30 Ekim 2016 Pazar

Barışa Kanatlanmak

Dün, mesnetsiz, tamamen keyfi biçimde haftalardır hapsedilmekte olan yazar Aslı Erdoğan’ın tutukluluğunun sona ermesi için, hani Nemrud’un İbrahim Peygamber’i yakan ateşine su taşıyan karınca misali, safımız belli olsun diye DE katıldım 15. Nöbet’e.

Evet, hayat devam ediyor. İçimiz eziliyor. Eksiğiz. Lakin en büyük efendimiz alışmak, esaretimize dönüşüyor. Eylemlerimiz vicdan yıkamaktan öte değil sanki. Taziye evine dönen bu coğrafyada gülmek, ahlakçılığın ötesinde, imkânı olmayan bir ruh hali artık; diğer yandan en büyük direniş.

Yaşamı, yaslı eğlenmenin, dünya işleriyle iştigal etmenin mahcubiyeti içinde yaşıyoruz. Ruhumuzu yaralı. “Burası,” diyordu Tezer Özlü, “Bizim değil, bizi öldürmek isteyenlerin memleketi.” Muhalefet edenleri, aykırı ses çıkaranları, kendine benzemeyenleri yurttaş/ı görmeyen bir devlet geleneğinin uzantısı AKP iktidarındaki Türkiye ya da Ucube Parti Devleti.

Yurt, kaidesidir insanın; oysa uzun zamandır bundan yoksun, sanki gökte salınıyoruz. Sürekli katli vacip kötürüm muamelesi yaparak nefret söylemi üretip hedef göstererek kendi içinde bir matematiğe sahip katliamlarıyla işliyor ve pas tutmuyor işkence demiri. Hukuksuzluğu hukukuna dönüştüren hegomonik yapı, politikalarını, ürettiği suni kimlikleriyle rasyonalize ederek kitleleri(ni)n bir tür rıza imalatıyla aldığı destekle sürdürüyor geometrik olarak artan kıyımlarını.

Bize düşense suçluluk. En çok mağdurlar suçluluk duyarlarmış. İşkence görenlerin yanında olmazsak, zulme ortaklık hissinin esiri, mağdurun yanındayken başımıza gelmesi muhtemel belaların tedirginliğinde salınıyoruz sürekli kanayan ruhlarımızla.

İnsanın manevi omurgasının inanç olduğu söylenir. Direnenler, devletle katliamlarında ittifak içinde olmayanlar, içtenliğini muhafaza ederek seslerini daha gür çıkararak yürümeye devam edecekler. Direnenleri, hak temelli mücadele edenleri düşman gören devlet ve sözcülerinin, onunla özdeşleşmişlerin nefret ekip kinle besledikleri ve linçle arındıkları kandar düşmanlıklarından korkuyorum. En kötüsü dilimizi kaybetmek, bilincimizin zalimin diline benzemesi. Her şeye rağmen “Barış! Sevgi! Özgürlük! Çocuklar da şeker yiyebilsinler. Büyümez ölü çocuklar,” diyebilmektir inançlı olmak. Barışa lal olmuş dillerin arasında dile gelmek, dilin vicdanı olmaktır. Çünkü Hafız’ın dediği gibi, “Kullandığınız kelimeler eviniz haline gelir.” Hanemizi özgürleştirecek olanlar yazarlardır ve onlar, yaşadıkları çağdan rahatsızdırlar; sorunları, gelecek perspektifiyle çözme gayretinde hiç gelmeyecek olan dönemin ya da çağın romantik yurttaşları yani vicdan/ımız.

20. yüzyıl, ürettiği her türden devletin faili olduğu katliamlarla, yıkımlarla da anılacak. Devletin gittikçe monolitikleşen masif yapısını kırmak, çatlaklar açmak, erkekçe bir yol ya da girişimle olmayacak. Devlet ve araçlarıyla girişilen her mücadele asimetrik koşullar nedeniyle trajik şekilde sönümlenmeye mahkûm. Direniş, dişice gelişecek. Kadınlar, erkeğin yıkmak istedikçe güçlendirdiği yapıyı tarumar edecek. Buna inanıyorum. Çünkü dili barışçıl, eylemi canlı. Her eylem, hayata doğurulmuş, büyümesi için salınmış bir canlı. Kimsenin değil. Özerk. Sokağa erişimiyle kamusallaşır. Söz, artık, anası olan hayatındır; doğa(sı)nın emzirmesiyle büyüyüp serpilecek. Söz, barış olup hanemize dönüşecek.

Statükocu olmak yerine yolculuğu tercih edenlerin yani direnenlerin ruhları kesişir mücadelede. Bu, bir tür ruh ortaklığı olarak da tanımlanabilir ve saadet, huzur, kişinin kendini gerçekleştirmesi, ancak inançla mücadele ettiği bir atmosferde mümkündür. İnsanın, münzeviliğe duyduğu ihtiyaç ve içinde kıvrandığı yalnızlık, böylesi bir çevreyle kuşatılmadığındandır DA! Aslı Erdoğan’ı özgürleştirmek için yazmak, nöbete gelmek, onu aramak, devletten, kör topal işleyen hukukundan onu sormak, daha çok okumak, cümle kurmak, yüklemleri hayata güç veren fiillerden örmek, hiç bitmeyecek, her nefes alışta yeniden doğacak gülümsemeleri yaratmak, barışa kanatlanmaktır.

