24 Ocak 2014 Cuma

karne günü üzerine

karneden başlayıp eğitime oradan da kaçınılmaz biçimde iktidara gitmek eşyanın tabiatı gereği olsa gerek. ama  önce merkeze eğitimi alarak birkaç kavramın sözlük ve etimolojik anlamlarına bakalım.

latince “quaterni” fransızcaya “carnet” diye geçer, oradan da osmanlıcaya günümüzdeki haliyle “karne”; iki anlamı var; birincisi, dört, dörtlü; ikincisi bir kağıdın ikiye katlanması. ingilizce report ya da school card diye geçiyor. ingilizcedeki “report” ise latince “re-portare” fiilinden türetilmiş, geri taşımak anlamına gelen bir kelime.

eğitim, türkçe egid’den gelir ve bükmek anlamını da taşır. terbiye, arapça tarbiya’dan gelir birinci anlamı, büyütme, yetiştirme ve eğitme; ikinci anlamıysa suda yumuşatma. ingilizceye ıslah etmek, yetiştirmek, büyütmek anlamlarına gelen educare fiilinden geçer.

sözlük ve etimolojik hatırlatmaların ardından eğitimin, farklı kültürlerce eğip bükmek olarak anlaşıldığını görüyoruz. buradan hareketle eğitimin ezen - ezilen, üst - ast, buyuran - buyurulan, etkin - edilgen, güçlü - zayıf, siz - sen söylemine içkin olduğu  ileri sürülebilir. özünde eşitsizlik ilkesi üzerine kurulu ilişki, hiç şüphesiz eğitime tabi tutulanı mağdurlaştırmaktadır. hiç şüphesiz egemen, süreci kendi meşrebince yürütür ve yaptığı her şeyi kurumsal yapıları, dini, hatta bilim, felsefe ve sanatı da kullanarak rasyonalize eder. iktidar, farklı birimlerin koalisyonuysa eğitim söz konusu olduğunda kurumların ittifakı, ezme, eğip bükme işini yüklenir aralarında işbölümü yaparak.

ne kadar eğip büktüklerini de report ederler ya da belgelerler. karne, öğrencinin yani tanımlı mekansallık içinde özneleştirilerek kişilik kazan(dırıl)an bireyin iktidarca ölçülmesidir. ölçü birimi üzerinden de değer biçer. insan, dijital bir varlığa dönüş(türül)ür. böylece yaşam, nicel değerlere tahvil edilir. öğrencinin karnesinden dürüst, paylaşımcı, yardımsever, kendiyle barışık, mutlu… olup olmadığını göremeyiz.

nedense terbiye, eğitim, education kelimelerini düşününce hiyerarşi kavramı kendiliğinden çıkarıyor kafasını ve “eğitimin kendisi bir iktidar!” diyor. bu durumda ne yapacağız?

eğitim, bütün iddiasına rağmen, dilediği gibi insan yetiştirememekte; çünkü insanın bir özünün olmadığını, dilediği gibi biçimlendirebileceğim iddiasındadır; oysa davranışçı kuram, insan ve davranışlarının yalnızca bir yönünü açıklayabilir; insansa karmaşık bir varlık olarak asla tek bir kuramsal çerçeve içine sığdırılamaz. bütün güçlü yapılarına rağmen dinlerin ve ideolojik yapılanmaların içinde doğmuş büyümüş ve rejim karşıtı insanların varlığı bunun en somut göstergesidir.
eğitim(i) veren, ilişkinin normlarını da belirler. iktidar, kendini norm belirleyici olarak gösterir. ilişki, ortak akıl üretmenin koşulunu taşımaz. akıl, ortak değildir, çünkü olamayacağı, bir bebek ya da çocuğun iradesinden ahlaksal ve hukuksal anlamda söz edilemeyeceği iddia edilir; o nedenle eğitim veren ya da eğen büken, ilişkinin biçimini ve içeriğini belirler; sıklıkla da hedef özneye “rağmen” yapar bunu. hatta “o”nun iyiliği için. ‘iyi niyet’ taşınarak. hatta kutsal bir vazife icra edilerek. ama “cehenneme giden yol, iyi niyet taşlarıyla döşelidir.” deyişi de bize göstermektedir ki kişinin benliğini ezen her türden eğitim tasarrufu, hayatı daraltıcı sonuçlar doğurur.

