3 Aralık 2017 Pazar

Yeni Eğitim Ortamı ve Dinamikleri: Eğitim 4.0*


“Sahte hayat, doğru yaşanmaz.” T. Adorno


Özet
Eğitim, bir sosyal kurum olarak bütün toplumlarda görülür tıpkı aile, siyaset, din, ekonomi ve sanat gibi. Toplum, bu kurumların toplamıdır bir bakıma. Toplumları, sosyal kurumlar biçimlendirir. Günümüzde siyasetten ekonomiye, sanattan aileye oldukça hızlı bir değişim yaşanmakta; eğitim, hiç kuşkusuz bu sürecin dışında değil. Kurumlar arası ahenk, bir toplumun göreli anlamda başarısının ön koşuludur; çünkü hiçbir kurum, bir diğerinden ne bağımsızdır ne de varlığını tek başına sürdürebilir; her biri bir araya gelerek hem kendilerini hem de toplumu var ederler; bir tür “organizmacı” yaklaşım olarak da değerlendirebilir bu.


Bildiri, ekonomi alanından devşirdiği “endüstri 4.0” kavramıyla eğitime bakmayı amaçlamaktadır. Eğitim 4.0 ile kast edilen, eğitimde ya da öğrenme ortamında insanlığın yahut kültürün 4. dönemidir; bunlar: a. tarım devrimi öncesi; b. tarım devrimi ve sonrası; c. endüstri devrimi ve sonrası; d. günümüz: bilişim, yapay zeka vb.


Bir sosyal kurum olarak 4. dönemi/ni yaşayan eğitim ve ortamı nedir? Diğer kurumlarda özellikle uluslararası kurumların ve hukukun, ekonomi-politiğin küreselleştiği, bilişimin, özellikle yapay zekanın üretim yanında hizmet sektörüne de dahil olmasıyla eğitim kurumu nasıl etkilenmekte; 8 hafta boyunca çocuklara İspanyolca öğreten ve oldukça başarılı olan Tega adlı robotun öğretmenlik yaptığı günümüzde oldukça geleneksel eğitim ortamları, yöntem ve teknikleri ile matbu ideolojik içerikler, bu sürecin içine doğan ve yeni nesil kavram ve olgularla biçimlenen çocukların ihtiyaçlarına ne derece cevap verebilir?


Bildiri, eğitim kavramını toplumsal bir kurum olarak alıp 4.0 kavramıyla irdeleyerek şimdinin kritiğini yaparak “yeni öğrenme ortamı ve dinamikleri” üzerine bir düşünme denemesidir.  


Anahtar Kelimeler: eğitim, eğitim 4.0, eğitim ortamı, öğrenme yoldaşlığı, yataylık, anonimlik, sorumluluk, özgürlük, sahtelik, kamusal eğitim, yerel yönetim, yapay zeka

____________________

* 2-3 Aralık 2017'de İstanbul'da Uluslararası Öncü Eğitimciler Derneği'nin düzenlediği IX. Ulusal Öğretmenim Sempozyumu'nda yapılan konuşmanın genişletilmiş metnidir. 


Prolog
Her şey akar.” der Efesli bilge. Belki de hayata asıl yön veren tek hakikat değişimdir. O nedenle Herakletios, değişimi, su ve ateş alegorileriyle anlatır; ikisi de özü gereği devingendir.  Kimi insanlar, ‘ekabirler’, devletler, kurumlar vb. nedense bir tür tanrılık iddiasıyla zamanın kendilerinde sona erdiğini, bir başka ifadeyle kendilerinde durduğunu düşünürler, politikalarını bu “yanlış” bilgiyi temele alarak oluştururlar; oysa “Değişmeyen tek şey, değişimdir.
Eğitim, insansal bir olgu değil; canlılar, her ne türden olurlarsa olsunlar, yaşamlarını idame ettirmek için bir dizi karmaşık davranış örüntülerine sahiptirler; bunların içgüdüsel olması, karmaşıklığına, öğrenilmesine gölge düşürmez; dinamikleri farklıdır yalnızca. İnsan, sıklıkla, her şeyi kendi penceresinden görmek eğilimindedir; genelinde doğa, özelinde canlılar arasında suni bir değer hiyerarşisi kurarak kendini en tepeye, en değerli varlık olarak yerleştirir.  İnsan, en değerli varlık olunca, bütün hayatın kurgusu da bu kabul üzerine yapılandırılır; ortaya, geç kapitalizm dönemindeki çevre felaketleri çıkar.
İçerik oldukça provokatif, sınırları zorlayıcı, sarsıcı, karmaşaya sevk edici, malumu ilamdan yani mevcudu yani statükoyu tekrar etmekten imtina edici, sınırları zorlayıcı, mümkünse kırıcı, dağıtıcı, örtük biçimde varlığını sürdüren yapı ve ilişkileri ifşa edici… olmak iddiasındadır. İçeriğin başarısı, sizi ne kadar rahatsız ettiğiyle ve ama umudunuzu ne kadar yeşertip güçlendirdiğiyle ölçülebilir.