Dayanışmayla,

15 Ekim 2016, Heybeliada, İstanbul

V. Metin Bayrak

* Bu yazı, Özgürlükçü Demokrasi'nin Aslı Erdoğan ve Necmiye Alpay ile dayanışma amacıyla açılan "Barış için yazı nöbeti" köşesinde 30 Ekim 2016 sayısında yayımlanmıştır. Gazetenin internet erişimi engellidir. DNS, VPN gibi güvenliği sağlayan kimi teknik engellerin aşılmasıyla erişilebilmektedir. Yazının bağlantı adresi: http://ozgurlukcudemokrasi.com/2016/10/30/metin-bayrak-2/ 

29 Ekim 2016 Cumartesi

rejim güzellemesine hayır!

rejim güzellemesine hayır!

cumhuriyet bayramı ya da belli türden bir rejimin herhangi bir takvim gününü kutlamak, kurulu düzene güzelleme görünüyor bana. ayrıca her türlü düzenin neye hizmet ettiğini hem kısacık ömrüm hem de sınırlı tarih bilincimle yeterince görebildiğimden kutlamıyorum. kutlayanlara, her rejimin gırtlağına kadar kana ve boka battığını hatırlatmak da istemiyorum... zira insanın yalnızca zihnindekileri görebildiğini, hatta, burnunun bile zihnindeki kokuları alabildiğini bildiğimden kifayetsiz görüyorum hatırlatmayı ve/veya göstermeyi... 

ayak sesleri duyulan bir rejime karşı yavaş yavaş maziye karışacak sabık adayı rejime güzelleme yapmanın da benim dünyamda bir karşılığı yok! 


devletlerin takvim günlerini kutlamak, onu kutsamaktır ve kutsal olan, yaşam düşmanıdır; siyaseten de devşirilir... ister yeni ister eski olsun! 


kutlayanlar, kutladıkları rejimlerin faili olduğu kırımların siyasi ve hukuki sorumluluğunu taşımasalar bile etik sorumluluklarını taşırlar... hiçbir rejimin, gönüllü kulu ya da işbirlikçisi değilim ve olmayı da vicdanen reddediyorum... 


rejimi kutsamak, silaha, orduya vize vermektir. orduysa savaş. savaşlarsa ölüm!. 

gücüm ve bilincim yettiğince rejimleri, orduları, savaşları da reddeceğim!

kanlı ortaklıklarınıza selam!

