gezi'ye...
"Oy kullanmak haksız sistemin bekasına hizmet olmasın? Oy kullanarak iradelerinizi temsiliyete teslim ettiğinizde aynı tas aynı hamam feda edilen yine insan olmayacak mı?” diye soruyor mehmet atak, 28 mart 2014 tarihinde barış için vicdani ret yazışma grubuna düşen hür bakış portalındaki (http://hurbakis.net/content/oy-kullanmak-haksiz-sistemin-bekasina-hizmet-olmasin) yazısında. bu, yerinde soruda dile gelen kaygıyı destekleyecek birkaç soru sorarak ontolojisi kayan seçim(ler)e dair yazımızı derinleştirelim: demokratik olmayan bir düzenin, demokratik olmayan, fiili sıkıyönetim ilan etmiş, hukuk devletini rafa kaldırmış parti-devletin, her türlü hile ve manipülasyonuna açık ontolojisi kaymış seçimlerde oy kullanmak, mevcut statükoyu ve hukuksuzluğu aklayacağı gibi iktidarı aklayıcı bir işlev görmeyecek mi?
ülke, gerildikçe gerildi. ne zaman kopacağı belli değil. uzlaşı, ortak akıl üretmek, diyalog... kültürü ağır aksak da olsa giderken onlarca yıldır inşa edilmeye çalışılan kültür, ciddi ölçüde yara aldı... olağanüstü koşulların yaşandığı bir dönemden geçiyoruz... bütün ülke, yasa dışı dinleme ve izlemelerle röntgencilikte birleştirilmiş. bilgi ile inanç, birbirine ikame edilerek zihnin yapısı eğilip bükülüyor...
türkiye, 1 mayıs 2013'te başlayan ve gezi süreciyle kendine totaliter polis devleti kimliği inşa etmeye devam ediyor. en son suriye ile savaş tamtamları çalmak, halkanın ya da sürecin henüz tamamlanmadığını, sahneye yeni oyunların konacağının işareti olarak yorumlanabilir. suriye ile çıkarılması arzu edilen savaşın 'statejisi' dinlemeye-izlemeye takılıp internete düşünce kimi çevreler, "vatana ihanet", kimileri "devletin bittiği", kimileri "kişi haklarının ihlali", kimileri "tapelere sıkıştırılmış ülke siyaseti" şeklinde değerlendiriyor. ne denirse densin, meşruiyetini, işlerliğini vb. yitirmiş bir iktidar, devlet, işleyiş söz konusu.
bu sıcak gündemin arasında gidilen seçimler, nasıl okunabilir? bireysel anlamda nerede durulabilir? safların keskinleştirildiği iktidar söylemine rağmen ne yapılabilir? üçüncü bir yol ya da gri alan mümkün müdür? bu yazıyla, bir anlamda gri alanın mümkün olduğu gösterilmeye çalışılacaktır. bir alegorinin yardımıyla düşünelim:
ne verilirse sonsuz bir iştah ile tüketen ve şekli sürekli değişen, bilinçten yoksun olduğu düşünülen amorf bir varlık hayal edelim adına turkos denen... önünde bir şey olmadığından sağa sola saldıran... tehlikeli... yediği ya da beslendiği sürece tehlikeli... bilenlerin, her ne pahasına olursa olsun beslediği... fakat turkos'un bir sorunu vardır: turkos, yedikçe şişer... bir gün muhakkak patlayacağını bilir herkes... nedense kimse dillendirmez... tam bir omerta durumu... o yedikçe, işlerin yolunda olduğu ileri sürülür... onun ne kadar tehlikeli olduğu anlatılır sürekli... turkos'un başını bile kaldırmasından çekinilir... "yeter ki yesin!" denir... nasılsa tehlike yoktur, o yediği sürece... turkos, yemeye o kadar kaptırır ki, bir süre sonra besleyicilerin turkos'a kendinden parçalar kesip yedirdiklerini bile farketmez olur... sanki kendi bedensel bütünlüğüne yabancılaşmıştır... bir yandan uzuvlarını kaybederken diğer yandan şişmeye