karne gününde eğitim eleştirisi yapmak değil(di) niyetim, tekrar ana caddeye yani konuya dönelim. karnenin, öğrencilerin ağırlıklı olarak akademik aynaları olduğu iddia edilir; oysa iktidarca belirlenmiş kategorilerde, yine iktidarca belirlenen içeriklerin, yine iktidarca ehliyet verilen eğitimcilerce verilen eğitimlerin ölçülmesidir neticede. kaldı ki müfredatın ya da eğitim içeriklerinin çoklu zeka kuramına ne denli uygun olduğu tartışılır.

biçim ve içerik anlamında özellikle modernizme birlikte şekillenen eğitimin militer yapısını kırmak için önce eşzamanlı biçim ve içerik kalıplarının parçalanması için uğraş vermek gerektiği kanaatindeyim. ‘demokrasi’ komedisinin oya sıkıştırılmasını reddetmenin yolu oy kullanmamaksa eğitim alanındaki iktidarı yok saymak için de karne almama eylemi yapmak lazım. hatta daha radikal anlamda okula gitmeme eylemi. bütün öğrencilerimi karne almamaya çağırıyorum.

ebeveynlere kısa not
çocuk sahibi olmak, onun bedeni ve ruhu üzerinde tasarruf sahibi olma hakkı vermez. karne hediyesi, ders başarısı üzerinden öğrenciyi algılamak, koşullu ilişki geliştirilmesine neden olmakta. oysa sevgi, koşulsuz olduğunda anlamlıdır ya da sevgidir. koşula bağlı olana kavramsal anlamda sevgi denmez. motivasyon için tehditvari yaklaşımlar, ceza vb. pratikler, 20. yy. ile birlikte tarihe karıştı. çünkü iktidarın her türünü reddedici bilince sahip bir insan türü oluşmakta. yaklaşım, olguyla ya da realiteyle örtüştüğü ölçüde problem çözme kabiliyetine koruyabilir. hayattaki varlığı da buna bağlıdır.

bu kısa yazılamayı türkçe yazılmış bir haiku ile bitirelim…

eğitim
taştım
ıslah
d
a
edilmiştim
nasıl
oldu
?



v. metin bayrak
24 ocak 2014’istanbul, f.zade


1 Ocak 2014 Çarşamba

yerli reichstag yangını uzgörüsü üzerine

kaç kişi alman parlemento binası reichstag’ı yaktığı iddia edilen komünist marinus van der lubbe’yi* tanır? peki reichstag yanıngı’nın bugünkü the cemaat ile erdoğan arasındaki mevzilerde süngü süngüye sürdürülen savaşla ilgisi nedir? hadi gelin biraz eskilere gidip hafızalarımızı tazeleyelim, sonra da artık uzgörü mü yakıngörü mü türkiye gibi hiç bir şeyin kolaylıkla öngörülemeyeceği bir ülkede çeşitli tezler -ama koşullu (hipotetik)- ileri sürelim.

bu satırların yazarı, olacakları arzulamamakta, bilakis endişelenmekte; ne iyimser ne de kötümser, işi yargılamak hiç değil; çünkü yargılamanın anlamaya mani olduğunu düşünür. o, üstadı aristoteles’in çok yerinde dile getirdiği gibi “varoluşu gereği -sadece- anlamak istiyor.”

reichtag yangını, hem yahudilerin hem almanya’nın hem avrupa’nın hem de bütün dünyanın dizaynını geri dönüşü olmayacak şekilde değiştirmiş belki de son yüzyılların içinde eleğin üzerinde kalacak ender olaydan biridir.
neden? uzun uzun çok yazılan - çizilen nazilerin iktidara yükselişi ve darbeyle yarattığı akıl tutulması ve sonrasını anlatmaya hacet olmadığı kanaatindeyim.
berlin polisine göre lubbe’nin, nazilere tepki amacıyla reichstag’ı yaktığı iddia edilir ve kovuşturmada pek çok komünist ile birlikte yargılanır. 10 ocak 1934’te leibzig’deki hapishanenin bahçesinde 25. doğum gününden 3 gün önce idam edilir.