29 ekim 2016, heybeliada, istanbul
veli metin

18 Ekim 2016 Salı

Simgelerin İktidarı Üzerine

Gücün Simgeselleşmesi Üzerine
(Simgelerin İktidarı Üzerine)
“Tüketmek, ibadettir.”
Bu yazılamada; simge, güç, iktidar, simgeleşme, nesneleşme, nesnelleşme, iktidarın simgeleşmesi, ülke, devlet, temsil, temsilci/lik, totem, tanrı, din, konvansiyonel din, İbrahimi din/ler, mabed, firma, sermaye, marka, sınıf, aidiyet, egemen/lik, hegomonya, tahakkûm, küreselleşme, küresel sermaye, kapitalizm, post-kapitalizm, tüketim, ibadet, paganizm, hedonizm kavramları ve ilişkileriyle 19. ve 20. yüzyılın küresel aktörlerinin başında gelen Paris’in (Fransa) Şanzelize Caddesi’ndeki Louis Vuitton mağazası (Dünya –> Avrupa –> Fransa –> Paris –> Şanzelize –> LW –> Ürünler –> Müşteriler/i), bunlar arasındaki ilişkiselliğin dinamikleri ve ürettiği iktidar yapılanmasıyla kutsalları; gücün temsili üzerinden iktidar, kutsallık, ibadet, temsiliyet kavramları dolayımıyla okunmaya ve 21. yüzyılın ekonomi–politikası ve uzantısı ya da türevi simgelerine dair kimi hipotetik tezler –daha doğrusu "noesis" niteliğinde– ileri sürülmeye çalışılmaktadır.
Konu, simge ya da obje olarak Louis Vuitton’un Şenzelize Caddesi’ndeki (kamusal alan/kent) mağazası seçildi. Çünkü temsilin, gücün, uğraklığın, ekonomi–politiğin cisimleştiği, hayata sirayet ettiği, yazılamanın harcını oluşturan kavramların kesiştiği bir varlık alanı. Bunların kesişim kümesinde olan bir markanın ontolojik–epistemolojik çözümlemesi ya da bir başka deyişle yapısal (ekonomi-politik, simgesel yani geniş anlamda ideolojik) okuması. Antropolojik parantezin içinde kalana odaklanıp olgudaki mevcut hayatın zamkına; buraya içkin olan iktidara, paraya ve türevlerine; markaların birer tanrı olarak düşünce yapılarına ya da silikleşip flulaşarak fona dönüşen, kendi(si)ni her yerde gösterip hiçbir yerde olmayan sisteme; sistemin kusmuğu para yoluyla tanrı(ça)larına ibadet ettiren (bu cinsiyetçi söylemle yeniden üretilen retorik) Zeitgeist’a bakmak. “Zeitgeist’in ruhu, ancak, onu teneffüs edip ona teslim olmadan soyulabilir.” varsayımından hareketle klavyeye alınan bu yazılamada dile gelen tezler, çağın maneviyatını ifşa etmeye yöneliktir ve “noesis” kategorisindedir. Tezler, raslamsal olup entelektüel olarak ciddi hesaplaşmaların ardından dillendirilmiş değiller. ‘Akıl’la değil belki ama ‘rasyo’ ile kirletilmemiş, naifliği satın alınmamış; bu anlamıyla (da) “anything goes”a (Feyeraband’e selam!) “uygun”. Diğer yandan uyarıcı bombardımanı altında 140 karaktere, okumanın yerini göz atmanın aldığı günümüz ruhuna teslim ol(ma)maktır!
Simge; güce, kimliğe ve mânâya içkindir. Dolaysız bir iletişim aracı olan simgenin bizatihi kendisi iktidardır. Dil, bir bakıma simgeler/in toplamıdır. Somut, yani fizik ya da metafizik varlıkları taşır, yaşatır, yeniden üretir, başkalaş(tır)arak mutasyona uğra(tı)r, virüsmüşçesine ölümsüzleş(tir)ir. Bir iletişim aracı olarak simge, taşıdığı “ileti”yi bir özneden –zaman zaman ondan bağımsızlaşarak– bir başka özneye taşır, ulaştırır. Güce ve/veya kimliğe içkinliği burada da gözlenir.
“Simge, yaşama, dille ve mânâyla birlikte eşzamanlı girmiştir.” tezi sorunludur; çünkü simge, dar anlamıyla dilden önce hatta menşeindeki temel olgulardan biridir; dil, doğal ve/veya yapay yollarla ya da araçlarla iletişim sağlayan bir araçtır; bu nedenle “Simge, doğal dili aştığından, insanın insanlaşma sürecinde doğmuştur.” tezi ileri sürülebilir.
Armalar, bayraklar, logolar, hatta isimler simgedir; kelimelerse düşünce ve gerçeklikteki varlıkların dildeki simgeleri olarak düşünülür: “Dilimin sınırları, dünyamın sınırlarıdır.” (Wittgeinstein’a selam!) Olgusal dünyada simgelerin, taşıyıcısı olduğu varlığı aşıp müstakil bir varlığa dönüştüğü örneklere rastlanır. Mesela ülkelerin bayrakları, askeri birliklerin flamaları, firmaların kurumsal logoları, markaların ikonları vb. Kimi zaman da simgeler, örneğin başörtüsü / türban, zamanla mutasyona (terimden nesneye, “türban”dan “başörtüsü”ne geçiş sürecinde geleneksel gösterilenin / nesnenin yerine geçiş) uğrayarak bambaşka bir anlama ya da kimliğe bürünebilir. Sumerlerde tapınak fahişesi rahibelerin bulundukları ya da taşıdıkları statünün yüksekliğinin ifadesi olan başörtüsü, zamanla ‘sıradan’ kadınların da bu ‘değerli’, statü sembolü olan aksesuarı ya da simgeyi kullanmalarıyla gündelik seküler yaşama sirayet eder. Semavi dinlerle birlikte, bir başka içeriğe kavuşarak yeniden uhrevileş(tiril)ir. Yakın zaman Türkiyesi’nin sosyal-ekonomi-politik-ruhsal tarih okuması, bu “simge” ya da “sembol"den bağımsız yapılamaz. Bir ülkenin, toplumun iç huzurunu, ahengini, politikalarını, insanlar arası ilişkilerini, kurumsal işleyişini derinden etkileme, yönlendirme gücüne sahiptir. Bu nedenle: “Simge, nesnesinden, kullanımından müstakil bir kimliğe ve iktidara (da) sahiptir.” tezi ileri sürülebilir.