devam eder... bütün uzuvlar, mide tarafından yutulur... patlaması, an meselesidir... nabzı tutmak için yanından da ayrılamaz kimse... insanca, üstelik pek insanca merakla beklerler... patlamasının kaçınılmazlığı, çaresizliği pekiştirir. son uzuv olan ağız da mide tarafından yutulur... mükemmelleşir... kaos, sona ermiştir... her şeyi(ni) yutup daire şeklini alan turkos, kaostan kosmosa geçmiştir...grek mitolojisine göre önce kaos (esnayen boşluk) vardır; demiourgos, kaosu kosmosa dönüştürür... kaos teorisine göreyse bir olayın seyri, sonsuz değişkenin, parametrenin hareketiyle oluşur. kaosun dinamiği, olayın ortamındaki etmenlerce belirlenir. kaos, düzen işin şarttır. düzensizlik dahi kendi içinde birtakım ilkelerle hareket eder. kaosa dair "düzen, düzensizliği yaratır; düzen, yarattığı düzenden doğar. ulaşılan yeni düzen, kendiliğinden örgütlenen bir süreç vasıtasıyla kestirilemez bir yöne doğru gelişir." önermesi ileri sürülebilir. hayata müdahale kendi dengesini bulmasını güçleştirmekte. iktidarı ve/veya muhalefetiyle egemenler, kaosun, korkunçluğunu zerk ederler, düzeni ya da dengeyi üretebilecek kaosa izin verilmez. oysa dengenin dinamiği kaostur. demokrasi, bir anlamda kaosun işlemesidir de. belki de o nedenle kendi krizlerini harici dinamikler olmaksızın aşacak çözümleri üretebilir. demokrasinin temel araçlarından biri olan seçim, akp ile demokrasinin kendisine dönüştürüldü. böylece demokrasinin ilineği (araz) olan seçim, tözüne (cevher) evriltildi. 17 aralık yolsuzluk iddialarının ardından bu kez de adaleti sağlayan mekanizmaya evriltildi. bunların neticesinde iki kez ontolojisi kay(dırıl)mış oldu. şimdi kısaca seçim kavramına tarihsel bir varlık olarak bakalım ve onun ontolojik (varlıksal) kimliğini görünür kılmaya çalışalım.
kültürel ve doğal her türden olgunun tarihi olduğu gibi seçimlerin de bir tarihi var. seçimler, antik yunan polislerinde birtakım koşulları, mesela atina için atina doğumlu olmak, erkek olmak, gerekli eğitimleri yapmak, askerlik hizmetini yerine getirenlerin yurttaşlık yeminlerinin ardından kazanılan bir statüdür. fransız devrimi'nin edinimlerinden biri olan oy verme, yalnızca belli oranda vergi verenlerin hakkıdır. 1265'te magna carta libertatum (büyük sözleşme) ile başlayan 18. ve 19. yüzyıllarda amerikan bağımsızlık bildirgesi ve fransız insan ve yurttaşlık hakları bildirgesi'nde gelişim göstererek ilk modern örneğine anglo-sakson dünyanın 'uzak' parçalarından biri olan yeni zelanda'da 1893'te kadınların da oy vererek katıldığı seçimlere rastlanır.
kısa tarihsel hatırlatmanın perspektifiyle yakın döneme bakıldığında neler görülebileceğine bakalım: 1982 anayasası ile yönetilen, siyasi partiler kanunu değiştirmeyen, %10 seçim barajını kaldırmayan, bütün belediye başkanı adaylarının ve milletvekili adaylarının genel merkez (siz, genel başkan diye anlayın) tarafından belirlendiği bir siyasi iklimde oy vermek, "bu" düzeni evetlemektir... bu düzeni evetlemiyorum... dışsal müdahaleler olmasaydı 90 yıllık cumhuriyet tarihinde şu ya da bu biçimde hayat kendi dinamiğini elbet bulacaktı. hayat, ancak düzen içinde varlık bulabilir, düzensizlik sürdürülebilir bir olgu değildir.