Alternatif Eğitim Tarihi
Hepimizin bildiği uygarlık tarihini, yeni bir perspektifle kronolojik bağlamda kategorize ederek başlayalım:
a. Doğa: Avcı & Toplayıcı Toplumlar
Avcı ve toplayıcılıkla yaşamını sürdüren insan türü, ekosistemin bir parçası olarak küçük komünler şeklinde yaşarlar. Eğitim, daha doğar doğmaz başlar. Doğal hukukla yapılanmış, örgütlenmiş komünün ya da topluluğun normları, kendiliğinden edinilir. Yenidoğan, oldukça yüksek doğum ve ölüm oranlarına sahip komünde güçlü genleri ve talihi varsa yaşar. Eğitim için herhangi bir kurumsal yapılanma söz konusu değildir; her şey tıpkı doğal durumdaki diğer canlılarda olduğu gibi kendiliğinden gerçekleşir.
b. Din & Devlet: Tarım Devrimi ve Sonrası
Kültür ya da uygarlık Tarım Devrimiyle başlatılır. Tarım Devrimi, insanın evrimden sonra doğadan, doğasından ikinci kopuşudur.  Siyaset, aile, din, ekonomi gibi temel toplumsal kurumların günümüz anlamıyla yapılandığı, ortaya çıktığı bir süreçtir. İnsanın, doğayı ve kimi canlı türlerini sömürgeleştirdiği, ve şüphesiz kendi türdeşlerini de, bir dönemdir. Bir anlamda bu ikinci kopuş, insanın, içinde yaşadığı doğayla birlikte kendini de yok etmeye başladığı bir süreçtir. Tarım Devrimiyle birlikte başlayan ihtiyaç fazlası üretim, insanın kendini görece rahat ve güvende hissetmesini yaratmak yerine daha da huzursuzlaştırmış; “ıslah” edilen verimli topraklar, her zaman çatışmalara ve “fetih”lere konu olmuş. Elde edilen artı değer ya da ihtiyaç fazlası ürün, tahakküm aracına dönüşür ve artı değeri elinde bulunduran kurumlar -ki bunlar sıklıkla ittifak halindeki din-devlet-ekonomi ve bunların ittifakının zamkı aile-, geliştirdikleri yeni araçlarla -ki eğitim bunlardan biridir- kendi ayrıcalıklı konumlarını berkitmek için eğitim kurumunu yapılandırlar. Ayrıcalıklı sınıfın dışında eğitim söz konusu olduğunda avcı ve toplayıcılardan çok da farklı bir süreç işlemez yenidoğanlar için; yine kendiliğinden dahil olduğu toplumsallık içinde öğrenmeye devam eder. İşbölümü farklılaşmadığı ya da karmaşıklaşmadığı, sofistike becerilere ihtiyaç duyulmadığı, bireysellikten ziyade işlerin topluca görüldüğü bir toplumsallıkta yetenekli-yeteneksiz ayrımı yapılmaz; insanlar arasındaki farklılıklar ihmal edilebilir orandadır. Ayrıcalıklı iki sınıf yaratır bu dönem: İlki soylular, ikincisi rahipler, günümüz türkçesiyle din görevlileri. İlerleyen süreçte tüccarlar, ortaya çıkıp tarihin gidişatına yön vereceklerdir. İktisadi anlamda hangi sınıf güçlü ise siyasi mekanizmaya sahip olmak ister, onu maniple eder. Siyaset, düşünce tarihi boyunca başta Aristoteles olmak üzere pek çok filozofça hayatı şekillendiren temel kurum olarak görülegelmiştir.  
c. Devlet: Endüstri Devrimi ve Sonrası
Ekonomi-Politik anlamda maziden köklü bir kopuş anlamına gelen Endüstri Devrimi, makineler yoluyla insana, doğa karşısında tasavvur edemeyeceği bir kontrol gücü verir. “Kibir güçten beslenir; gücü kibir öldürür.” sözünde dile gelen hakikat, insan türünün Tarım Devrimiyle birlikte başlayan doğayı sömürgeleştirme sürecini özetler. Toplumsal hayat karmaşıklaşır, bütün kurumlarda radikal değişimler gözlenir; şehirler büyür ve geleneksel mesleklerin yeni ekonomide yeri azalır; makinelerle birlikte üretimde yer almak belli bir eğitim gerektirdiğinden hızlıca eğitim kurumu yapılandırılır. Tarım toplumlarında ayrıcalıklı sınıflar için geçerlidir eğitim ve yeterlidir de. Oysa Endüstri Devrimiyle birlikte hem nitelikli işçiye ve yöneticilere hem de karmaşıklaşan devlet aygıtını idare edecek bürokrata ihtiyaç doğar. Göreli olarak toplumsal katmanların geçirgen hale geldiği bu aşamada eğitim, yoksulluğun aşılmasında ana enstrüman olarak pazarlanır; oysa sorun yapısaldır. Endüstri Çağı, kapitalizme birleşince verimlilik, karlılık gibi değişkenler, sürekli yeni arayışlara sevk eder, sertleşen savaşlar ve teknolojilerinin de etkisiyle  günümüzdeki bilişimin temelleri atılır.
Endüstri Devrimi, hiç de masum olmamıştır; insanın doğadan kopuşuyla başlayan doğadışılığı giderek derinleşir; doğadan koptukça insan türünün kendine karşı da tutumu sertleşir. Bu sınırlı konuşmanın izin verdiği oranda burada kimi tarihsel olguları anımsatmakla yetineceğim. Bunları, her geçen gün insan türünü içine alan Bilişim Çağının da benzer sonuçlar üretmemesi için perspektifimizi, önce biz eğitimciler olarak, sorgulamamıza vesile olur düşüncesiyle paylaşıyorum.
  • Kitle imha silahları ve kullanımlarıyla yaşanan katliamlar; nükleer enerji santralleri ve kazalar; erozyon; su kaynaklarının azalması; yaşayan dillerin her geçen gün azalması; canlı türlerinin yok olması; evsizler; savaş mültecileri; bir milyar insanın temiz su kaynaklarına ulaşamaması; kamu kaynaklarının silahlanmaya harcanması; siyaset ve küresel network firmalarının ittifakla kamu kaynaklarını yönetmesi vb.  
Endüstri Devrimiyle eğitim de endüstrileşir ve devasa eğitim kurumlar ortaya çıkar. İnsan, başta da andığımız gibi değişen çevresel etmenlerin ürünüdür ve bilimler, insanı ve doğayı anlamak gayretiyle pek çok araştırma yapar, çeşitli bilgiler üretirler.
Şimdi, konuşmanın başında ifade ettiğim rahatsız edici kısma geldik. Sizinle birkaç deney paylaşacağım; ardından mevcut kurumsal yapılanmalardan yeni çağda neden kaçınmamız gerektiğini açmaya ve temellendirmeye çalışacağım. Sonuç bölümündeki görüşlerimi temellendireceğim bir kolaj hazırladım; şimdi parça parça bunlara bakalım:
a. Adolf Eichmann, 1906-1962 (Almanya-İsrail)
Nihai Çözüm projesini yürüten ve iki milyon Yahudi’nin ölümünü organize eden bir subay.
b. Milgram, Otoriteye İtaat Deneyi, 1963
Deneklerin %65’i (40 denekten 24’ü) öğrencilere 450 volta kadar elektrik verirler; deklerin çoğunun bunu yaptıklarına inanamadıkları, bunu yapmaktan rahatsızlık duydukları gözlenir; herhangi bir yaptırım olmadığı halde  otoriteye uyum sağlamanın ötesinde itaat ettikleri gözlemlenir.
ABD’lilerin %1’inin sadist olduğu sonucu var ama bu deneyde ortaya çıkan oran ⅔.
Öğrenci her yanlış cevaba verdiğinde 15 volt artırılarak verilir ceza; Zimbardo’nun tabiriyle 375’ten sonrası “gücün pornografisi”dir.
c. Zimbardo’nun Standford Hapishane Deneyi, 1971
c.2. Philip Zimbardo Standford Hapishane Deneyi; 3:13
d. Jonestown Katliamı, Jim Jones
James Warren "Jim" Jones (13 Mayıs 1931 - 18 Kasım 1978) ABD'li "People's Temple" (Halkın Tapınağı) kilisesinin kurucusu olan vaiz. 1978 yılında Guyana'da kendisi ve müridlerine has kasabası Jonestown'da 911 müridini aynı anda intihar etmeye ikna etmiş ve kendisi de müridleriyle birlikte ölür; son sözleri şunlar olur: "Evlatlarım, ölümde büyük bir şeref vardır. Bu, ölecek olan herkes için büyük bir gösteri. Ölümden korkmayın, ölüm yalnızca farklı bir boyuta adım atmak gibi."
e.  Ebu Garib Hapishanesi
Kişinin anonimleşmesi, itaati kolaylaştırıyor. http://fotogaleri.hurriyet.com.tr/galeridetay/23250/2/1/iste-ebu-garibin-sansurlenmis-iskence-fotograflari
d. Şirket: Bilişim, Yapay Zeka ve Sonrası
Ortaçağda “Felsefe, dinin hizmetçisidir.” denirdi; şimdi de hizmetçilik söz konusu lakin “efendi” değişti. Antropolojisinden arkeoolojisine, biyolojisinden felsefesine varıncaya değin ulus-devlet inşasında bilimler, devletlerin hizmetçiliğini yaptılarsa, hatta nasıl daha “iyi” işkence yapılır diye gizli servislerin “işlerini” kolaylaştırmak için uğraştılarsa şimdi de küresel kapitalizm için çalışmaktalar.