Antropolojik anlamda “ilkel” adı verilen kabilelerde simge, “totem"lerinde cisimleşir, onunla özdeşleşir. Şaman, totemin, topluluğun üyelerine aktarımını, tebliğini yapar; klan, kabile vb. sosyolojik birim, kendini bir başka topluluktan ya da birimden ayırt edici bir dile ya da simgeye kavuşur; bununla ifade eder kendini; kimliğinin ayırılmaz parçasına dönüşür; hatta kimliğini onunla kurar, işte bu dil, klanın ya da topluluğun/un simgesidir, toplulukla ve üyeleriyle özdeştir bir bakıma.
Klan sayısı arttıkça totemler/i de artar; klanlar farklılaştıkça totemler/i de farklılaşır. Klanlardan biri, diğerleri üzerinde tahakküm kurarak “eşitler arasında birinci” (primus inter pares)  konumuna yerleşir. Arkaik anlamda devletin izleri, siyaset biliminde, felsefede burada (da) aranır. Diğer simgeler üzerinde otorite kuran, simgeler arasında hiyerarşi yaratan klan ve şefi, zamanla krala, tanrı-krala ve nihayet imparatora evrilir;  Japonya’daki örneğiyle “Güneşin Oğlu”na. Şeften krala evrilme sürecinde topluluklar, sosyo-siyasal evrim geçirerek devletin ilk şekillerini üretir. Siyasal yönetim kurumlaştıkça büyür ve merkezîleşir; merkezîleştikçe de bürokrasi, vergi, hazine, dağıtım, lojistik, yazışma, sınır vb. kavramlar, kurumlar ve ilişkiler doğar; bunların dolaysız anlatımı, kaçınılmaz biçimde simgeleri yaratır. İktidarın temsile olan ihtiyacı, merkezden bütün hâkimiyet alanına egemenliğinin aracı ile ikame edilir. Temsil, ihtiyacı/nı simgeyle çözer: iktidar, temsillerle kendi egemenliğini anlatır; henüz her yerde değildir; resmi alanlardadır ve etkileri sınırladır.
Yeniçağ, bu panoramik görünümün ardından zuhur eder; modern devletler doğar. Alternatif ulaşım yollarının keşif, yeni yaşam alanlarının –insan ve doğa anlamında– sömürgeleştirilmesi, kimi bilimlerdeki üretimler ve teknolojik aygıtların da yardımıyla devletler, toplumlar ve kıtalar arası iletişim artar; bu ‘gelişmeler'e, değişimlere paralel olarak ilişkilerin ürettiği temsilcilikler, elçilikler, müesseseler de doğar ve de facto dolaşıma girer. 17. yüzyılda ilk örneklerine rastlanır; 18. yüzyıldaysa kurumsallaşır. Burjuvazi, kapitalizmin inkişafıyla kendi kamusal alanını da yaratmaya başlar; dinin ve aristokrasinin kodları dışında “civil” kamusal alanlar doğar; mesela kafeler. 18. yüzyıl. öncesinde heyetlerin uzun süreli ziyaretleriyle kurulan ve sürdürülen ilişkiler, kalıcı temsilcilikler –elçilik, konsolosluk– üretir. 19. yüzyılda özellikle imparatorluklar, kendi güçlerini dünyaya anlatma, berkitme, yayma araçlarının başında elçiliklerini kullanırlar; şatafat, özellikle takvim günlerinde verilen resepsiyonlarla şahikasına ulaşır. 19. yüzyılın ikinci yarısıyla birlikte başlayan fuarlarsa, imparatorlukların orduya paralel olarak inkişaf eden, gelişen, anılan sanayi –teknik– ekonomik güçlerini sergiledikleri, bir tür silahsız çoklu cephe şeklinde savaştıkları platformlara dönüşür.
Şefin krala, meşruti monaraka evrildiği süreçte konvansiyonel iktidar, Yeniçağla ya da sekülerleşmeyle, bir başka deyişle “ratio"nun egemenliğiyle ve/veya tanrısal aklın yerine geçmesiyle güç kaybeder. 17. yüzyılda İngiliz Aydınlanmasıyla başlayıp 18. yüzyıl Fransız Aydınlanmasıyla nihai formunu kazanan yönetim anlayışına Alman Aydınlanması felsefi zırhını kazandırır; böylece kralın yetkileri tırpanlanır, bunun zorunlu sonucu olarak 19. yüzyıldaki Anayasal Monarşilerin yolu açılır. Günümüzde de çeşitli örnekleri (Birleşik Krallık, İsveç Krallığı, Hollanda Kraliyeti, İspanya Krallığı, Japonya, Tayland vb.) görülmesine karşın asgari etki ve/veya yetkileri olmakla birlikte varlıklarının sembolik olduğu söylenebilir. Yeniçağ ile birlikte artan ekonomik faaliyetler, gelişen teknolojilerle üretim araçlarının değişmesi, tarım ve hayvancılıktan endüstri toplumuna evrim, toprağa dayalı egemenliğin ve türevi Aristokrasinin koltuğunu sarsar. Kapalı toplumlar, yerini, zamanla ekonomi–politikteki değişimlerin de etkisiyle açık topluma bırakır. Değişim, iktidar/ın devri, sancılı olur. Çatışmanın doğurduğu kaos sürmektedir.
Hayata egemen olan “kutsal üçlü”, aristokrasi, monark ve din kurumundan oluşur. Aristokrasi -ki ruhban sınıfı ve/veya ulema da bu kategori altında düşünülebilir-, kutsal üçlünün oluşturduğu ittifakın zamkıdır; krallık rejimi ve 'vicdan'ı (olan) kilise(si)yle ve/veya cami(si)yle yani statükoyla ittifakını güçlendirerek mevcudu/nu muhafaza etmeye gayret eder; kaçınılmaz değişime ya da sona direnmeye çalışır, oysa direndiği yaşamdır ve Zeitgeist’a teslim olur; çünkü o, yaşamın koşulsuzca tek hâkimidir, sonuç: burjuvazinin ve ‘kuru kalabalık’ın ya da ‘baldırı çıplaklar'ın mutlak egemenliği! Ama şimdilik!
Burjuvazinin 19. yüzyılda kemikleşen, atomize olan gücü, kapitalist ekonomi–politiğinin dünya üzerindeki egemenliğiyle daha da güçlenir. Küresel ticaret ve türevi turizm/in İkinci Paylaşım Savaşı’nın ardından ivme kazanması, sınırları, burjuvazi ve/veya sermaye için gittikçe anlamsızlaştırır. Küreselleşme, özellikle ‘I'. Dünya’nın ‘II.’ ve ‘III'. Dünya’ya erişimlerini kolaylaştıracak hukuksal düzenlemeleri ulus–devletlere bir ‘zorunluluk’, ‘ev ödevi’ olarak sunar ve sermayenin –ki artık ‘sahipsiz'dir-, ‘yabancı’ yatırım(lar)ın önündeki bütün engelleri kaldır(t)ır.
Borsaların küresel işleme açılmasıyla burjuvazi (Yazılamada “Sahipsiz Sermaye" SS diye söz edilecektir.), bir yandan ontolojik anlamda mutasyona uğrarken diğer yandan da sahipsizleşerek devlet bütçelerini aşan büyüklüklere ulaşır. (Apple, Microsoft, GM, WallMart, Toyota, VW vb.)  SS ekonomi-politiğinin ürünü olarak devletler, küresel firmaların ve/veya markaların hizmetçisine, asistanlığına, kârlarını maksimize eden araçlığa soyunur. Ülke yönetimlerinin ‘başarı’sı, küresel firmalara (SS) gösterdiği kolaylıklarla ölçülmeye başla(nı)r. Ortaçağ’daki “Felsefe, dinin hizmetçisidir.” sözü, “Bilimler, devletler ve de facto hukuk, markaların (SS) hizmetçisidir.” tezine evrilir; hizmet edilenin ‘rengi’ değişse de özü aynıdır: egemen/in iktidarı.
Mazinin kralları diye de düşünülebilen günümüz devletlerinin yönetici elitlerinin (şansölyeler, devlet başkanları, başkanlar, başbakanlar, üst düzey bürokratlar vb.), görev süreleri bitince, emekli olunca, yeniden seçilemeyince vb. SS’lere hizmet eden firmalara ücrete mukabil ‘danışmanlık’ yapmaları manidardır. (Zeitgeist’a selam!)
SS’lerin, kendilerine markaları zırh yaparak görünmezlik kazandığı günümüzde her şey ürünleşip metalaşabilirken aynı zamanda markalaş(tırıl)abilir de. Markalaşması, dünya iktidarını paylaşan putlar arasında kendine yer açması demektir. Yeter ki SS’ler istesin, markalaştıramayacakları şey yoktur; bu, kimi zaman bir toplama kampı, savaş meydanı, tahrip olmuş bir gemi, kimi zaman ‘milli park’a dönüştürülen, ‘yaban’ yaşam alanları, kimi zaman dinsel bir figür, aktör ya da ayindir; kimi zamansa kirli bir iç çamaşırı, kullanılmış bir kalem. Her şey satılıktır; çünkü tüketim, ibadettir.
Kendileri de SS’lerin birer ‘marka'sı olan popüler ‘özne’ler, bir tür tanrı-yıldızlar olarak kendi adlarına ‘yarattıkları’ markalar(ıy)la ambalajı/nı, kullanım değerinin önüne geçerek ‘çağcıl’ çoktanrıcılık, yeniden üretilerek dolaşıma, tüketime, kullanıma, imana ve nihayet raflardaki yerini alarak ibadete sunulur. Tapınılan, putun ambalajıdır. Töze dönüşen ilinek, tözsüz yaşam(sızlığ)a adımdır ki, bu da bir tür oksimorondur. Kavranılamazlığı, biraz da bundandır.
Markalar, firmaları, ülkeleri ve toplumlarını geri palana iter ve onları aşar; bir bakıma onları kendine bağlar; oysa SS’lerin zırhıdır. Bugüne, markaların tanrısallaştı(rıldı)ğı bir Zeitgeist egemenliği, farklı bağlamalarda, farklı öznelerce her gün daha fazla dillendirilmekte. Küresel sermayenin (SS) PR algı yöntemiyle –ki kitle iletişim araçları ile küresel sermaye aynı öze sahip öznelerdir– işlettiği sürecin, kitlelerin iradesiyle, satınalma davranışlarıyla hareket ettiği illüzyonu yaratılır. Markalar tanrı(sal)laştırılırken –SS’ler, Anatanrıça Kibele gibi hep oradadır ama– toteme iman eden müşteri, satın alarak “gönüllü kulluk / kölelik” statüsüne, makamına eriş(tiril)ir. Marka satın alarak tanrısal olanla kurulan özdeşliğin, müşterinin sınıfını tayin edici işlevi olduğu (da) söylenebilir. Küresel kapitalizmin (SS), her sınıf için uygun tanrı(ça)ları ve nihayet unisex tanrıları -markaları- mevcuttur. Android markaların ve/veya ürünlerin ‘avangart’ örnekler olduğu söylenebilir. Bu, göreli ‘eşitlik’ illüzyonu yaratarak SS’lerin politik alanda ve kitlelerin dünyasında meşruiyetini sağlayan ideolojik araçlar, bir tür ‘lejyon’ statüsü edinir ana resmin kompozisyonunda.
Kıyafetler üzerinde modern zamanlara değin süregelen sınıflaş(tır)ma, markaların temsil gücüyle yeniden üretilir; bu, bir tür geri dönüş, eşitsizliğin kamusal alana hâkimiyeti olarak değerlendirilebilir. Markalar, modern totemlerdir; diğer deyişle totemizm/in pratiklerdir. Simgenin, taşıdığı nesnenin ve/veya kullanım amacının ya da işlevinin önüne geçmesi, ontolojisini de zorunlu olarak kaydırarak dönüştürür. Günümüz markaları, sırtında, sınıf (Modern zamanlar, bir musluk tamircisiyle Amerikan başkanını kıyafet anlamında eşitlemiştir(?) Gündüz Vassaf’a selam!), dünya görüşü vb. de taşır. Giyilen ve/veya kullanılan, artık nesne değil, kimliktir, sınıftır, stildir, trenddir, imajdır; bunlar da egemen iktidarın ideolojisine içkindir. Poptur. Sığlığını zamaneliğinden (de) alır; kültürün değil Kültür Endüstrisinin ürünüdür. (Adorno ve Harkkeimer’a selam!) Kitleler, SS’lerin manipülasyonunda ya da manipülasyonuyla “rıza imalatı" (Chomsky’ye selam!) projesinden ya da tornosundan (Pink Floyd’a selam!) geçerek birörnek SS üniformalarıyla, mensubu olduğu klan ve totemiyle ve/veya totemleriyle kamusal alanlarda görülebilirler. İnsanlar ve üyesi oldukları topluluklar, markaların cemaatleştirdiği gönüllü kullaşmaya, köleliğe doğru hızla evrilmektedir. 