peki nedir ya da etkileri kime nasıl yaramıştır, ne olmuştur reichstag yangını ile? 27 şubat 1933’te kötü giden ekonomi, savaşın bir türlü sarılamayan yaraları, almanya’nın kırılan onuru, yükselen milliyetçi, ırkçı politikalar, italya’da mussolini modeli, japonya, bilim insanlarınca teorik çerçeveye oturtulmaya çalışılan “güneş dil teorisi” gibi ırkçı ‘bilimsel bilgi’ler…
1933 ocak ayında, savaş çıkacağı, komünistlerin hayatı felç edecek birtakım eylemler hazırlığı içinde oldukları alman kamuoyunda yayılır. cumhurbaşkanı, hitler’i koalisyon hükumeti kurması için şansölye olarak atar. ocak ayının etkisi şubat’ta daha da derinleşerek devam eder. yangına müteakip sevk ve idare tamamen hitler’e geçer. böylece hitler, zihnindekileri artık ivedilikle hayata geçirecek olanaklara kavuşmuştur. yangının ertesi günü kişi hak ve özgürlüklerinin ortadan kaldırılır; nasyonal sosyalist parti ve alman ulusal halk partisi dışındaki bütün partilerin yayınları ve seçim çalışmaları durdurulur. alman komünist parti’nin parlamentodaki 181 vekili, parti yöneticileriyle birlikte tutuklanır.

8 aralık 2013’te “ak parti’nin ya da erdoğan’ın ‘kalbi’ üzerine”** adlı klavyeye aldığım ve ara sonuç ile bitirdiğim yazımın sonuç tezi burada dillendirilip temellendirilmeye çalışılacaktır. konu yazının erişime açıldığı tarihte 17 aralık operasyonu olmamıştı. şimdi, anılan yazının devamı olarak da okunabilecek bu yazı, erdoğan’ın nihai hedefinin yeni bir devlet kurmak olduğunu, bunu sağlamanın aracı olarak da kullandığı yolu ifşa etmek amacıyla (da) yazılmıştır.


2002, her anlamda çürümüş bir yönetimin halk tarafından tasfiye edilmesi olarak da okunabilir. ak parti, ciddi bir koalisyon kurarak iktidara geldi. 2007 seçimleri, koalisyonunu genişletip güçlendirmesinin aracı oldu ama 2011, erdoğan ve partisi için koalisyon ortaklarıyla yollarının ayrılmaya başlamasıdır. partinin en yetkili ağızlarınca “bundan sonra size ihtiyacımız kalmamıştır.” mealinde yoruma hacet bırakmayan açıklıkta ifadeler sıkça dillendirilmiştir.

mit başkanı hakan fidan’ın oslo görüşmeleri bahane edilerek tevkif edilecek iddiası ve savcılık makamınca sürecin başlatılması, ergenekon davasında operasyon ortağı olan cemaat ile de yolların ayrıldığına dair işaret olarak okunur geniş kitlelerce. hakan fidan’a yönelik girişimi, başbakan, doğrudan kendine yönelik algılamış ve her zamanki gibi artık fıtratına dönüşen sert tepkisini vermiş; tepki vermekle kalmamış gerekli yasal düzenlemeleri yaparak son seçimlerdeki sloganında ifade ettiği gibi yoluna devam etmiştir.

erdoğan'ın yolu
peki nedir erdoğan’ın yolu? erdoğan’ın, bir tür türk(iye) viktorya çağı yaşatarak 64 yıl hüküm sürmüş kraliçe viktorya dönemi birleşik krallık’ta olduğu gibi “kalkınma için kimlik oluşturmak, cinselliğinden arındırılmış, zevk ve türevi konulardan uzak protestan ahlakı ile sadece çalışan ve böylece mazideki gibi ‘yedi düvele meydan okuyan, üç kıtaya hükmeden...’ bir millet yaratmak” saikiyle hareket ettiği ileri sürülebilir.
kurucu baba olarak tarihte yere almak amacıyla hiç de saklamadığı “sünni müslüman milliyetçiliği” kimliği üzerine oturtulmuş bir devlet kurmak. erdoğan’ın yol haritası budur. burada uzun uzun erdoğan’ın şeriatçı olduğunu, dindar nesil yetiştirmek istediğini… söylemeye gerek yok. çünkü bütün kanallar, hiç susmayan 7/24 hiç bıkmadan, yorulmadan konuşan erdoğan’ı gösteriyor. gazeteler, onun sözlerini, yaptıklarını, kararlarını kritik ediyor. erdoğan, büyük bir oyun kurucu. sadece gündemi belirlemiyor, her hareketiyle, ülkedeki bütün aktörleri, daha evvel zihninde konumlandırdığı yerlere itiyor. erdoğan’ın siyasi dehasını küçümsemek, 11 yıllık iktidarına karşı kör olmak demektir.
gezi süreci, ciddi bir kırılma olarak değerlendirilir pek çoklarınca. öyledir de. daha bir umutla bakmaya başlamıştır ak parti’ye oy vermeyenler. oysa gezi, diliyle, eylemleriyle erdoğan’ın oyun kurucu olarak maniple ettiği bir süreçtir (de). neden mi? eylemleri, söylemleri ve aldığı kararlarla hem başlatmış hem de bitirmiştir. gezi sürecinde hem söylemi ve kararları hem de siyasi sorumluluğu olan bir devlet adamından asla beklenmeyecek provakatif, hatta iç savaş kışkırtıcılığı yapan sözlerle toplumu ciddi anlamda germiştir. bunu özellikle yapan erdoğan’ın ajandasında bu yazıda dillendirilip temellendirilecek “şey” vardır. peki o “şey” nedir?

yazının başlığından da anlaşılacağı üzere, provakatif bir eylemle olağanüstü hal ilan ederek bir tür darbe yapmak. bir kavramı dilden düşürmemenin psikanalizdeki anlamına hiç değinmeden provakatif olayın ne olabileceğine dair spekülasyonlara da girmeden -çünkü bunun hiç bir önemi yok- darbe ve sonrasına dair “uzgörü”de bulunalım. peki uzgörümüz için tezlerimiz neler?

birinci tez
babasız millet, erdoğan ile babaya kavuşur ve oyuna dahil olur.

erdoğan, otorite yokluğunda doğmuş, haneyi derlemiş toparlamış, aile fertlerinin yeniden dünyadaki oyuna dahil olması için sahaya inebildiği bir dönemin mimarıdır. bu süreçte pek çok engellemeyle karşılaşmış, işlevsel koalisyonlara engelleri aşmasını bilmiştir. her sıkıntıda biz ve onlar diye iki kör kategori yatarmış. ‘biz’, millet; ‘onlar’, milleti senelerce sömürmüş, işkence etmiş, darbeler yapmış, özgürlükleri engellemiş, insanların oyuna katılmasını engellemiş kökü dışarıda -özellikle amerika ve israil, yeni yeni almanya- ‘iç mihraklar’. ötekiler, yani düşmanlar, her zaman hedef gösterilmiş, sıklıkla da iktidarın güdümünde olan yargı ‘maşa’sıyla tutuklanıp itibarsızlaştırılarak etkisiz hale getirilmiştir. korunmaya muhtaç çocuk, babası tarafından gözetilerek, arka çıkılarak oyuna almayan ‘abi’lerin de kulağını çekerek -israil devlet başkanı şimon peres’e “siz öldürmeyi iyi bilirsiniz” ile başlayıp “one minute” ile devam eden süreç- istanbul’a fatih sultan erdoğan olarak dönmesini bilmiştir. başbakan olarak gittiği davos’tan “sultan” olarak karşılanmıştır. millet, artık babasına kavuşmuştur. 2009, türkiye için milattır. baba figürünü, ergenin kendine olan güvensizliğin aşılmasında işlevsel öneme sahiptir.

ikinci tez
'pedofili' baba, çocuğunu taciz ederek travmasını derinleştirir.
tebaasını ergen olarak gören devlet, çocuğu hakkında tasarruf hakkını kullanır. çocuğunun büyüdüğünü kabul etmeyen, onun adına karar veren baba, çocuğun inisiyatif almasına imkan tanımaz. kişilik yaşı gelişmeyen çocuk, baba otoritesine karşı geldiğinde şiddet görür. her şiddet, çocuğun travmasını derinleştirir. yetişkin olamaz bir türlü. devrimler, çocuğun yetişkine dönüşmesini sekteye uğratır. her devrim, yeni bir kimlik üretir ve henüz kişiliği oluşmamış ergeni, ideolojik araçlarıyla biçimlendirir. erdoğan, zihnindeki kimliği, kitlelere dayatır. makbul vatandaş, türk, sünni müslüman, filört etmeyen, içki içmeyen, kadınsa kapalı, öğrenciyse ihl’li, aileyse üç çocuklu, doğu’lu, batı’nın değerlerini benimsemeyen, çalışkan, söz dinleyen, politik olmayan, ibadet eden, çalışan, baba tarafından tanımlanmış görev ve sorumluluklarının dışına çıkmayan… travması derinleşen ergenin, takvim yaşı büyüse de kişilik yaşı gelişmez. insan, sorumluluk aldığı, üstlendiği sorumluluklarını gerçekleştirdiği ölçüde olgunlaşır; olgunlaştığı ölçüde özgüveni, özsaygısı artar ve bunlara bağlı olarak özgürleşir. oysa tebaanın kendini bulmasına bir türlü izin verilmez. 3 mayıs 1944’te tutuklanıp huzuru çıkarılan bir gence ankara valisi nevzat tandoğan’ın ağzından “ulan öküz anadolulu! sizin milliyetçilikle, komünizmle ne işiniz var? milliyetçilik lazımsa bunu biz yaparız. komünizm gerekirse onu da biz getiririz. sizin iki vazifeniz var: birincisi, çiftçilik yapıp mahsul yetiştirmek. ikincisi, askere çağrıldığınızda askere gelmek.”*** diyen devlet, bütün heyulasıyla ergenin üzerine çöreklenmiştir. türkiye’de değişmeyen, çocuğunu taciz eden işte bu devlet anlayışıdır. ergen, üç nedenden ötürü babaya ses çıkar(a)maz:
a. ana karakter olmasa da sahadaki oyunculardan birine haline gelmesi
b. karşı çıkmanın kifayetsizliğinin defalarca yaşadığı deneyimler nedeniyle bilinçaltına yerleşen öğrenilmiş çaresizlik
c. inisiyatif alıp sorumluluk üstlenme gücünden yoksunluk

üçüncü tez
iktidar, rakibine göre suçu tanımlar, rakibini suçlu ilan eder.

sofist thraysmakhos, “adalet, güçlünün işine gelendir.” sözüyle nietzschece iktidar eleştirisini tarihsel süreçte, yoruma mahal vermeyecek açıklıkta antik yunan devrinde yapar. 12 eylük işkenceleri, fişlemeleri, 28 şubat tutuklamaları, ergenekon, kck davaları, ‘paralel devlet’, ‘iç mihrak’, ‘dış mihrak’, ‘işbirlikçi’... söylemleri, yerleşik anlayışın en tipik örnekleri arasında gösterilebilir. “bölücü ve irticai faaliyetler”, komünizm geliyor”, “hükumeti yıkmaya teşebbüs”, “birlik ve beraberliğimizi tehdit eden iç ve dış mihraklar” vb. söylemler, medya ve iktidara eklemlenmiş entelektüeller ve kamuoyunu etkileme gücü olan aktörlerce dillendirilerek iktidarın, muhalefeti sindirmesine, güçsüzleştirmesine, itibarsızlaştırmasına ve en önemlisi yargılanmasına hizmet ederek iktidarın yolunun temizlenmesini sağlar. böylece nihai amacın önünü açacak son tez hayata geçirilebilir.

dördüncü tez
türkiye cumhuriyeti devleti, kurumsal anlamda işlemez hale getirilmiştir.

iktidar, inisiyatifinde olan ideolojik araçları kullanarak rakiplerini sindirip suçlu ilan ederek, medyadaki söylemi maniple ederek dolaşıma soktuğu kanaatlerin kurumlaşmasını sağlar. önce ‘derin’, şimdi ‘paralel’ olan ‘devlet’ler tasfiye edilerek devlet sekleştirilir, bir başka anlatımla kemiksizleştirilir. bu esnada olabildiğince kurumsal anlamda yıpratılır. efkar-ı umumiyede (kamuoyu) devletin kurumsal anlamda yönetilemez olduğu algısı yaratılır. (son hsyk krizi, asker ve polisin ardından yargının da itibarsızlaştırılması olarak değerlendirilebilir.) yapılacak şey, yenisini kurmaktır. erdoğan, bunun için çalışmaktadır. dördüncü tez, son(uç) tezin(in) önkoşuludur. bu nedenle dördüncü tezle ilgili 11 yıllık iktidar süresince bütün kurumlar yeniden tanımlanmış, iktidar alanı, iktidarın temsil ettiği dünya görüşünü paylaşan ve/veya destekleyenlerce tanımlanıp önce boşaltılmış ardından doldurulmuştur. iktidar, sağladığı rantlarla kuracağı yeni devletin PR’ını finanse etmektedir.

son(uç) tez(i)
adı ve kimliği sünni islam cumhuriyeti olan ‘yeni’ devlet, çıkan ve/veya yaratılan bir olay sonucu olağanüstü hal ilan edilerek hayata geçirilecektir.

yazının giriş kısmında gezi sürecinin erdoğan tarafından maniple edildiği, asıl oyun kurucunun erdoğan olduğu iddia edilmişti. gezi sürecinde iç savaş kışkırtıcılığı da dahil toplumu birbirine düşmanlaştırıcı ve taraflaştırıcı söylem, olağanüstü hal için bir tür prova olarak görülmüş ve geziciler olayın gönüllü figüranları olarak ‘devrim’in simülasyonunda görev almışlardır. kendiliğinden gelişen ya da iktidarca üretilen bir olay, gezi’deki, 17 aralık’taki ve benzerlerini 6-7 eylül’de gördüğümüz ve devletin ustalaştığı bu “iş”te, herhangi bir olay, toplumu taraflaştırmak için kullanılacak, kaos ortamı, iktidara ama güçlü olanına olan ihtiyacı daha fazla artıracak, devletin olağan gidişine müdahalenin meşrulaşması sağlanacak. böylece, bütün hukuksal işleyiş askıya alınabilecek. ve nihayet ‘yeni’ bir devlet.
bu senaryo, rasyonalitesini yitirmiş, megalomani psikozundan muzdarip, kibrinde boğulmuş bir liderin fantezisi olabilir. bunda şaşılacak bir şey yok ama yanındaki kadro, inisiyatifini liderine devrettiği için düşünme melekesi zayıflamış, düşünmeden geçen günler, snaptik bağlantılarını koparmış, bunun sonucu gerçeklik algısını kaybetmiştir. eğer “böyle” olmasaydı, bırakın her özneyi, her varlığın da bir ağ, bir ilişkisellik içinde olduğu hesaba katılırdı. türkiye gibi bir ülke de ab, abd, ortadoğu, balkanlar, kafkasya, içinde yaşayan heterojen halklar, tarihi, mirası vb. ile ele alınırdı ve temsil ettiği kimliklerden herhangi birine sıkıştırılamayacağı görülürdü. oysa, beyhude bir çabayla arkaik bir kalıp içine sığdırılmaya çalışılmaktadır.
her ne kadar tarihte son yoksa da arkaik kavrayışla hareket edenlerin zihninde “böylesi” tasarımların olmasına şaşmamalı. patolojiler, vehimlerle de beslenir, büyütülür. her şeyin insanla başlatılıp insanla sona erdirilmesi ibrahimi dinlerin bir tür illüzyonu; yıkmak ve kurmak, kibrin tezahürü olarak (da) okunabilir. erdoğan, ergenlikten kurtul(a)mama paradoksu yaşayan, kendini, sünni, türk, heteroseksüel, erkek, dindar, eğlencesi olmayan… diye tanımlayan iktidarın ‘altın tepsi’ içinde sunduğu paradigmal gömleği giyer ve yıllardır aradığı bütüncü kimliği(ne) kavuşur. babasına minnet duyar. bu, bir tür stockholm sendromu ya da işkencecisine değil ama işkenceye ihtiyaç duymak psikozu (bir tür mazoşizm, ya da günde 'çok seven' baba, koca, sevgili tarafından katledilen üç kadın ile sönen ocaklarda yaşanan şekliyle sadomazoşizm) olarak da okunabilir.

babaca yaratılan ‘kimliğiniz’ hayırlara vesile olur inşallah…

dipnotlar:
* http://tr.wikipedia.org/wiki/Marinus_van_der_Lubbe ya da daha ayrıntılı bilgi için: http://joepwritesthehistoryofberlin.wordpress.com/tag/history/
** http://vmetinbayrak.blogspot.com/2013/12/ak-partinin-ya-da-erdogann-kalbi-uzerine.html
***http://tr.wikipedia.org/wiki/Nevzat_Tando%C4%9Fan

v. metin bayrak
1 ocak 2014’istanbul, f.zade