Şimdinin egemenleri, borsa değerleri, yıllık ciroları yüzlerce ülkeden daha büyük olan küresel network firmalar. Bunların ekabirleriyse bağlamımız açısından Tesla ve Elon Musk; Microsoft ve Bill Gates;  Mark Zuckerberg ve Facebook; Apple ve Steve Jobs; Twitter; IBM bir yanda diğer yanda Wikipedia ve Jimmy Wales. Hangilerinin özleri gereği ne oldukları ve neyi amaçladıkları tartışılmayacak denli berraktır.
Felsefenin kadim kavramlarından bilinç, irade kavramıyla birlikte düşünülür; özgürlük, vicdan, sorumluluk, kişilik gibi kavramlar da iradenin türevi. Öğretmenlikten şoförlüğe, yazılımcılıktan garsonluğa, hemşireliğe, seks işçiliğinden taşıyıcı anneliğe birbirinden farklı bağlamlarda hayata karışmaya başlayan robotların artık vatandaşlık statüsünde değerlendirildiği günümüzde bilinç, insan, eğitim nasıl evrilecek? Konumuz bağlamında şu kısa videoyu izleyerek devam edelim:
Tega as a Social Robot as a Spanish Teacher
Bilgi, kamusal bir değerdir. Bilginin metalaşması, Marks’ın, kapitalizmin ruhu ifşa ettiği o uzun tahlillerinde “meta fetişizm” ile kavramsallaştırdığı olgu, hiç olmadığı kadar bilincimize sinmiş durumdadır. Chomsky’nin “rıza imalatı” kavramıyla bilginin metalaşmasını pazar vaizlerinin eliyle “meşrulaştırılmakta”. Şimdi, bunun ifşası entelektüel sorumluluktur. Bu süreçleri yönetenler, kamu kaynaklarıyla finanse edilmekte lakin temel amaçları kar maksimizasyonudur, temel bir hak olan eğitimin ve araçlarının kar amaçlı girişimlere delege edilmesi, bilginin metalaşması ve piyasa koşullarında üretilmesi demektir.  Minik bir örnekle GDO, ilaçlardaki etkin maddeler, endüstriyel gıda ürünlerindeki katkı maddeleriyle ilgili tartışmaları hatırlamak yeterlidir.
Sonuç
Eğitim, siyaset kurumunu işleten profesyoneller yetiştirir ve yapı içinde anonimleşen, bir anlamda nesneleşen, uzmanlar, yapının idamesi için çalışırlar. Yukarıda kısaca andığımız örneklerin sigortası, J. Dewey’in şu sözünde aranabilir: “Eğitimin nihai çıktısı, özgürce eşit ilişki kurabilen insandır.” Peki, bu insan hangi ortamda yetişebilir? Bunun için iki değişkene ihtiyaç var; ilki doğa, ki özümüz oradan gelir; ikincisi de toplumsallık, ki bilincimizin kaynağı da odur.
Bilgi, etik içerimleri olan bir değerdir; onu üretiriz ve ürettiğimiz bilgi bizim yapılanmamızda rol oynar. Bilişimle birlikte yapay zekalar düşünebilir mi? İnsanlar duygusal ilişkiler kurabilir mi? Bilgiye erişimin, uzaktan eğitimin, birtakım uygulamalarla öğrenmenin gittikçe yaygınlaştığı ve çeşitlendiği günümüzde geleneksel anlamda eğitim varlığını sürdürebilir mi? İdeolojik olmanın ötesinde geleneksel anlamda eğitimin bir işlevi var mı? Devletin ya da devletlerin eğitim bağlamında pozitif hukuk üzerinden kendi varlığını devam ettirme aracı olan akreditasyon dışında günümüzde ne tür bir işlevi kaldı?
Bu soruları çoğaltmak olanaklı; o halde köklü biçimde ne tür tezler ileri sürülebilir? Bu “provokatif” konuşma, bağlamsal sınırlılıklar da gözetilerek, amacını gerçekleştirmek için kimi rastlamsal tezlerle tamamlanacak; bunlar:
  • Eğitim kurumları, kamunun ihtiyaçlarına tahsis edilebilir; mesela evsizlere, yoksullara, savaş mağduru mültecilere barınma, küçük işletmelere ofis vb.
  • Eğitime ayrılan bütçe, büyüyen kentler yerine yeni ekonomilere uygun altyapıya sahip erişilebilir yeşil habitatlar yaratmaya ayrılabilir.
  • Çocukların, duygusal ve sosyal gelişimleri için doğal alanlarda yaşayarak öğrenme simülasyonları yaratılabilir.
  • Eğitim ortamlarında her türden dikey ilişkinin yerini yatay eksenli örgütlülüklere bırakması için yapısal düzenlemelere gidilebilir.
  • Eğitim tasarımları, yerelleştirilip bütün aktörlerin katılımıyla gerçekleştirilebilir.
  • Devletin her türden makro müdahalesi engellenebilir.
  • Eğitimle ilgili her süreç yerel yönetimin koordinasyonuna alınabilir.
  • Eğitimle ilgili bütün süreçler ve araçlar ücretsiz hale getirilebilir ve  özel girişime kapatılabilir.
  • Eğitim çıktıları kamusallaştırılabilir.
  • Eğitimde rekabetin yerini işbirliğinin alması sağlanabilir.
Temellendirme
Bilgi, kamusal bir değerdir. Bilginin metalaşması, Marx’ın, kapitalizmin ruhu ifşa ettiği o uzun tahlillerinde “meta fetişizm” ile kavramsallaştırdığı olgu, hiç olmadığı kadar bilincimize sinmiş durumdadır. Chomsky’nin “rıza imalatı” kavramıyla bilginin metalaşmasını “pazar vaizleri” eliyle “meşrulaştırılmakta”. Bunun ifşası entelektüelin öncelikli sorumluluğudur ama entelektüel özerkliğini yitirmiştir.
Günümüzde bilginin metalaşması, bilgi üretim kanallarının kar amacı gütmesiyle “piyasa”nın ya da aynı anlama gelen sermayenin tasarrufunda olması, bilginin ve onu üretenlerin köleleştirildiğini gösterir. CERN’deki deneyde çalışırken istifa edip hayatına edebi alanda metinler yazarak devam eden Aslı Erdoğan, ana yapıyı göremediği için işine ve kendine yabancılaştığı için kapısında binlerce “uzman”ın beklediği işinden ayrılır. Artık Kafka’nın Dava adlı romanındakine benzer bir yapı içinde Orwell’in 1984’ünü yaşayıp Foucault’nun ifadesiyle hayatı maniple eden iktidarın üreterek her yere sirayet ettirdiği söylemlerle düşünüp yargılıyoruz. Olguyu da “Sistem böyle!” deyip metafizikleştiriyoruz.
Mimar Luis Kahn’ın çok farklı bağlamlarda andığım sözüyle bağlayım: Kahn, “ben, mimar olarak yapılarımda simge kullanmam, biçim üretirim; hayat, onu simgeleştirir ya da simgeleştirmez.” Birer bilgi işçisi, kavram yontucusu olan filozoflar, düşünürlerin sorumluluğu malumu tekrar etmek yerine hayatı genleştirmektir; çünkü özü gereği statüko onu büzer, büzer sıkıştırır; bu sürecin önündeki direnç noktası bilgi ve onu kamusallaştırmaktır. Yukarıdaki tezler birer simge değil biçimdir; simgeleşmesi için önce üretilmeye, ardından da hayata dokunabilmesi için uygulanmaya ihtiyaç vardır.
Epilog
Nietzsche, “çekiçle felsefe yapmak”tan söz eder; aksi, statükonun, Antonio Gramsci’nin ifadesiyle statüko için çalışan “organik aydın” işlevi görmek; bir başka deyişle iktidarın ya da egemenin nesnesine, aracına, ideolojik aygıtlarından birine dönüşmektir. Bugün “çekiçle felsefe yapmak”, eğitim alanındaki marketizasyonu, maniplasyonu ifşa edip kamusal bir hizmet ve temel insan haklarından olan eğitimi devlet ve küresel kapitalizm ve onun taklitçi yerel oyuncularından sekülerleştirmektir. Bağımsızlaşan insan, yukarıda anılan deneyler ve tarihsel olaylardakiler gibi cellat yani itaat eden  olmayacaktır. Eğitim, doğadan alınıp din ve devlet, ardından yalnızca devlet, şimdiyse piyasanın tasarrufunda. Eğitim, kamunun tasarrufunda olmadıkça itaat üretir; itaat edense eylemlerinin sorumluluğunu “hakim”e bir başka deyişle “görünmezleşen “sistem”e yükler; oysa insan, iradi bir varlıktır ve eylemlerininsorumluluğunu üstlendiği ölçüde özgürdür. Dewey’in “özgürce eşit ilişki kurabilen insan”ı, eğitimin, özü gereği statükocu kurum ve sınıfların elinden alınıp kamusallaştırılmasıyla varlık kazanabilir; bunun çağcıl yoluysa yerel ve sürdürülebilir çözümlerin üretildiği, doğrudan demokrasi pratiğine olanak sağlayan yerel yönetimlerin koordinasyonundaki eğitim hizmetlerinden geçmektedir.
Kaynakça


19 Mayıs 2017 Cuma

Gençlerin İyi Olma Hali Raporu Üzerine

Gençlerin İyi Olma1 Hali Raporu2 Üzerine


Habitat Derneği tarafından yap(tır)ılan “Türkiye’deki Gençlerin İyi Olma Hali Raporu” yayımlandı ve pek çok yerde haber3 oldu. Yazılamada, alan araştırmasına dayanan söz konusu rapor teleme alınacak.

Rapor, 16 ilde 18-29 yaş dilimindeki 1209 gencin katılımıyla gerçekleştirilir. Yazılamada, önce kategorize edilen veriler paylaşılacak; söz konusu veriler, 3 numaralı dipnot ile gösterilen haberden ve 2 numaralı dipnotta bağlantısı paylaşılan derneğin resmi internet sitesinde raporun özet metninden alınmıştır. Haber ve rapordan italik ile gösterilen alıntıların ardından söz konusu verilere dayanan yargılar, tezler ileri sürülecek.

a. Yaşam memnuniyeti 
“Yaşam memnuniyetlerine bakıldığında kadınların yüzde 10’u erkeklerin yüzde 14’ü ‘hiç memnun değilim; kadınların ve erkeklerin yüzde 16’sı ‘pek memnun değilim’ yanıtını verdi. Gelecekten umutlu olduğunu belirten kadınların oranı yüzde 68 iken erkeklerin oranı yüzde 65’te kaldı. Gençler arasında gelecekten en fazla umutlu olanlar yüzde 77 ile öğrenciler olurken, yüzde 50’lik oranla en umutsuz kesim iş arayanlar.” 

Gençlerin öğrenci olanları, büyük oranda, henüz aile desteğiyle yaşamlarını idame ettirmekteler. İş arayanlardaki oranın düşüklüğü, “piyasa”nın umutları beslemediği, planları desteklemediği söylenebilir. İkinci nokta, “hiç memnun değilim” ile “pek memnun değilim” seçenekleri ifade edenlerin toplamı %24 ve her 4 gençten biri şimdiden hayata dair havlu atmış durumda. Bu oranı, psikolojik destek ile ilgili veriler (de) desteklemekte. ( Bknz. d. Psikolojik destek) 

ILO raporlar genel işsizlik ile genç işsizliği iki ayrı kategoride değerlendirir; Türkiye’de aktüel anlamda açıklanan işsizlik oranları %12 çevresindedir; oysa genç işsizliği, bunun iki katı oranındadır. İşsizlik, hayata katılmanın temek koşulları arasındadır. 

b. Gelir 
“Gençlerin yüzde 30’unun aylık kişisel geliri 600 TL ve altındayken, gelirleri 601-1500 TL olanların oranı yüzde 33. Yüzde 22’lik bir genç kesimi 1500-2 bin 400 TL arasında gelire sahip. Ortalama bir ayda eline geçen gelir 2 bin 400 TL ve üzerinde olanların oranıysa yüzde 11.” 

