30 Mart 2014 Pazar

ontolojisi kay(dırıl)an 'seçim' üzerine


gezi'ye...

"Oy kullanmak haksız sistemin bekasına hizmet olmasın? Oy kullanarak iradelerinizi temsiliyete teslim ettiğinizde aynı tas aynı hamam feda edilen yine insan olmayacak mı?” diye soruyor mehmet atak, 28 mart 2014 tarihinde barış için vicdani ret yazışma grubuna düşen hür bakış portalındaki (http://hurbakis.net/content/oy-kullanmak-haksiz-sistemin-bekasina-hizmet-olmasin) yazısında. bu, yerinde soruda dile gelen kaygıyı destekleyecek birkaç soru sorarak ontolojisi kayan seçim(ler)e dair yazımızı derinleştirelim: demokratik olmayan bir düzenin, demokratik olmayan, fiili sıkıyönetim ilan etmiş, hukuk devletini rafa kaldırmış parti-devletin, her türlü hile ve manipülasyonuna açık ontolojisi kaymış seçimlerde oy kullanmak, mevcut statükoyu ve hukuksuzluğu aklayacağı gibi iktidarı aklayıcı bir işlev görmeyecek mi? 

ülke, gerildikçe gerildi. ne zaman kopacağı belli değil. uzlaşı, ortak akıl üretmek, diyalog... kültürü ağır aksak da olsa giderken onlarca yıldır inşa edilmeye çalışılan kültür, ciddi ölçüde yara aldı... olağanüstü koşulların yaşandığı bir dönemden geçiyoruz... bütün ülke, yasa dışı dinleme ve izlemelerle röntgencilikte birleştirilmiş. bilgi ile inanç, birbirine ikame edilerek zihnin yapısı eğilip bükülüyor...

türkiye, 1 mayıs 2013'te başlayan ve gezi süreciyle kendine totaliter polis devleti kimliği inşa etmeye devam ediyor. en son suriye ile savaş tamtamları çalmak, halkanın ya da sürecin henüz tamamlanmadığını, sahneye yeni oyunların konacağının işareti olarak yorumlanabilir. suriye ile çıkarılması arzu edilen savaşın 'statejisi' dinlemeye-izlemeye takılıp internete düşünce kimi çevreler, "vatana ihanet", kimileri "devletin bittiği", kimileri "kişi haklarının ihlali", kimileri "tapelere sıkıştırılmış ülke siyaseti" şeklinde değerlendiriyor. ne denirse densin, meşruiyetini, işlerliğini vb. yitirmiş bir iktidar, devlet, işleyiş söz konusu. 


bu sıcak gündemin arasında gidilen seçimler, nasıl okunabilir? bireysel anlamda nerede durulabilir? safların keskinleştirildiği iktidar söylemine rağmen ne yapılabilir? üçüncü bir yol ya da gri alan mümkün müdür? bu yazıyla, bir anlamda gri alanın mümkün olduğu gösterilmeye çalışılacaktır. bir alegorinin yardımıyla düşünelim: 
ne verilirse sonsuz bir iştah ile tüketen ve şekli sürekli değişen, bilinçten yoksun olduğu düşünülen amorf bir varlık hayal edelim adına turkos denen... önünde bir şey olmadığından sağa sola saldıran... tehlikeli... yediği ya da beslendiği sürece tehlikeli... bilenlerin, her ne pahasına olursa olsun beslediği... fakat turkos'un bir sorunu vardır: turkos, yedikçe şişer... bir gün muhakkak patlayacağını bilir herkes... nedense kimse dillendirmez... tam bir omerta durumu... o yedikçe, işlerin yolunda olduğu ileri sürülür... onun ne kadar tehlikeli olduğu anlatılır sürekli... turkos'un başını bile kaldırmasından çekinilir... "yeter ki yesin!" denir... nasılsa tehlike yoktur, o yediği sürece... turkos, yemeye o kadar kaptırır ki, bir süre sonra besleyicilerin turkos'a kendinden parçalar kesip yedirdiklerini bile farketmez olur... sanki kendi bedensel bütünlüğüne yabancılaşmıştır... bir yandan uzuvlarını kaybederken diğer yandan şişmeye devam eder... bütün uzuvlar, mide tarafından yutulur... patlaması, an meselesidir... nabzı tutmak için yanından da ayrılamaz kimse... insanca, üstelik pek insanca merakla beklerler... patlamasının kaçınılmazlığı, çaresizliği pekiştirir. son uzuv olan ağız da mide tarafından yutulur... mükemmelleşir... kaos, sona ermiştir... her şeyi(ni) yutup daire şeklini alan turkos, kaostan kosmosa geçmiştir...


grek mitolojisine göre önce kaos (esnayen boşluk) vardır; demiourgos, kaosu kosmosa dönüştürür... kaos teorisine göreyse bir olayın seyri, sonsuz değişkenin, parametrenin hareketiyle oluşur. kaosun dinamiği, olayın ortamındaki etmenlerce belirlenir. kaos, düzen işin şarttır. düzensizlik dahi kendi içinde birtakım ilkelerle hareket eder. kaosa dair "düzen, düzensizliği yaratır; düzen, yarattığı düzenden doğar. ulaşılan yeni düzen, kendiliğinden örgütlenen bir süreç vasıtasıyla kestirilemez bir yöne doğru gelişir." önermesi ileri sürülebilir. hayata müdahale kendi dengesini bulmasını güçleştirmekte. iktidarı ve/veya muhalefetiyle egemenler, kaosun, korkunçluğunu zerk ederler, düzeni ya da dengeyi üretebilecek kaosa izin verilmez. oysa dengenin dinamiği kaostur. demokrasi, bir anlamda kaosun işlemesidir de. belki de o nedenle kendi krizlerini harici dinamikler olmaksızın aşacak çözümleri üretebilir. demokrasinin temel araçlarından biri olan seçim, akp ile demokrasinin kendisine dönüştürüldü. böylece demokrasinin ilineği (araz) olan seçim, tözüne (cevher) evriltildi. 17 aralık yolsuzluk iddialarının ardından bu kez de adaleti sağlayan mekanizmaya evriltildi. bunların neticesinde iki kez ontolojisi kay(dırıl)mış oldu. şimdi kısaca seçim kavramına tarihsel bir varlık olarak bakalım ve onun ontolojik (varlıksal) kimliğini görünür kılmaya çalışalım. 

kültürel ve doğal her türden olgunun tarihi olduğu gibi seçimlerin de bir tarihi var. seçimler, antik yunan polislerinde birtakım koşulları, mesela atina için atina doğumlu olmak, erkek olmak, gerekli eğitimleri yapmak, askerlik hizmetini yerine getirenlerin yurttaşlık yeminlerinin ardından kazanılan bir statüdür. fransız devrimi'nin edinimlerinden biri olan oy verme, yalnızca belli oranda vergi verenlerin hakkıdır. 1265'te magna carta libertatum (büyük sözleşme) ile başlayan 18. ve 19. yüzyıllarda amerikan bağımsızlık bildirgesi ve fransız insan ve yurttaşlık hakları bildirgesi'nde gelişim göstererek ilk modern örneğine anglo-sakson dünyanın 'uzak' parçalarından biri olan yeni zelanda'da 1893'te kadınların da oy vererek katıldığı seçimlere rastlanır. 

kısa tarihsel hatırlatmanın perspektifiyle yakın döneme bakıldığında neler görülebileceğine bakalım: 1982 anayasası ile yönetilen, siyasi partiler kanunu değiştirmeyen, %10 seçim barajını kaldırmayan, bütün belediye başkanı adaylarının ve milletvekili adaylarının genel merkez (siz, genel başkan diye anlayın) tarafından belirlendiği bir siyasi iklimde oy vermek, "bu" düzeni evetlemektir... bu düzeni evetlemiyorum... dışsal müdahaleler olmasaydı 90 yıllık cumhuriyet tarihinde şu ya da bu biçimde hayat kendi dinamiğini elbet bulacaktı. hayat, ancak düzen içinde varlık bulabilir, düzensizlik sürdürülebilir bir olgu değildir. 

mevcut, sürdürülebilir görülmeyen, kimilerince iflas ettiği devlet, kurumsal anlamda dimdik ayaktadır. "suriye savaşı" ile ilgili sızdırılan bilgiler, dinlemeler, devlet aklının her şeyin farkında olduğunun işaretidir. görülen ya da olduğu söylenen sorunlar, merkezdeki "leviathan"ın çeperindedir. sorun, çeper değildir. akp ve karşıtlarını birleştiren de çeperle uğraşmalarıdır. lakin bu tutumların problem çözmekten uzak olduğu kanaatindeyim... 'çözerken' başka problemler yaratmaya gebedir... doğabilecek sorunları görmenin ve dillendirmenin entelektüel sorumluluk olduğu kanaatindeyim. umudu besleyen sorumluluktur, hayata dair sorumluluk. bir annenin, öğretmenin, soframıza gelen sebze-meyveyi taşıyan kamyon şoförünün... sorumluluğudur hayatı var eden. işte entelektüel sorumluluk da "parrhesia"dır, yani "hakikati söylemek"tir. "umut, en son kötülüktür, çünkü işkenceyi uzatır." dese de nietzche, suni taraflar arasında salınmadan umut etmektir hayat. bilgi yerine, sıklıkla, mitlerle, fantezilerle hareket ederek akıl yürütmeler yapılır. ulaşılan 'sonuç' baz alınarak inşa edilir hayat. bilgi üzerine inşa edilmeyen hayat, yarım bile değildir. işte adorno'nun "yanlış hayat, doğru yaşanmaz." sözü, bir anlamda budur. parrhesia, taraf(ı) olduğunuz kampa göre değişemez. aynaya bakalım... çakma sahtelik üzerine kurulu olan maneviyatla yüzleşme zamanı... sahi, eksik ya da yanlış olan ne(dir)? parrhesia'yı eğip bükmek olmasın? o halde "kral çıplak!" demek zamanı değil midir?  

cumhuriyet, vadesini doldurmuştur. akp'ye bu anlamda destek verilebilir(di), ki verildi de ama akp'nin devleti, kaosun ardından düzeni doğuracak bir yapı değildir. düzen, ortak akıl ile üretilebilir(di) ama olmadı, olamazdı da çünkü ajandasında demokrasi olmayan, taşra oportünizmiyle, ortadoğulu neoliberal modelle hareket eden sözüm ona sünni müslüman milliyetçisi taşeron müteahhit siyasi kavrayışla olamazdı, olmadı da...

menderes'i 'demokrasi şehidi' ilan eden, tarihsel bilgi ve bellekten yoksun ideolojik kavrayış mide bulantısından ziyade zihinsel bulantıya neden olur. milli irade kavramını patolojikleştirip üzerine siyasi kimlik inşa etmeye çalışan oksimoron hibrit siyasi 'kültür'den yaşam doğmaz. dünyada her şeyin bir tarihi var, varlığınızı belirleyen tarihsel mana dışına çıkamazsınız, tarihsel bilinci kuşatan ihmal ettiğiniz işte bu bellektir biraz da. 

türkiye'de hiçbir şey olduğu şey değildir. o nedenle algı da olanaksızlaşır. 30 mart'ta başlayıp cumhurbaşkanlığı (cumhurbaşkanını 'halk' seçecek ama henüz yasal düzenlemeleri yapılmış değil, kurumsal yapılanması, içtihadı oluşmamış, 'yapılanma', patolojiyi olağanlaştıran uygulamalara gebedir.) ve genel seçimlerle devam edecek seçim maratonunun her yanı patolojidir. kavramsal anlamda demokrasinin bir aracı olarak konumlandırılıp içeriklendirilen seçim ya da türkiye'de seçim(ler), pek çok açıdan "seçim" değildir. bu nedenle oy kullanmayı, bu kirli, kanla beslenen, ırkçı, mezhepçi, bölgeci, cinsiyetçi vb. problem çözme kabiliyetinden uzak, hatta bilakis sorunları bile derinleştiremeyen, mevcudu muhafaza eden tutumları evetlemeyi, artık replikadan bile uzak bu arkaik oyunda rol oynamayı reddediyorum. çünkü: 
a. kaosa mani olmanın düzeni geçiktireceğini, hastalıklı yapının kurumlaşmasına neden olacağını söyler fizik.
b. seçimlerin ontolojisinin iki kez kaydırılması nedeniyle yapılanın seçimden uzak olduğunu düşündürür felsefe.
c. mevcut siyasi partiler yasasının dikey örgütlenme esasıyla iş gördüğünü, siyasi partilerin halktan toplanan vergilerce fonlandığını gösterir ekonomi politik. 
d. bırakın modernizmi post-modernist dönemim ötesini yaşadığımız bir dönemde modernist seçim yönteminin ya da biçiminin mevcut sorunları çözme yeteneğini -arkaik olması nedeniyle- taşımadığını yazar tarih.
e. ötekileştirici dilin sorunları çözmekten uzak, kavgacı bir ortamda safları derinleştirmenin, mevcut hastalıklı yapıyı evetlemek, ona hizmet etmek olduğunu konuşur dil. 

sonuç
seçimlerin ontolojisi, önce demokrasinin özüne, ardından yargının özüne kaydırılmıştır; oysa ikisi de değildir. o halde ontolojik anlamda yapılan seçim değildir; o halde bugün yapılmakta olan seçim, fonuna taşeron müteahhide ihale edilen sahne tasarımını alan bir tiyatrodan ibarettir. 

yazıyı, gezi sürecinde 'sayın' başbakan'a yazdığım, okumadığını, okusa bile dikkate almadığını bildiğim yazıdan bir pasajla bitirelim; çağrım, gücü temsil eden, güce sahip olduğu yanılsamasıyla nefes alan herkesedir: 
"gelin, inatlaşmayı bırakalım. ben, güçlü türkiye istemiyorum, huzur ve refah içinde yaşayan mutlu insanların yaşadığı bir ülke istiyorum. güç, ona sahip olan için de çevre için de bir tür frankenstein olarak barışa, huzura, feraha ve bunların sonucu olan mutluluğa tehdittir. iktidar, dipsiz bir kuyudur; besledikçe daha fazla beslenmek ister. “güçlü türkiye!” talebinin sonu yoktur. gelin, damarlarımıza her gün zerk edilen güç zehrini boşaltalım. büyük bir çıbana dönüşen bu söylemin içindeki irinin antibiyotiği diyalog. bakın, toplumun ateşini yükseltiyor bu çıban. irini atınca nasıl rahatlayacağız. siz, temsil ettiğiniz -sahip olduğunuz demiyorum, çünkü iktidar, özü gereği yalnızca temsil edilebilir- güç nedeniyle irini boşaltabilirsiniz. boşaltmadığınız taktirde yüksek ateşten rasyonalitemizi yitireceğiz hep birlikte." http://vmetinbayrak.blogspot.com.tr/2013/06/guclu-degil-mutlu-bir-dunya-istiyorum.html 
bırakın da turkos, nihai olmayan şeklini alsın, kaos nefes alsın... alsın ki düzene galebe çalabilsin...

"gezi'ye selam!" diyeceğim ama sandığa gitmemiştir. sakallı celal'in geçen yüzyılda söylediği seyahatinize devam... oy vermeye devam...

v. metin bayrak
30 mart 2014'memleketiniz

25 Mart 2014 Salı

'birleşme' üzerine

gündelik siyasetin dışında olmak için oruca başladım ama öyle şeylere tanık oluyor ki insan, hani "taş olsa çatlar" sözündeki durum... bugün sosyal medyaya şöyle bir göz atarken rastladım... listeyi tek tek inceledim. yazıya başlarken sevdiğim ama bir türlü tam hatırlayamadığım bir söz vardı; onu ararken iki söze rastladım: 
"politika, insanları, kendilerini ilgilendiren meselelerle uğraşmaktan alıkoyma sanatıdır." paul valery 
"politikacılar, bebek bezlerine benzerler; değiştirilmezlerse kokmaya başlarlar." atakan korkmaz.

şimdi, iki söz de erdoğan'ın ustalığını teyit ediyor... erdoğan, tek başına sadece içeride değil dışarıda da gündemi belirme gücüne sahip bir siyasi aktör... pazar günü kısa bir süreliğine ziyaret ettiğim "yeniden milli irade mitingi"nde tanık olduğum kitlenin tapınırcasına vecd haliyle özdeşleştiği tanrısal bir figür... o, şimdiden insan ötesi bir varlığa dönüşmüş durumda... muhalefet, sadece erdoğan'dan söz ediyor... muhalefetin de varlık koşulu erdoğan... erdoğan'ın gitmesi demek, muhalefetin nefessiz kalması demek bir bakıma... taraflar, sürekli mideye çalışan boksörler gibi ya da belden aşağı çalışıyorlar... seviye, dışarının bir tür aynası... seviye, siyasetin, türkiye coğrafyasındaki hali, abraham lincoln'ü hatırlatıyor... bir konuşmada dile getirdiği "iki şey halkın önünde yapılmaz, çünkü mide bulandırır; birincisi sosis, ikincisi politika." gibi mide bulandırıcı... türkiye'de ortalık yerde yapılıyor... erdoğan'ın sözlerini anıp reklamını yapmak değil bu yazının amacı...

şimdi, yandaki görsele dikkatle bakalım, zaten bu yazıyı okuyanların pek çoğu, günlerdir sosyal medyada binlerce örneğini gördüler... hadi görsel bize neler söylüyor bir bakalım:
yanda gördüğünüz görselde mhp'nin adayında birleşilmesi önerilen 25, chp'nin ise 36, toplamda 61 şehir var... geriye kalan şehir sayısı 20. kalan 20 şehir nerede? orası vatan değil mi?

görselin üzerinde yazan ifade, ayrıca kritiğe şayan:
"BU İŞİN SAĞI SOLU YOK! AKP'YE SANDIKTA DERS VERME ZAMANI!
SÖZ KONUSU VATAN İSE GERİSİ TEFERRUATTIR...

görselde batıdan doğuya uzanan bir türkiye haritası ve iki partinin lideri ve bayrakları... dersimli olan kılıçdaroğlu'nun doğuya konması ya da sağa konması manidar...

2011 seçimlerinde akp ve bdp'nin aldığı oylar, yaklaşık %60... iki parti, vatan düşmanı olarak görülüyor alt metin olarak...


bu "birleşme" türkiye kürdistanı'nı fiilen tanımıyor mu? daha açık yazayım, "birlleşme" dediğiniz ittifak, türkiye'yi bölmüyor mu? iki listede de türkiye kürdistanı'na ait tek şehir yok! alt metne göre demek ki, milliyetçi kanat da bölünmeyi tanımış, tanımaktan öte içselleştirmiş olmuyor mu? 

erdoğan'ın zehirli, çünkü ötekileştirici, ülkesini seven-ülkenin düşmanı kör kategorilere hayatı sıkıştıran, insanları siyah-beyaz kısırlığı içine itip seçeneksizliği bilincine her gün işleyen dilini tekrarlamıyor mu, tekrarladığı ölçüde de ona hizmet etmiyor mu?

trajik olan, recm kültürü... elinde taşla hedef gösterilmesini bekleyen yığınlar toplamıdır türkiye... mazide de farklı değildi... zaman zaman saldırganlığı azar, uzun zamandır okşanıyor... sorun, ne erdoğan ne de muhalefet... sorun, elinde taşla hedef bekleyen milyonlar... deli gibi hedef arayan bu taşlar, ellerden alınabilecek mi, nasıl? 

soruları çoğaltmak olanaklı... cevaplarına gerek yok... cin, şişiden çıktı... hayırlı olsun... dostane bir öneri: "miğfersiz çıkmam abi!" 

v. metin bayrak
25 mart 2014'istanbul, kağıthane

21 Mart 2014 Cuma

politize olmak üzerine

bugün, farsça "yeni gün" anlamına gelen "nevruz" ya da bugünlerdeki haliyle "newroz. aslında yeni bir yılın başlancı... baharın gelmesiyle uyanan doğa, farklı ama yeni yüzünü göstermekte... yeni, umuttur. yeni, gelecektir. oysa, gelecek, çoktan ipotek altına alınmıştır burada. yerleşik iktidar, insanları umut iğdişi etmiştir. toplumsal histeri krizi yaşanmakta... kriz anında ne yeni yıl ne gelecek ne umut ne de bunların toplamı olan hayat kendini gösterebilmekte... hayatsız hayatlar yaşanmakta... bir başka deyişle de çalınmış hayatlar... peki kader midir bu? hiç şüphesiz hayır. yerleşik hastalıklı yapıyı kırmanın, aşmanın, yeniden geleceğe umutla bakmanın -eşyanın tabiatı gereği- sonsuz yolundan biri politize olmak. işte bu yazıda "politize olmak" deyimi, çeşitli kavramsal ayrımlara gidilerek içeriklendirilmeye çalışılarak hipotetik tezler ileri sürülmeye çalışılacaktır. 

siyasetten o kadar uzaklaştırıldı ki ülkede yaşayanlar ve yaşayanlar... kamu yönetiminin belli bir uygulamasını protesto etmek için minibüsünü yakan minibüsçü esnafı "bu bir siyasi eylem değil, hak arama eylemidir."* diyebiliyor. bütün politik enerji, başta futbol olmak üzere çeşitli simgeler üzerinden akıtılıyor... şimdi konuyla ilgili bir başka bağlamda yazılmış "sınıfta günceli konuşmak" başlıklı yazıdan uzun bir alıntı okuyalım: 
"Sınırlarımız 1980 ile öyle bir çizildi ki bütün enerji, neredeyse futbola akıtılmaya başlandı. Futbol, izin verilen bir konu(ydu); bunun dışında hele politik herhangi bir konu ya da sorunsa hemen marjinalize edilird/siniz. Salazar’ın 3F formulü (Fado, Fiesta, Futbol), Türkiye’de arabesk-fantezi-pop müzik, futbol ve din şeklinde tezahür eder. Devlet, topluma bizzat kimlik biçer; bu kimlik: Türk - Sünni İslam sentezidir. Siyasetin alanı iktidarca tanımlanıp sınırlandırılır. Gündem, iktidarca çizilen sınırların içindeki konulardır. Siyaset, hayatın dışına itilir. Devlet, "Ulan öküz Anadolulu! Sizin milliyetçilikle, komünizm ile ne işiniz var? Milliyetçilik lâzımsa bunu biz yaparız. Komünizm gerekirse onu da biz getiririz. Sizin iki vazifeniz var: Birincisi, çiftçilik yapıp mahsul yetiştirmek. İkincisi, askere çağırdığımızda askere gelmek." dediği iddia edilen tek parti döneminin Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’da dile gelen ‘hakikat’ ile hareket eder. Siyasi partiler, sendikalar, dernekler, kulüpler ya da kısa bir anlatımla toplumsal, siyasal alan oluşturabilecek her türlü “alan” kapatılır. Toplumsal - siyasal alanın “gaz sıkışması” üretilen müzik, futbol ve cemaatleşme, klikleşme ile alınmaya çalışılır. Kamplaşma alanları bellidir. Kamp(ınız), duruşunuzu, terminolojinizi,  bilincinizi,  davranışlarınızı köklü biçimde belirler. Fakat bunun geriden gelen ama mutlaka gelen kaçınılamaz bir maliyeti vardır: özgürlük.  Özgür olunmayan bir alanda kendini ifade edemez özne. Özgür olunmayan bir yerde sorumluluk da yoktur,  yapılanlarda vicdan da gözetilmez. Hayatın tanımlılıklar içine sıkıştırıldığı,  politikadan yalıtlandığı,  kişilerin kendini ifade araçlarından yoksunlaştırıldığı bir ‘habitat’ içinde nefes alan öznelerin yaşadığı durum engellenmedir. İnsan, kişilik kazanıp bireyleşemez tanımlanan alanlarda. Bunun kaçınılmaz sonucu, saldırganlıktır. Toplumun patlamaya hazır bir bomba olduğunun farklı kesimlerce senelerdir dillendirilmesinin bir nedeni de bu olsa gerek."**
evet politize olmak, olup bitenleri kavramak, dünyaya dair belli bir bakış açısı oluşturmanın yolu, ona dair politik bir tavır oluşturmaktan (da) geçmekte... bu da dünya görüşüyle mümkündür. şüphesiz, bir dünya görüşü, çeşitli felsefelerden, ideolojilerden, dinlerden, hayat görüşlerinden hareket edilerek oluşturulur. bu nedenle konu soruna yaklaşırken çeşitli kavramsal ayrımlar yaparak seçik hale getirilebilir; ardından politize olmak kavramı içeriklendirilerek hayata dair tavır almanın yollarından biri olarak politize olmak temellendirilebilir. temellendirme, önce ideoloji, felsefe, dünya görüşü, hayat görüşü kavramlarını birbirinden ayırıp siyasi olmak nedir sorusuna cevap verilerek; ardından "reductio ad absurdum" yöntemi kullanılarak yapılacaktır. 

felsefe: "belli türden bir sorun ya da soruya dair mantıksal bütünlüğü olan bilgi" olarak tanımlanan insan başarılarından biridir; konu soruna dair tarihsel süreçte filozoflarca farklı yanıtlar verilmiştir; bu nedenle felsefeden değil felsefelerden söz edilebilir. 

ideoloji: dünyaya dair, belli türden bir kuramla mantıksal bütünlüğü olan geniş çerçeveye dayanan siyasi, toplumsal, ekonomik, kültürel ve sanatsal yaklaşım ya da bütüncü kavrayış.

dünya  görüşü: dünyaya dair geliştirilen bakış açısı. dünyanın belli türden kavranışı, dünyaya dair alınan tavır.

hayat görüşü: hayata dair, hayatta kişinin kendini konumlandırdığı, ilişkilerini dayandırdığı normlar ve/veya bulunulan nokta ya da noktalar bütünü. 

siyaset: kamusal alanı mevcut normlara göre işletme; değişen hayata cevap verecek nitelikte düzenlemeler geliştirme sanatı. 

şimdi, konu kavramların hepsi doğrudan ya da dolaylı olarak politik alana dair bir şey söylemektedir. bunlarsız bir hayatın olanağı yoksa, ki yoktur, "insanın, kaçınılmaz biçimde siyasi bir varlıktır ya da özne olduğu" ileri sürülebilir.... hayata dair entelektüel tavır, olmazsa olmaz bir koşul olarak karşımıza çıkmakta. eylemlilikse iki şekilde tezahür etmekte. pasif eylemlilik ve aktif eylemlilik. aktif biçimde politik alanda söz söylemese bile her özne siyaset(in) etkin ve/veya edilgen öznesidir; bu, oyuncular ve seyirciler alegorisiyle de anlatabilir. seyirciler, mücadeleye tanıklık ederler; psikolojik anlamda belli oyunculardan yana tavır alırlar... bu, eşyanın tabiatı gereği böyledir. başka türlüsü söz konusu olmaz. bu nedenle hayat, heidegger'den devşirdiğimiz ifadeyle "her özneyi politik alana fırlatmıştır."

tez:
"özne, politize olan özne, özneleşerek yaşadığı yeri habitatına dönüştürüp yurt sahibi olarak özgürleşir."


temellendirme:

politika, hayattır bir bakıma ve hayat, toplumsal özneler arasında ilişkilerdeki diyalektik ile nefes alır. diyalektiği besleyen özneler, haklar ve özgürlükler alanını genişleterek kamusal alanı çağcıllaştırabilir. kamusal alanın çağcıllaşıp özgürleşmesi ile öznenin özgürleşmesi ve yurda kavuşması eşzamanlı gerçekleşen olgulardır. özgür kişi, zihinsel anlamda nefes darlığı yaşamadan kendini uygun mecralarda ifade etme imkanı bulur. insan, özü gereği, dile ve bilince sahip bir varlıktır. bu nedenle toplumsal alan içinde ilişki ağları içinde bulunan her özne politiktir. tersi, bilinç yoksunluğudur; ki, bu, olanaklı değildir.

yangın var... türkiye'nin şiddet tarihinde, siyasetin dışına itilerek hayata katılımı engellenen insanlar, nefes darlığı çekmekte; bunun yolu, ciğerlere derin derin nefes almak; bu da ancak politize olmakla, hayata aktif bir politik özne olarak katılmakla mümkün. politik özne olmak, 19. y.y. ve sıklıkla 20. y.y.da olduğu gibi şiddet eylemlerinde bulunmak değil artık. direnişin pasif olanına dair ciddi bir kültüre sahip insan türü. şiddete içkin olmayan direnişleri, mücadele dillerini kullanmak, rafineleştirmek için eylemlilikler geliştirmek, yeni binyılla birlikte inşa süreci hızlanan yeni dünyanın çimentosunu insanileştirmekten öte canlılaştırabilir. 

evet, politize olalım, başka türlüsü olmayan, bir anlamda kaçınılmaz olan kimliğimizin farkına varalım... sıkışan hayatın kapısını kelimenin birinci anlamıyla politize olarak aralayabileceğimizin bilinciyle nefes alalım artık birbirinden koparılamayan ve aralarındaki dikotominin sona erdiği toplumsal ve doğal alanda... 

yeni yılı, baharın umuduyla karşılayalım... siyasal-toplumsal-doğal alanın mücadele alanı olduğunu bilerek... biz de birer özne olarak dokunalım o hayata... irademizin etkisinin farkında olarak dokunalım... bizim bilincimizle de şekillensin... tarihin ne bizimle başladığını ne de bizimle biteceğini düşünerek dokunalım... ve şüphesiz hayata güvenelim... şiddeti, savaşı dışlayarak, doğayı araçsallaştırmadan özenle dokunalım... şiddeti, ötekileştirmeyi, hiyerarşik ilişkileri yeniden üreten dili tekrarlamadan... 

newroz piroz be!

v. metin bayrak
21 mart 2014' istanbul, fındıkzade



dipnotlar:
*http://www.radikal.com.tr/turkiye/erdoganin_mitingi_oncesi_alev_alev_protesto-1049256
**Öğretmenler Odası Dergisi'nin 10. sayısı için hazırlanmış "Sınıfta Günceli Konuşmak" başlıklı yazı: http://ogretmenlerodasi.org.tr/sayfa.php?id=149

19 Mart 2014 Çarşamba

savaş seviciliği üzerine lirik bir deneme

çanakkale'de militarizm kurbanlarını saygıyla analım... 
analım... 
anmalıyız... 
anarken osmanlı'nın saldırganlığını da analım... 
savaşa girmek için sivastopol ve odessa'yı almanya'dan devşirdikleri gemi ve personelle baskın yapıp toplarla bombaladığını da analım... 
savaşın yıkıcılığını da analım... 
savaş çığırtkanlığının kan emicilik olduğunu da analım... her zaferin pirus zaferi olduğunu unutmadan analım... 
analım... 
çanakkale'ye zafer demenin kandarlık - kancıllık olduğunu,
savaşı kutsayan, 
savaşı evetleyen 
bir tutum olduğunu unutmadan analım... 
kanla övünmenin patolojisini göz önünde bulundurarak analım...
yaşanmamış hayatlara olan borçlarımızı düşünerek, 

nefes alışlarımızda hissederek analım...
maneviyatı, ölümde aramanın patolojisini düşünerek analım...
savaşı kutsamanın, hayat düşmanlığı demek olduğunu bilerek analım...
analım...
analım...
bensiz, sensiz, bizsiz, onlarsız, ötekisiz... 
analım...
"biz" demenin kan dökmek olduğunu düşünerek analım...
savaşın,
hasada mani, 
yaşamın kürtajı,
tecavüzün 'vatanı',
acının denizi,
sevgi yoksunu...
olduğunu hissederek analım...
yeryüzünden gülmeyi sildiğini...
ihtiraslı südrüklerin felaketi olduğunu...
tarihyazıcıların, iktidarperverlerin putlaştırmalarını ifşa ederek analım... 
aşkla nefes alalım...
dünya barışı için sevişelim... 
daha çok sevişelim...
savaşın aldığı tenlere borçlarımız için de sevişelim...
bonobo şempanzelerine özenelim... 
çatışmaların sevişerek de aşılabileceğini bilerek analım...
sevişerek...

v. metin bayrak

18 mart 2014, denizli