Doğa(l)dan, kabile üyeliğine, yurttaşa, yurttaştan kula, kuldan yeniden yurttaşa ve nihayet günümüzde yurttaştan müşteriye, tüketiciye; tüketiciden dijital varlığa, cyborga, avatara… evrim sürüyor. Bilincin evrimsel izi, bizi, ambalajın değişmesine karşın özünü, varlığını muhafaza ettirdiğini gösterir. SS’ler ve türevi egemen bilinç/ler, tarihin ürettiği birtakım toplumsal öznelere kendi paradigmalarını zerk ederek, özne devşirerek (de) iktidarını berkitmekte.
Bir tür paganizm olarak da okunabilecek bu dönem ve aktörleri, elbirliğiyle “Zeitgeist”i inşa etmekteler. Semavi dinlerle dolaşımdaki iktidarını berkiten antroposentrik bakış ve türevi erkek-iktidar-tanrı/sal sınırlarıyla hayat kavranıp yaşanırken; tensellik kösnüleştirilip kötücülleştirilerek değersizleştirilirken; esrikliğin, yerini südrüklüğe bıraktığı günümüzde bir tür kuruluş ya da yeniden doğuş yaşayan paganizmle yani çoktanrıcılıkla içkiye, kafa yapıcı maddelere (genel anlamda uyuşturuculara), turizme, metalaş(tırıl)an tene, doğaya, yemeğe, eğlenceye, sekse, seyahate vb. daha fazla ilgi gösterilmekte. Bunun sonucu olarak bir tür hedonist çağın özneleri olarak hedonizmin mutlak olmasa dahi göreli iktidarında nefes aldığımız iddia edilebilir.
Hedonizm, İbrahimî dinlerin iktidarını parçalamakta ya da çoktan parçalamış olan en büyük anti-tezdir; o nedenle kapitalizmin üzerine inşa edildiği her şey İbrahimî dinlerce (diğer dinler ihmal edilerek) “günah” ilan edilmiştir. Bunlar, bir tür anti-kapitalist reaksiyonlar olarak da okunabilir. Kapitalizmin, en azından kuruluş evresinde, püritenliği, protestan ahlakını kendine kalkan olarak kullanması, kaidesindeki rasyonalizmle de açıklanabilir. Post-kapitalizmin küreselleşmeyle görünür hale gelen bilincinin SS üzerinden tanrılaşması, tanrılaştıkça da iktidarının a priorileşmesinin ve üretimin yerine konan tüketim dinamiğinin ihtiyaç duyduğu bilinç, artık püriten bir ahlaktan ziyade hedonizmdir.
İktidarlarının (sembolik düzeyde) son demlerini yaşayan konvansiyonel dinler, İslam üzerinden -ki konvansiyonel dinlerin bir tür ‘akıncı’ kuvveti ve/veya 'intihar bombacısı' ‘partizanı’dır- kapitalizme ve/veya post-kapitalizmle savaşımı, hayat üzerindeki denetim gücünün zayıflamasına bağlanabilir. Konvansiyonel din/ler, uzun zamandır değişen, sekülerleşen gündelik ve ekonomi-politik hayattaki görünürlüğünü yitirmekte; egemenle kurduğu iktidar, görece daha köklü bir yapı, kurum olması hasebiyle halesi içine alarak kendine tabi kılarken post-kapitalizmin (SS), ürünü, tali hale getiren ambalajıyla yani markalarıyla yarattığı iktidar altında ezilmekte. Günümüz insanı, satın aldıklarının, tükettiklerinin %20’siyle ihtiyaçlarını, kalanıyla da üretilmiş, yapay ‘ihtiyaçları'nı karşılamakta; bütün ömrünü, ihtiyaç illüzyonu olan ürünleri satın alabilmek adına heba etmekte; bu, insanın tüketim tarafından esir alındığı şeklinde de yorumlanabilir. Analojik bir ifadeyle günde 16 saat oruç tutmakla (suni ihtiyaçları satın almak için aynı oranda çalışmak arasında) bir tür özsel aynılık, benzerlik arz etmekte tüketim: tüketmek, ibadettir. “Alın, verin, ekonomi can verin!” (SS’e selam!)
Tanrının ölüm ilanıyla (Nietzsche’ye selam!) atomun parçalanması arasında kurulabilecek analojiyle iktidarın parçalanıp heryerdeliği (Foucault’a selam!) üretilir. Oysa her yerde olan hiçbir yerde değildir; tıpkı panteizm gibi: yokluğunun ya da O’na yok demenin, O’nu görünmez kılmanın felsefecesidir. (Spinoza’ya selam!)
Futbol maçlarının oynadığı günümüz stadyumlarının “mabed”, “arena” gibi kadim zamanların dinsel, sivil ikonlarıyla adlandırılması, yeni dönemin, henüz tanımlanmamış olgunun seyriyle ilgili ipuçları vermekte, sunmakta. Artık kutsal mekânlar, içerikten boşal(tıl)mış devletin resmigeçit törenleri ve takvim günleri değil, turizmin ‘sat(ıl)mak’ üzere ürünleştirdiği dinsel ayinler (örn. Konya, Mevlana, Derviş vb.) hiç değil, stadyumlar ve mağazalar şehri AVM’lerdir ya da markaların Olympos’ları AVM’ler; ülkelerin markaları ve popüler kültüre dâhil ettikleri kişiler(i)dir. Kapitalizm, anneler günü, yeni yıl, sevgililer günü vb. ile kendi takvim günlerini yani kutsallarını yaratarak iktidarını, ekonomi-politiği yanında diniyle de kurumsallaştırmakta, öğelerini kurumsallaştırarak, kendini dine dönüştürerek de safını berkitmekte.
LV Üzerine 'Güzelleme'