Raporun en çarpıcı verilerinin burada olduğu kanaatindeyim. Çünkü Orta ve üst seviyede geliri olan gençlerin oranı yalnızca %11. ‘Mutlu azınlık’ dışındakilerin -ki bu her 10 gençten 9’u- yoksulluk ve açlık sınırında yaşadığı gençlerden oluşan bu resim, korkutucu olmanın çok ötesinde anlamlara sahip. Gelir, seyahat, hayata katılım, ihtiyaçlarını giderebilme, kütüre/l katılım, sosyalleşme, flört vb. kategoriler için temel koşuldur. Gençler, işte bu temel koşuldan yoksundur. Bunun sonucu, hayata uzaktan bakan, bir tür engelleme yaşayan ve bunun sonucunda kendine, nesnelere ve ‘öteki’ne dair şiddet eğilimleri besleyen bir kitle ortaya çıkması kaçınılmazdır. Kültürel ve sosyal hayata katılımın sınırlılığı, ülkede gittikçe yaygınlaşan ‘şiddet kültürü’nün de temel dinamikleri arasındadır. (Bkzn. g. Kültüre/l katılım) 

c. Eğitim 
“Araştırmaya katılanların yüzde 32’si eğitimine devam ediyor. Eğitimine devam edenlerin yüzde 18’i lise, yüzde 17’si 2 yıllık üniversite, yüzde 35’i 4 yıllık üniversite, yüzde 8’i yükseklisans/doktora, yüzde 17,8’i açıköğretim kademesinde. Genel olarak yüzde 74 olan memnuniyet oranı, yüksek lisans/doktora öğrencilerinde yüzde 88’e, dört yıllık üniversite öğrencilerinde yüzde 77’e ve lise öğrencilerinde yüzde 76’ya yükseliyor. En düşük oranlaraysa açık öğretim ve 2 yıllık üniversite öğrencilerinde rastlanıyor.” 

Gençler, eğitime katılmak istiyorlar ama olanak bulamıyorlar. Eğitime katılamayanlar halinden memnun değiller; yani tercihleri değil durumları. Eğitimlerine devam edenler, henüz iş hayatının gerçekleriyle yüzleşmediklerinden, göreli olarak memnunlar. Araştırmaya katılanların %32’si eğitimine devam ediyor ise, eğitimine devam edenlerin%35’i üniversite eğitimi alıyor ise bu durumda toplam içinde üniversite eğitimi alanların oranı %10. Yüksek linsan ve doktora yapanların oranıysa %2.4. Eğitime katılımı yükseltmenin yolları, kamu politikaları yapıcısı ve uygulayıcılarının tasarrufunda ve neredeyse her sorun gibi acil. Eğitime katılımın hem nicelik hem de nitelik anlamda desteklenmesi gençlerin iyi olma halini doğrudan etkilediği gibi ülkenin kalkınmasının (da) temel dinamikleri arasındadır. 

d. Psikolojik destek 
“Erkeklerin yüzde 13’ü, kadınların ise yüzde 15’i psikolojik destek alması gereken zamanlar olduğunu söyledi. Gençlerin yüzde 91’i her gün düzenli olarak kahvaltı ederken, yüzde 93’ü meyve yiyor. Her 4 gençten üçü haftada en az bir kere gazlı içecek tüketirken, yüzde 64’ü fast-food tüketiyor. Her iki gençten biri sigara ve benzeri tütün ürünleri kullanırken, alkollü içecek tükettiklerini söyleyenlerin oranı ise yüzde 12.” 

Psikolojik destek ihtiyacı duyanların oranındaki göreli yükseklik, sosyal-ekonomik sorunların rakamsal verilerin dışında da anlamları olduğunu gösteriyor. Rapordaki en olumlu göster, beslenme kültüründe %91 oranındaki kahvaltı. Demek ki gençler, şairin4 “kahvaltının mutlulukla bir ilişkisi olmalı” sözünden haberdarlar. Yalnızca gençler değil bütün kitlede anti-depresan kategorisindeki ilaç kullanımı dünya ortalamasının oldukça üzerinde. 

e. Siyasi katılım 
Genel ve yerel seçimlerde oy kullanan gençlerin oranı yüzde 78,2 iken gençlerin aktif siyasette yer alma oranı sadece yüzde 3,9. Gönüllü faaliyetlere katılım oranı yüzde 5 seviyesinde. Barışçı gösterilere katılım oranları %12. 

Hayata katılım, insanın hele de hayatının baharındaki gençler için hayati önemdedir. Oysa her şey onların inisiyatif almalarının ötesinde olup biter; bu, bir tür kaderci anlayışın da yerleşmesine neden olur. Yerleştiği ölçüde de uzaklaşır kendi hayatının sorumluluğunu almaktan. Toplumsal bir özne olduğunun imkanı, ancak, toplumsallık taşıyan ortamlarda deneyimlenir. Siyasi katılımın sınırlılığı, “bireysel kurtuluş”u bir havuç olarak geçlerin önüne koyuyor. Gençlerin manevi anlamda sığlıkları, kaba materyalist bir kavrayışla gemilerini yürütmeye çalışmaları, bunun örneği olabilir. Siyasi katılımın sağlıklı şekilde sağlanamadığı bir toplum, toplumsal hayatı olanaklı kılan ilkeleri de üretemez. Bunun zorunlu sonucu ise hukuksuzluk, çatışma, kaos değil karmaşadır. Bir diğer sorunlu sonucu ise insanların kendilerini güvende hissetmemeleridir; ki araştırma, bunu destekliyor. (Bknz. f. Güvende olma / güvende hissetme) 

f. Güvende olma / güvende hissetme 
“Erkeklerin yüzde 70’i kadınların ise yüzde 55’i yaşadıkları yerde kendilerini güvende hissediyorlar. Erkek ve kadınların evlilik durumlarında güven oranı düşüyor. Evli erkeklerin yüzde 63’ü, bekar erkeklerin ise yüzde 71’i güvende hissediyor. Kadınlarda ise evli olanların yüzde 50’si kendini güvende hissederken bekar olanlar da bu oran yüzde 56’lara yükseliyor.” 

Kadınların kendilerini güvende hissetmedikleri bir ülkede “YAŞAM”dan ne kadar söz edilebilir? Evlilik, güven hissini artırmıyor. Bu durum ya da sonuç nasıl yorumlanabilir, üzerine uzun uzun düşünmek gerek lakin şurası açık ki sorunlu bir durum. Güvende olma temel ihtiyaçlardan biri. Güvende olma sağlanamadığı koşulda sürekli teyakkuz halinde yaşanır; bu çerçevenin içinde de yaşam üretilemez. Güvende olmama halinin göreli süreyi aşıp yerleşmesi, insan ruhunda gedikler açılmasına, en kısa anlatımla, ruhsal sağlığın kaybına neden olur. Sıklıkla “Hasta bir toplum olduk!” ifadelerini duyarız; güvende olmamanın ZORUNLU sonucu olsa gerek. 

g. Kültüre/l katılım 
“Gençlerin yüzde 81’i tiyatroya ya da konsere, yüzde 43’ü ise sinemaya gitmiyor. Kitap satın almayanların oranı yüzde 55 olurken, yaklaşık yüzde 66’sı müzik veya film de satın almıyor.” 

Kültüre/l katılım, “okumuş” ve/veya öğrenci kitlesinde bu denli düşük ise “işinde gücünde” insanların durumunu hiç konuşmamak gerek. İnsan, hele de özgürlük alanının göreli olarak yerleşik kültür ve sınav odaklı eğitim nedeniyle üniversite yıllarına bırakılan bir toplumda, yoksulluk nedeniyle katılamadığı kültürel etkinliklerle beslenemez; bunun ZORUNLU sonucu da ruhsal fakirliktir. Genelinde sanat, özelinde müzik, konser, tiyatro, sinema cb. etkinlikler, insan ruhunu rehabilite ettiği kadar zihnini de esnekleştirip yaratıcı ve eleştirel düşünme becerilerini geliştirir; bunun yanında da sosyalleşir, sevdikleriyle nitelikli zaman geçirir; bunların toplam etkisi yaşam kalitesi, araştırmamanın aradığı kavramla ifade edilirse “iyi olma hali”ni (wellbeing) etkiler. 

h. Ev genci 
“Araştırma çalışmamız, gençlerin çalışma durumuyla yaşamdan memnuniyetleri arasında bir ilişki olduğunu göstermiştir. Öğrencilerin yüzde 74’ü, çalışanların yüzde 72’si, “ne çalışan, ne okuyan, ne de iş arayan” olarak tanımlayabileceğimiz “ev genci” grubunun yüzde 69’u yaşamlarından memnun iken, bu oran iş arayan gençler arasında yüzde 55’tir ve anlamlı derecede düşüktür. İş arama çabası, yaşamdan memnuniyetini etkileyen bir unsur olarak öne çıkmaktadır.”5

Literatüre, ev hanımı, ev kızı kavramlarının ardından “ev genci” kavramı da dahil oldu ev bunların %69’u hayatlarıundan memnun yani bağımlı olmaktan, özgür olmamaktan; zira, ister erkek ister kadın olsunlar, geçimlerini sağlayan ‘büyükleri’nin belirlediği çerçevede yaşamlarını sürdürmeyi “tercih” edecekle. Bu, Seren Yüce’nin 2010’da çektiği Çoğunluk6 filmini hatırlatıyor. Artık birey yoktur, kitle vardır ya da herkes. Herkes, bir bakıma Heidegger’in “Das Man”ıdır. “Hiçbir şey üretmeden hayatından memnun olmak” olgusu oldukça “domestic” görünüyor ve araştırmanın can alıcı somut çıktılarından biri olarak görünmekte. Ev gençlerinin büyük kısmını hanımları oluşturmakta. Hanımların çalışma hayatına katılımının henüz desteklenmediği de söylenebilir buradaki veriden. 

i. Rahat yaşam 
İş arayanından ev gencine kadar gençlerin “rahat bir yaşam” için gereksindiği gelir +/- 3.00 TL bandında. Talep edilen ya da yoksunluğu duyulan gelir yoksulluk sınırı. Bu durumu “Ölümü gösterip sıtmaya razı etmek” deyimi anlatır en somut şekilde. 

j. Alkol & Sigara 
Sigara içenlerin oranı %48.9, akol içenlerinkiyse %12.7.7 Türkiye’de kişi başına alkol tüketimi AB ortalamasının ⅛’i oranındadır ve OECD ülkeleri arasında da en az içki tüketen ülke.8 Bu anlamda gençlerin ülkenin genel durumunu yansıttığı söylenebilir. 

k. Evdeki iş yükleri 
Gençlerin evdeki iş yüklerinin küçük kardeşe bakmaktan alışverişe, temizlikten bulaşığa, hanımların ezici bir farklılığı var. Oransal karşılığı %80’lerin üzerindeki bir hanım kitlesi ev işlerinden sorumluyken erkeklerde bu oran %20 bandında.9 Rapordaki veriden yola çıkılarak evin, cinsiyetçi kültürün yeniden üretildiği muhafazakar kimliğini koruduğu söylenebilir. 

Öneri 
Şapkalarımızı çıkarmak zamanı çoktan geldi ve geçiyor. Çocuk yoksulluğu dramatik biçimde yükseliyor. Uygulanan ekonomi-politika, yoksulluğu derinleştirip gelirin adilane bölüşümünü güçleştiriyor. Rakamlar, soyut birer veri olmanın ötesinde sokağa rengini veriyor. Sihirli bir parmak dokunuşu ile her şey şüphesiz değişmeyecek; uzun vadeli kamu politikalarıyla, mevcut resme minik dokunuşlar yapılabilir. Gücümüz ne kadarına yeterse. Hayata dokunan, harcadığından fazlasını alır, çünkü hayat besler. Hayatı beslemek için minik bir öneri. Türkiye’nin bütçesi böylesi minik dokunuşları kaldırabilecek güçtedir artık. Öneri, İtalya’nın 2016’da aldığı bir kararına10 dayanmaktadır. 

İtalya, öğrencilere kütür harcamaları (kitap alması, tiyatro, konser, müze ve ören yerlerini gezebilmeleri) için 18 yaşını dolduran 1998 doğumlu 575 bin gence 500 Euro kültür bonusu verme kararı aldı. 

Kararı Parlamento Başkan Yardımcısı Tommaso Nannicini, “Bu uygulama gençlere belli bir yaşa geldiklerinde onlara kucak açan bir topluma ait olduklarını hatırlatacak. Ayrıca kültürel birikimin kendilerini zenginleştirmeleri ve toplumumuzun yapısının güçlendirilmesi açısından ne kadar önemli olduğunu onlara hatırlatacak.” diyerek değerlendirir. 

Türkiye’de zorunlu eğitim 12 yıl ve liseyi bitiren her öğrenci 18 yaşını tamamlamış oluyor; her yıl yaklaşık bir milyon genç liseyi bitiriyor. Söz konusu kitleye 250 Euro / 1.000 TL. kültür harcamaları için destek verilebilir. Bu ya da benzeri Türkiye’de ivedilikle hayata geçirilebilir. Partizanca bir tasarrufla olmaması koşuluyla elbette. Bu, tıpkı temel eğitim sürecinde kritik evredeki çocukların süt ve yumurta takviyesi gibi elzem bir destektir. Bununla gittikçe çoraklaşan kültür dünyası da göreli olarak can suyu ile silkinip kendine gelecektir. 

Sonsöz 
Son söz niyetine, sözü teoriye boğmadan, “İyi değiliz!” diyebiliriz. Pek çok nedeni var kuşkusuz. Halimizi, bütün çıplaklığıyla ortaya sermek, bilim insanlarının ana sorumluluğu olsa gerek; aksi durumda olgulara dayalı veriler, bilgiler yerine ideolojik ve/veya fantezi temelli ezberlerle düşünürüz. Öncüller yanlış ve/veya eksik ise ulaşılan sonuç da zorunlu olarak yanlış oluyor; yanlış sonuç ile tanı konduğunda da tedavi, iyileştirmiyor; bilakis sorunu derinleştiriyor. Adorno’nun bağlamsal anlamda anılmaya değer sözüyle bitirelim: “Sahte ya da yanlış yaşam içinde doğru yaşam yoktur.” 

V. Metin Bayrak 
19 Mayıs 2017, Teşvikiye, İstanbul 

Dipnotlar
1 iyi olma (well-being): Erişim: 18 Mayıs 2017: http://habitatdernegi.org/tr/dl/Habitat-GenclikRaporuOzet.pdf 3. sayfa: İyi olma hali (well-being), kişilerin yaşam kalitesini ve memnuniyetini ön plana alan ve belirlenmeye çalışılan temel göstergeler çerçevesinde yapabilirliklerini arttırmayı hedefleyen bir yaklaşımdır. İyi olma hali yaklaşımı sağlık, maddi durum, eğitim, ev ve çevre koşulları, risk ve güvenlik, katılım ve ilişkiler gibi farklı alanlarda bireylerin “iyi” olmasını hedefleyerek, kişilerin refahına ve gelişmesine bütünsel olarak yaklaşır. Bu farklı alanlar altında takip edilmesi ve geliştirilmesi gereken göstergelerin belirlenmesi yardımıyla kişilerin yapabilirliklerini arttırmayı hedefler.Yaşam koşullarını belirleyen unsurları hem nesnel hem de öznel göstergeler eşliğinde bütünsel ve çok boyutlu bir yaklaşımla anlamayı hedefler. 
3 Erişim: 18 Mayıs 2017: http://www.hurriyet.com.tr/gencler-gelecekten-umutsuz-40460397 
4 Cemal Süreya 
10 Erişim: 19 Mayıs 2017: http://avrupaforum.org/italyada-genclere-500-euro-kultur-sanat-destegi/

16 Nisan 2017 Pazar

Başkan/lık Üzerine, İhvan'dan IŞİD çıkarmak!

Başkan/lık Üzerine
İhvan’dan IŞİD çıkarmak


“Throwing a bomb is bad,
Dropping a bomb is good,
Terror, no need to add,
Depends on who’s wearing the hood.”


“Bomba atmak kötü,
Bombardımansa iyi.
Terör, uzatmaya gerek yok,
Kukuletayı kimin giydiğine bağlı.”


Bu yazılama, herhangi bir biçim, tür vb. iddiası taşımamakta; derdini, konuya dair farklı perspektiflerden bakan özneleri konuşturarak saçıp ardından “ana yemek” özelinde “garnitür”leri görünür kılmak amacındadır. Bununla, gücü yettiği ölçüde dolaşımdaki kavramların “küfe”lerinde taşıdıkları “yük”leri ifşa etmek iddiasındadır.


Matta 6:24’te İsa Peygamber vasıtasıyla şöyle dile gelir ilahi kelam: “Hiç kimse iki efendiye kulluk edemez; çünkü ya birinden nefret edip öbürünü sever, ya da birine bağlanıp öbürünü hor görür. Siz hem Tanrı’ya hem de mamona kulluk edemezsiniz.”


Muhammed Peygamber, “Benim yolumdan gidenlerle bir araya gelin ve konuyu onların istişaresine sunun. Tek bir kişinin fikrine göre karar vermeyin.”


Ebu’l Ala Mavdudi’ye (Ölümü 1973) göre İslam, doğası gereği “siyasi bir din”dir.


Türkiye gündemini esir alan Meclis'teki Anayasa değişikliğine dair bu kısa yazılamanın amacı, tarihsel bilgilerin ve tarihe mal olmuş kişilerin bakış açıları ışığında bugün yaşananları kavramak için bir perspektif oluşturmaktır.


Başkan Muhammed Peygamber
“İslam hukukunda “sadd el-zara”i (vesilenin engellenmesi) ve “el-masalih el-mursalah” (kamu yararı) olarak bilinen iki ilke vardır.” Kamu yararı için şuraya danışarak ortak akıl üretilebilir. Ortak akıl, insan aklının bireysel hatalarını düzeltir; insan doğası, tebaa için de hükümdar için de geçerlidir. Burada Aristoteles’in “ortak akıl”a gönderme olarak da yorumlanabilecek şu sözleri anılmaya değer olsa gerek: “Çok kişi, az kişiden daha az yanılır.”


“Meşrutiyet ve demokratik düşüncenin öncülerine göre “demokratik terbiye” aslında, şura (istişare), içtihat (bağımsız akıl yürütme), “masalih mursalah” (kamu yararı), “sadd el-zara’i” (vesilenin engellenmesi) ve devletin ve vatandaşlarının faaliyetlerini; hem hükümdarın hem de halkın “insan hakları”nı kapsayan geniş bir kavram olan “emr-i bil maruf nühyi anil münkir” (iyiliği emretme, kötülükten menetme) gibi İslami kurumların ve kavramların kopyasından başka bir şey değildir.”


“El-Benna, halifelik yerine “devlet”; devlet başkanının sıfatı olarak da “halife” yerine “başkan” kelimesini kullanmıştır. “Başkan” kelimesi hem sünnet hem gelenek; “halife” kelimesiyse sadece gelenektir. Hz. Peygamber “başkan” kelimesini reddetmemiştir; bu nedenle sünnettir; oysa “halife”/lik, siyasi anlamıyla yalnızca Hz. Peygamber’den sonra gelenlerce kullanılmıştır; Müslümanlar, El-Benna’ya göre sünnete uymak istiyorlarsa “başkan” kelimesini kullanabilirler.”


İhvan ya da Müslüman Kardeşlerin teorisyenleri Muhammed Peygamber'in kendisine "Başkan" dendiğinde itiraz etmediğinden yola çıkarak “halife” ile “başkan”ı ayırır. Muhammed Peygamber, "Halife" değil "Başkan"dır. Halife, “Buhari ve diğer hadis mecmualarında yer alan “İmam, Kureyş’tendir.” yani İslam cemaatinin dini başkanlığı Kureyş kabilesine aittir.” hadisi karşısında Osmanlı hükümdarlarının bütün Müslümanların halifesi olma iddiası, o zaman başka iki temel tarihi olguya dayandırılmak istenmiştir: Osmanlı hükümdarları, Fatih’ten beri, tüm İslamın gaza kılıcını elinde tutma hakkının kendilerine ait olduğunu iddia etmişlerdir. Fatih’e ve II. Bayazid’e Cezayir Müslümanları, İspanyol istilasına karşı heyetler gönderip himaye etmişlerdi. Dünya çapında gaza görevini üstlenen Sultan Süleyman, dünyada Hristiyan devletlerin saldırısına uğrayan bütün Müslüman devletlerine arka çıkmakla, bu iddiayı kanıtlama yolunda idi.”


“....I.Selim’in cihanşümul hilafet yetki ve sembollerini, Mısır’da oturan Abbasi halifesi III. Al-Mutavekkil’den bir merasimle devralındığına dair rivayet, 18. yüzyılda ortaya atılmış ve Osmanlı sultanlarınca benimsenmiş asılsız bir rivayettir. Selim ile çağdaş Osmanlı ve Arap kaynaklarında buna dair bir kayıt yoktur. Mısır’da oturan Abbasi halifesi Al-Mutavekkil Selim tarafından İstanbul’a gönderilmiş, yolsuzlukları yüzünden Yedikule’de hapsolunmuş, Kanuni tahta çıktığında Kahire’ye dönmesine izin verilmiştir. Osmanlı Devleti’nin Mısır valisi Hain Ahmed Paşa, kendisini sultani Al-Mutavekkil’i halife ilan etmişse de paşa yakalanıp idam edilmiştir. Al-Mutavekkil Kahire’de belirsiz biçimde ömrünü tamamlamıştır.”


“Bağdat’ın 1258’de Moğollarca ele geçirilmesiyle Abbasi halifesi ölmüş ve hilafet sona ermiştir. “Halife” ve “hilafet” sıfatları Abbasi ailesinden birinin Kahire’de halifeliğini ilan ettiği Mısır’a kaymıştır. Bu Abbasi kolu, Osmanlılar 1517’de Kahire’yi ele geçirip halife El-Mütevekkil’i İstanbul’a götürünceye dek devam etmiş. Ancak El-Mütevekkil, Kahire’ye geri gönderilmiş ve 1543’te orada ölmüştür. Sonrasında Osmanlılar, El-Mütevekkil’in hilafetini devrettiği iddiasında bulunmuşlardır ki bu, Müslüman hükümdarların miras anlayışını göstermektedir. Osmanlılar, Müslüman halkın, sırf halife El-Mütevekkil’in hilafeti kendilerine devrettiği için Osmanlı idaresini kabul edeceğini sanmışlar. Ne kadar naif bir zihniyettir bu! Bu doğru olsa bile, halife kendisinin olmayan bir şeyi (hilafeti) hak etmeyen birine nasıl verebilir? Birçok tarihçiye göre, Osmanlılar’ın bu devretme kavramını ortaya atma nedeni, kutsal bir yönetim hakkı iddiasında bulunmaktır.”


IŞİD’e giden yol
“...El-Zevahir’e göre İslam, egemenliği Allah’a verirken; demokrasi, egemenliği halka veriyordu. Demokraside kanun koyucu insanken, İslam’da Yüce Allah’tı. Yani demokrasi, kanun koyma hakkını Allah’tan alarak insanlara veren, din düşmanı bir fikirdi.”


3 Mart 1924’te TBMM, hilafeti kaldırır; hilafet makamı, böylece Meclis’in manevi şahsiyetine geçer. Türkçesi hilafet kaldırılmaz, kişiden kuruma aktarılır ve derin dondurucudadır; siyari ‘otorite’, “bu”nun farkındadır; ‘fiili durum’u “de juro” hale getirerek, makamı uhrevi hele getirmek arzusundadır. Kimileri, referandum sürecinde bunu olabildiğince açık dilkendirdi de!


Bir çocuktan katil yaratmak ya da kelimelerle katliamları meşrulaştırmak
“Kur’an, sıklıkla “savaş”a (harb), bazan da “çarğışma”ya (kital ve k-t-l kökünden elde edilen diğer kelimeler) ancak en fazla da “mücadele” ya da “çaba gösterme”ye (cihad ve c-h-d kökünden elde edilen diğer kelimeler) atıfta bulunur.”


Etimolojik olarak “cihat” kelimesi, çaba sarf etmekle ilgilidir. Ortada bir gayret olduğuna göre bunun karşısında güçlü bir direnç olsa gerektir. İslam öncesi dönemde bir şair cihat kelimesini, kendisini terk eden sevgilisine duyduğu tutkuyu kontrol altına almak için gösterdiği çaba anlamında kullanır.


Müslümanlar ya da İslami kültürün kodlarıyla hareket edenlerin “cihat”ı ne olacaktır. Hayat, irade ne denli güçlü olursa olsun, göreli süre onu taşır ama er ya da geç üzerinden atıp çağın rengini giyinir. Çağa rağmen hareket edebilir kişiler ve/veya yönetimler hatta kendi kuramlarını “olgu”ya dayatırlar, bunun için ciddi mücadele de ederler; buna inanırlar ve inancın getirdiği güçle kararlı görünürler ve etkileri geometrik biçimde artar. Göreli sürenin ardından Zeitgeist, takkeyi düşürür ve kel görünür; kel, işte zamandır; zamana da kimse direnemez; zaman, kendi türküsünü, o ezelden gelip ebede taşıyandır; Herakleitos’ta dile geldiği şekliyle: Panta rhei!


V. Metin Bayrak
16 Nisan 2017, Teşvikiye, İstanbul