mevcut, sürdürülebilir görülmeyen, kimilerince iflas ettiği devlet, kurumsal anlamda dimdik ayaktadır. "suriye savaşı" ile ilgili sızdırılan bilgiler, dinlemeler, devlet aklının her şeyin farkında olduğunun işaretidir. görülen ya da olduğu söylenen sorunlar, merkezdeki "leviathan"ın çeperindedir. sorun, çeper değildir. akp ve karşıtlarını birleştiren de çeperle uğraşmalarıdır. lakin bu tutumların problem çözmekten uzak olduğu kanaatindeyim... 'çözerken' başka problemler yaratmaya gebedir... doğabilecek sorunları görmenin ve dillendirmenin entelektüel sorumluluk olduğu kanaatindeyim. umudu besleyen sorumluluktur, hayata dair sorumluluk. bir annenin, öğretmenin, soframıza gelen sebze-meyveyi taşıyan kamyon şoförünün... sorumluluğudur hayatı var eden. işte entelektüel sorumluluk da "parrhesia"dır, yani "hakikati söylemek"tir. "umut, en son kötülüktür, çünkü işkenceyi uzatır." dese de nietzche, suni taraflar arasında salınmadan umut etmektir hayat. bilgi yerine, sıklıkla, mitlerle, fantezilerle hareket ederek akıl yürütmeler yapılır. ulaşılan 'sonuç' baz alınarak inşa edilir hayat. bilgi üzerine inşa edilmeyen hayat, yarım bile değildir. işte adorno'nun "yanlış hayat, doğru yaşanmaz." sözü, bir anlamda budur. parrhesia, taraf(ı) olduğunuz kampa göre değişemez. aynaya bakalım... çakma sahtelik üzerine kurulu olan maneviyatla yüzleşme zamanı... sahi, eksik ya da yanlış olan ne(dir)? parrhesia'yı eğip bükmek olmasın? o halde "kral çıplak!" demek zamanı değil midir?
cumhuriyet, vadesini doldurmuştur. akp'ye bu anlamda destek verilebilir(di), ki verildi de ama akp'nin devleti, kaosun ardından düzeni doğuracak bir yapı değildir. düzen, ortak akıl ile üretilebilir(di) ama olmadı, olamazdı da çünkü ajandasında demokrasi olmayan, taşra oportünizmiyle, ortadoğulu neoliberal modelle hareket eden sözüm ona sünni müslüman milliyetçisi taşeron müteahhit siyasi kavrayışla olamazdı, olmadı da...
menderes'i 'demokrasi şehidi' ilan eden, tarihsel bilgi ve bellekten yoksun ideolojik kavrayış mide bulantısından ziyade zihinsel bulantıya neden olur. milli irade kavramını patolojikleştirip üzerine siyasi kimlik inşa etmeye çalışan oksimoron hibrit siyasi 'kültür'den yaşam doğmaz. dünyada her şeyin bir tarihi var, varlığınızı belirleyen tarihsel mana dışına çıkamazsınız, tarihsel bilinci kuşatan ihmal ettiğiniz işte bu bellektir biraz da.