Genelinde Avrupa özelinde Fransa 19. yüzyıl ile gücünün şahikasına erişir. İmparatorluk merkezi olan Paris, genişleyen, güçlenen, zenginleşen, karmaşıklaşan yönetime, endüstrileşmeyle on kat artan nüfusuna ‘hizmet’ için planlanır. Tek aklın, bilimin neşteri kararlılıkla vurulur kadim “Sallanır ama batmaz.”* şiarlı Roma kentine. Paris, 19. yüzyılda atılan neşterle yaşamaktadır hala. Her şehir plancısı gibi Georges-Eugène Haussmann da iktidarın celladı olur. (Mimarlığa selam!)
Akıl, sekülerleşme ve türevi devrimle yeniden organize olur. İktidar, tanrısal akıldan dünyevi –parasal– akla geçer; endüstrileşmeyle merkezini, gücünü, nesnelleştirdiği bibloya dönüştürerek görünür kılar. Kendini Paris’te ve mimarisinde cisimleştirir. Kentin kendisi endüstrinin bir ürünü ve/veya endüstrinin kendisidir. Concorde Meydanı’nından cetvelle çizilen ve I. Dünya Savaşı’nda yaşamları çalınan askerlerin/gençlerin anısına dikilen Zafer Takı’na çıkan kentin, tıpkı AVM'ler gibi üretilmiş, tanımlı mekansallıklardan biri olan Şanzelize Caddesi, söz konusu cisimleşmenin nesnelerinden, bir başka deyişle SS’in ana aktörlerinden biridir.
İmparatorluğun bakiyesi olan Fransa Cumhuriyeti’nin daha öncekiler gibi 6.sının (da), organize aklın, tek aklın, nesnel aklın, gücünü, iktidarını, hegomoyanın SS’in kendini ifşa ettiği keskin düşünce ve köşeli ürünleriyle çevrelenmişlik içinde insanı hiçleştirip tutsaklaştıran, yutan, ürküten, sığınmaya sevk eden, öldüren plancılık içinde kişiye düşen, itaat edip iman ederek ibadet etmektir; ona kurban olmak ve/veya vermektir; bu da ancak sağlığını, ömrünü ve özsaygısını SS’e, düzene, çağa, sisteme satarak kazandığı statü ve parayla yapabildiği tüketimdir.
Cadde, bir tür podyumdur. İnsan, o fonun içinde müminleşir, kendi olmaktan çıkar, ilahileşir. Bir tür tüketim sirki olan podyumda herkes oyuncudur, şaklabandır. Maskeli balodaymışçasına imajlar(ıy)la giyiniktirler. Sınıfsallık, zahiri unsurlarla sağlanır. Her oyuncu, onlarca prosesten geçerek ürünleş(tiril)miştir; bu nedenle dokunulmazdırlar, seyirliktirler; izle(n)me nesneleridir. Bakan ile bakılanın özdeşliğidir bir bakıma sahnedekiler. Bakıldığında yaşayan, sınıfı berkinen özneler.
Seyirlik öze sahip bu ontolojik düzlemde caddeye çıkan sokağın başında, sokak ve cadde cepheli, 101 numaradaki LV mağazası: müstakil, monolitik yapı. Konseptini “Süs cinayettir."den alarak ağırlığını, şatafatını yapıyla değil, yapıyı görünmez kılarak bibloya, dinsel mekâna dönüş(türül)en teşhir ortamına ve dikkatlerin yoğunlaştığı, her birini iktidar çapına göre ‘yaşam’ ya da ‘teşhir’ alanına sahip olduğu tapıncaklarına (put) dayanan pazarlama stratejisi ve fondaki “algı yönetimi”, ibadetin hûşû içinde gerçekleşmesi için t a s a r l a n m ı ş t ı r . Raflardaki ürünler biblodur. Sanki orayı mesken tutmuş, alınınca eksilecekmiş efektiyle yabancılaştırılan, tüketiciye/mümine, o putlar içinde ‘hac’ vazifesini yerine getiren bir müminin vecd hali/ni yaşa(tılı)r. Ürünün kutsallığı, bizatihi iktidarıdır, onu alıp hayat vermek, ona hizmet etmek, onu kullanmak değil; mümin, ancak ona vesile olabilir onu taşıyarak; zaten, müminin ibadetini, tapınışını anlatmasının koşulu puta ya da putlara hayat vererek onu sosyo-ekonomik hayata çıkarmaktır; bakışları mümkün kılan üründür, taşıyan değil. Sanki büyükçe bir el dokunuvermiş de o masallar gerçek oluvermiş gibi; sanki, o buluşmayla hayat, masala dönüşüvermiş gibidir; bir tür anlık orgazm, tutulma hali, kendinden ve/veya gerçekliğinden uzaklaşma, s a n k i !
Bugün, inşası süren ve henüz kurumsallaşmamış, bu nedenle konvansiyonel anlamda dine dönüşmemiş yeni paganizmle tanrısal buyruk, yazılıma; kulsa arayüze dönüşür. Arayüz, tüketimle yani ibadet(iy)le özneleşebilir yani müşterileşebilir.
Yeni maneviyat, günahkâr insanın kefaretini ödeyerek kurtuluş sağlama iddiasındaki İsa Peygamber’den mülhem, küreyi ve evreni kurtarmak odaklıdır. Kurtuluşsa tanrısızlaşmakla olanaklıdır; önkoşulu da gerekli koşulu da tanrısızlaşmaktır. Arayüz olmaya itiraz etmek, marka kullanmayı reddetmek yani bağlamsal anlamda tanrısızlaşmaktır.
İnsan türü, kendi felaketini adım adım gerçekleştirdiği bu tüketim kültürü döneminde sorumluluk, sıklıkla, bir tür tanrısallık atfedilerek görünmez kılınan sisteme, tarihe, hayata delege edilmekte. Sorumluluğun devri, hiçleşmeye, aracılığa, arayüz olmaklığa rıza göstermeyi –rıza imalatıyla– getirmekte. 

Sihir, büyü, anlam, maneviyat, bir elin dokunarak her şeyi değiştireceği düşüncesi, totemizmin bakiyesi bir gerçekliği kabulleniş ve/veya reddediş pratiğidir. Yeni bir metafiziğe, Batı Metafiziğini tanrılarından soyan bir metafiziğe; buna giden yolu, Heideggerce söylersek, filozof değil düşünür açacaktır. Mânâya teslim olanlar değil. Mânâ, SS’in imece usulüyle topluca ürettiği bir maneviyat halesidir. İş, bu haleyi dağıtabilmektir. Metafiziği, mânâdan kürtaj etmektir. Tanrıyı değil tapınışı ‘sapkın’ bulmaktır. Mânâyı, hariçte değil, kendi özdeşliğinde aramaktır.
Simgenin gösterdiği, ürettiği mânâ, semantik ile sentaksın diyalektiğiyle kamusal bir üretimdir, anonimdir bir bakıma, Simgeleşme, eşzamanlı iktidara dönüşmedir de. Simge, biçim değil, ona zerk edilen mânâdır, mânâysa iktidara içkinliktir. Biçimin, iktidarla ittifak kurarak sentaksı/nı aşma/sı/dır. Tözsel/reel varlığa sahip biçimi öldürerek onu semantikle metafizikleştirmesidir. İktidar, bu sürecin kendisidir. Tanrılaşma da. Tanrısallaş(tır)ma da.
Özgürlük, simgeye dönüşmemektir, ona teslim olmamaktır. Biçimi haleli kılıp simgeleşmesini sağlayıp onu, taşıyıcısı olan strüktürden ve biçiminden kazıyıp ideal bir varlığa dönüştürmektir. Bu, Kafka'nın G.Samsası’nın böceğe dönüşmesinden kategorik olarak farklı bir olgudur. Tözsel olarak canlıdır. Olgudur. Oysa biçimin simgeleşmesi, ontolojik bir kaymadır. G.Samsa ise ilineksel.
Dinsellik, ibadet, ittifak, güç, iktidar, bilince tahammül, şüphesiz, metafiziğe varan anlama, anlamlandırma sürecini yaratmakta. İnsan türünün her geçen gün -dinamik yapıya sahip algısı nedeniyle-, evrilen bilinci, bilincin/in grameri, hayatın sentaksını değiştirmekle, buna bağlı olarak da semantiğini. Simgenin iktidarı, insanın arayüze dönüşmesiyle insanın kulluğa, düşmüş varlığa dönüşmesi, özsel olarak benzerdir. Din ve türevi simgelerin mutlak egemenliği ile yapay zekânın ve/veya yazılımın yaşam üzerindeki etkileri arasında ne tür ilişkiler kurulabilir? Soruları çoğaltıp ısrarla sormaya devam edelim.
Yazılamaya “Gücün Simgelleşmesi Üzerine” başlığıyla başlandı, kaçınılmazcasına “Simgelerin İktidarı Üzerine”yi doğurdu, üretti; çünkü mânânın gücü, “Önce söz vardı.”da hakikate dönüşmekte. Hakikat, sözün/mânânın büyüsünün devam ettiğini göstermekte. Yazılmada, SS’in ‘önde gelen’ aktörlerinden birinin yapısal özellikleri, tarihsel paranteze alınarak simge okuması, dilin, mananın, gücün kendini ifşa ettiği araçlardan yola çıkılarak çeşitli anolojiler kurularak ileri sürülen tezler, ‘paradigma’yı görme, inşa etme, yapılandırma çabaları olarak anlaşılabilir. Yazılama, bu çabanın, örtük biçimde statükoya teslim olmak anlamına geldiğinin zorunlu farkındalığıyla Zeitgeist’in mânâsına karışıverdi, lâkin söz, kendi hikâyesini inşa ederek anla(t)maya devam ediyor. (Wittgeinstein’a selam!)
Zeitgeist’i taşıyan 'apolitik gençler’in “simgelerin iktidarı"na bir diyeceği var: Gezi ve/veya occupy kültürü, yeni nesil ya da kosmopolitasın apoletleri söküp atarak tanrısızlaşma talebidir bir bakıma, antropolojik olmayan maneviyatın, dolaşımdakinin anti-tezi olarak baş vermiş, toprağı çatlatarak hayata doğduğunun habercisidir. Gücünü, simgelerin töz-ilinek ilişkisini tersine çeviren, simgelere aldırmamaktan alır. Zaman, simgelerin hayattan kürtajla alınacağı, marka görünümündeki tanrıların öldürülme zamanıdır. Nietzsche'den bir asır sonra, tanrıyı ve/veya tanrı(cık)ları yeniden öldürmek zamanıdır. Özgürlük, simgelerin üzerindeki örtüleri, ambalajları kaldırarak yeniden hem de yüksek sesle “Kral çıplak!” demekte!
Söz, simgeye teslim olmaktır; her sözle simgeler/in iktidarı/nı berki(t)mekte, olguyu tapındırmakta kendine. Yurdumuz, paralel evrenimiz: S i m g e l e r i m i z.
Simgeler(iniz)e selam!
Eylül 2015 – Ocak 2016, Manisa -Muğla

V. Metin Bayrak