eylemlerinin engellenmesi için bir yasa teklifi verir, teklif, kapitalist aklın evrildiği noktalarından birini resmetmesi açısından manidardır, teklif şu: toplumsal eylemlerin yapıldığı sokak ve caddeler orada işyeri olan esnaf ve/veya şirketlere satılsın, herhangi bir eylem söz konusu olduğunda özel mülkiyeti ihlalden kovuşturma başlatılarak olaylar engellensin. bakunin, "hukuk, iktidarın fahişesidir." derken dile gelen hakikat, tarihte hiç bu denli çıplak halde kendini göstermemişti, teşekkür mi etmek lazım bilemedim? pek yakında politikacılar, 'halka hizmet' için kaynak sorununu kamusal alanların satışını gündeme getirerek yaratıcılıklarını yarıştırabilirler.

devlet, sahip olduğu akılla ve oyunkuruculuğunu işe koşarak toplumu sindirmeye yönelik uygulamalar(ıy)la ülkedeki hayatı maniple edecek güce sahiptir. sahip olduğu araçlarla pr çalışmalarını etkinleştirerek kendi egemen ideolojisini güçlendirerek kemikleştirir, rıza imalatı ile sokaktaki 'sıradan' yurttaşın zihninde haklı hale gelir; kitlenin rızasını alarak müdahalede eder, pardon saldırır. bunu, yalnızca kolluk kuvvetleriyle değil, kendine vazife çıkaran esnaf(la) da yapar. esnafın neden bu denli okşandığı anlaşılabilir, çünkü o esnaf, hayatını gasp ve besleme üzerine inşa etmiş, hep daha fazla pay alarak kobiye dönüşmek, ardından palazlanıp daha fazla pay alarak holdingleşmek arzusu içindedir. devletle ve/veya yerleşik yapı ile ne kadar özdeşleşirse mevcudunu o denli güçlendirecek ve geleceğe umutla bakabilecektir. erdoğan'ın kendisi de benzer kategorinin öznesi olması hasebiyle kitlenin haleti ruhiyesini iyi okumakta ve onları, ihtiyaç duydukları besin kaynaklarından mahrum bırakmamaktadır. en son ifadelerinden birinde kamu güvenliğine de dahil etmesi, 'tehlike'nin ne denli büyük olduğunu onların da görmesini istediği içindir. hep birlikte inşa etmeye çalıştıkları yeni türkiye bir tür illüzyon ve samimi biçimde inanmış durumdalar, çünkü zihnin düşünmek için ihtiyaç duyduğu mukayeseden mahrumlar, ellerine aldıkları her şeyi ağır, önlerine çıkan her şeyi güzel bulmaları bundandır, mukayese araçları, yeni türkiye tarihyazıcılığı temelli PR yönetimiyle zihinlere zerk edildiğinden operasyon/ları başarıyla tama(m)lanmış durumda. 

kendini sol, anarşist vb. adlandıran gruplar, ellerinde taşıdıkları pankartlar, tarihin tozlu sayfalarında kalan ve artık günümüzde romantik denebilecek konvansiyonel araçlarla ve retoriklerle politika yapmaya çalışmaktalar. bir tür hac ritüeline dönüştükleri yılda bir günlük görünürlükleri üzerinden politik netice almak peşindeler. erdoğan ve şürekası, söz konusu kitle üzerinden bütün muhalefeti itibarsızlaştırmakta; kitleyi oyunkurucu olarak oluşturduğu algıya hapsederek kendi iktidarını berkitmekte. tam da burada ölüm - sıtma diyalektiği kendiliğinden bilinçlerde zuhur eder, "çalıyor/lar ama çalışıyor/lar." vb. retorikler, rıza imalatıyla "sıtmaya razı olma"yı yaygın bilince dönüştürerek kitleselleştirir. hastalıklı bilinç, özsaygıyı aşındırır. orataya çıkan ucube ruhlar, kavrama faşizmi üretir. 19. yüzyıl victoria çağı protestan muhafazakarlığı, burada hayata egemen hale getirilir; aşınan özsaygının panzehiri olarak islam'ın poplaştırılan ritüelleri menüye dahil edilir. özsaygının aldığı tahribat, kanser hücresi gibi bedene yayılır ve vicdanı da kirletir. zehirlenen vicdanı yıkamak için de kapitalizm soslu islami ritüeller devreye sokulur. bu entegre hat ile hem neoliberal ekonomi-politika hem de islam eşzamanlı yeniden üretilerek iktidar kendini sağlama alır. maliyet mi? o, ancak reel düzlemde görülebilir; oysa türkiye'de hayat, artık o kategoride değildir.  


olup bitenlerin, iktidarca tek akıldan maniple edilen, dolaşıma sokulan retoriklerle bilinci iğdiş edilen toplum için hayatın kendisi patolojiye dönüşmüştür. 1 mayıs'ın öncesinde, esnasında ve sonrasında yaşananlar, patolojinin hayatın kılcal damarlarına değin sirayet ettiğine delalettir. toplumu oluşturan kişiler, ruhlarını sanatla arındırırlar, bunun için de üretirler ve tüketirler sanat eserlerini. sanat, reel olanın ötesindedir. bir tür paralel hayattır, evreni, kategorisi farklıdır. koşulu, hayatı kavramaktır. oysa bugün, reel olan dahi kavranamaz hale gelmiştir; o nedenle hayat da reel değildir. bunun için "subreel" yani "gerçekaltı" kavramını kullanılabilir, çünkü olağan toplumsallıklarda bu yaşadıklarımız gerçek olamaz. gerçek olsa bile tepkiler, "böyle" mi olur? kuramsal yaklaşımlarla türkiye'deki toplumsal olgulara zihinsel anlamda lal olmam, biraz da bundandır pek çok insan gibi benim de. yaşadıklarımızın olağan olmadığı konusunda anlaşıyoruz genellikle, bu hafta izmir ziyaretimde uzun yıllar sokakta politika yapmış, militarizm ve vicdani ret mücadelesi vermiş dostum vedat zencir, bana, sanki türkiye'yi bir deyimle anlama kılavuzu verivermişti farkında olmadan, artık gündemimizi her anlamda esir eden türkiye sosyolojisi ve uzantısı olan politikasıyla ilgili tartışırken, son zamanlarda çok farklı kesimlerin sıklıkla dillendirdikleri "hasta bir toplum" olduğumuzla ilgili ifadeleri dillendirince bana şunu söyleyiverdi: "türkiye, bilinçalt(lar)ının davranışa dönüşüp hayaya sızarak olağanlaştığı bir ülkeye dönüştü." deyiverdi, özetle bilinçaltının olağanlaşmasını yaşamaktaydık, akıl tutulması sıklıkla dillendirilir, ortada bir akıl falan kalmadı -çünkü akıl, bir tür bilinç/lilik halidir- kaldıysa bile feraseti yok. 

bayram, mis sokak'ta bu yıl yedincisi düzenlenen "sokak partisi"ndeydi. ne eli bayraklı militer örgütler ne de polisler vardı. ne mi vardı? şarkı, dans, neşe, sohbet, "şarapta bilgelik, birada özgürlük, suda bakteri vardır." sözünden özgürlüğün alındığı, alınmakla kalmayıp yaşandığı bir akşamdı, geceydi, sabahtı... ve sokakla sahibi hemhal olmuştu iki aşık gibi; siyaset tam da bu hemhallik değil mi? 

panta rhei (her şey akar)... istanbul bakar...

V. Metin Bayrak
1 - 3 Mayıs 2015, Heybeliada, İstanbul