türkiye'de hiçbir şey olduğu şey değildir. o nedenle algı da olanaksızlaşır. 30 mart'ta başlayıp cumhurbaşkanlığı (cumhurbaşkanını 'halk' seçecek ama henüz yasal düzenlemeleri yapılmış değil, kurumsal yapılanması, içtihadı oluşmamış, 'yapılanma', patolojiyi olağanlaştıran uygulamalara gebedir.) ve genel seçimlerle devam edecek seçim maratonunun her yanı patolojidir. kavramsal anlamda demokrasinin bir aracı olarak konumlandırılıp içeriklendirilen seçim ya da türkiye'de seçim(ler), pek çok açıdan "seçim" değildir. bu nedenle oy kullanmayı, bu kirli, kanla beslenen, ırkçı, mezhepçi, bölgeci, cinsiyetçi vb. problem çözme kabiliyetinden uzak, hatta bilakis sorunları bile derinleştiremeyen, mevcudu muhafaza eden tutumları evetlemeyi, artık replikadan bile uzak bu arkaik oyunda rol oynamayı reddediyorum. çünkü:
a. kaosa mani olmanın düzeni geçiktireceğini, hastalıklı yapının kurumlaşmasına neden olacağını söyler fizik.
b. seçimlerin ontolojisinin iki kez kaydırılması nedeniyle yapılanın seçimden uzak olduğunu düşündürür felsefe.
c. mevcut siyasi partiler yasasının dikey örgütlenme esasıyla iş gördüğünü, siyasi partilerin halktan toplanan vergilerce fonlandığını gösterir ekonomi politik.
d. bırakın modernizmi post-modernist dönemim ötesini yaşadığımız bir dönemde modernist seçim yönteminin ya da biçiminin mevcut sorunları çözme yeteneğini -arkaik olması nedeniyle- taşımadığını yazar tarih.
e. ötekileştirici dilin sorunları çözmekten uzak, kavgacı bir ortamda safları derinleştirmenin, mevcut hastalıklı yapıyı evetlemek, ona hizmet etmek olduğunu konuşur dil.
sonuç
seçimlerin ontolojisi, önce demokrasinin özüne, ardından yargının özüne kaydırılmıştır; oysa ikisi de değildir. o halde ontolojik anlamda yapılan seçim değildir; o halde bugün yapılmakta olan seçim, fonuna taşeron müteahhide ihale edilen sahne tasarımını alan bir tiyatrodan ibarettir.
yazıyı, gezi sürecinde 'sayın' başbakan'a yazdığım, okumadığını, okusa bile dikkate almadığını bildiğim yazıdan bir pasajla bitirelim; çağrım, gücü temsil eden, güce sahip olduğu yanılsamasıyla nefes alan herkesedir:
"gelin, inatlaşmayı bırakalım. ben, güçlü türkiye istemiyorum, huzur ve refah içinde yaşayan mutlu insanların yaşadığı bir ülke istiyorum. güç, ona sahip olan için de çevre için de bir tür frankenstein olarak barışa, huzura, feraha ve bunların sonucu olan mutluluğa tehdittir. iktidar, dipsiz bir kuyudur; besledikçe daha fazla beslenmek ister. “güçlü türkiye!” talebinin sonu yoktur. gelin, damarlarımıza her gün zerk edilen güç zehrini boşaltalım. büyük bir çıbana dönüşen bu söylemin içindeki irinin antibiyotiği diyalog. bakın, toplumun ateşini yükseltiyor bu çıban. irini atınca nasıl rahatlayacağız. siz, temsil ettiğiniz -sahip olduğunuz demiyorum, çünkü iktidar, özü gereği yalnızca temsil edilebilir- güç nedeniyle irini boşaltabilirsiniz. boşaltmadığınız taktirde yüksek ateşten rasyonalitemizi yitireceğiz hep birlikte." http://vmetinbayrak.blogspot.com.tr/ 2013/06/guclu-degil-mutlu-bir- dunya-istiyorum.html
bırakın da turkos, nihai olmayan şeklini alsın, kaos nefes alsın... alsın ki düzene galebe çalabilsin...
"gezi'ye selam!" diyeceğim ama sandığa gitmemiştir. sakallı celal'in geçen yüzyılda söylediği seyahatinize devam... oy vermeye devam...
v. metin bayrak
30 mart 2014'memleketiniz
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder