21 Aralık 2013 Cumartesi

türkvizyon versus eurovizyon

neredeyse elli yılı aşkın zamandır avrupa denen ve içine kafkasa ve ortadoğu'yu da alan bir kültür coğrafyasında düzenlenen eurovizyon şarkı yarışmasının heyecanını, bırakın tribünden stadın dışından izleyen birinin halet-i ruhiyesiyle yaşadım herkes gibi ben de çocukluğumda ve ilk gençliğimde. derken bir tür 30. yaş hediyesi oluvermişti sertap erener'in birinciliği. 

türkiye, efes pilsen ile koraç kupasını, lassa ile avrupa kalite ödülünü, galatasaray ile uefa kupasını ve sonunda sertap ile de eurovizyonu aldı. bunlar, stadın dışındakileri yavaş yavaş stada, ardından da sahaya çekti. artık sahadaydık. yılmaz özdil'in 'yönetimi'ndeki star gazetesi "two size" diye attığı başlıklar mazide kalmıştı. mazide kalmayan şeyler  de vardı: kemal  tahir'in "osmanlı bozgunu içimizde sürüyor." tespitini doğrularcasına 2009'da erdoğan'ın davos'ta israilli mevkidaşına "siz öldürmesini iyi bilirsiniz..." sözleriyle başlayan ve tarihe "one minute"  krizi diye geçen olayla paranoyalar yeniden depreş(tiril)ir. 

kimlik, her  daim sorundur ve olmaya da devam etmektedir. her gelen siyasi irade, kendisini toplumun ebeveyni görür. ya anadır ya da baba. toplum,  ergendir. onun nereye savrulacağı belli olmaz. onun korunup gözetilmesi gerekir. ergin olmadığından kendi başına karar veremez. reşit değildir. reşit olmadığından da cezai ehliyeti yoktur. o nedenle sorumluluk bilinci yeterince gelişmemiştir. olup bitenler konusunda hep mağdurdur. iç ve dış mihraklar neden olmuştur. hatta madımak'ı bile dışarıdan gelip yakmışlardır. şehir halkı, bu esnada dışarıdan gelenleri, 'misafirperlik'lerini göstererek hiç rahatsız etmemiş, rahatça yaklamalarını sağlayacak lojistik destekteği vermekten de imtina etmemiştir.(!) ama sorumlu değildir; tıpkı maraş'ta, 6-7 eylül'de, 1915 ermeni kırımı'nda... olduğu gibi. 

bugün ilki düzenlenen ve bu vesileyle haberim olan türkvizyon'u felsefeleştiri konusu yapmak istedim. 19 aralık'ta yarı finalleri yapılan organizasyon, yine bu vesileyle öğrendiğim türk dünyası kültür başkenti eskişehir'de yapılıyormuş. etkinliğe de beklendiği gibi eskişehir valiliği, trt angaje. bugün, yazı klavyeye alındığında birincisinin hangi ülke olduğunu bilmediğim yarışmaya 24 ülke katılıyor. sıralama sms sistemi ile yapılacak. türkiye'yi minerva adlı grup "sen, ben, biz" adlı şarkıyla temsil ediyor.  

1956'da başlayan, türkiye'nin 1975'te dahil olduğu eurovizyon, hala devam etmekte. 2012'de eurovizyon'dan çekildiğini açıklayan türkiye, 160 senedir kurumsal anlamda parçası olmak için çaba harcadığı kulüple olan flörtünün, avrupa birliği ile evliliğe dönüşme sürecinde "böyle" bir karar almasının ve hemen ardından bir tür anti-tezi olan türkvizyon organizasyonuna evsahipliği yapmasının simgeselliğin ötesinde anlamları olsa gerek. 

daha üç yıl evvel yeri göğü istanbul avrupa kültür başkenti oldu diye sarsan ülkenin siyasi iradesinin "bu" yönde tasarrufta bulunması, incelenmeye, üzerinde düşünülmeye değer bir konudur. şu günlerde "paralel" kelimesi, matematikteki anlamıyla anlaşılmıyor türkiye'de. eskinin "derin devleti", şimdinin "paralel devleti" olur. siyasi irade, avrupa'ya "paralel" bir kültürel oluşum iddiasındadır. olabilir, hatta olmalıdır da! kendi dünya grüşünü hayata geçirme pratiğidir bir bakıma siyaset. ama sorun, ithal ikame olmasıdır. kötü bir replika. türk dünyası kültür başkenti. türkvizyon. birebir kopya. 

şu halde, yazımızı "kopya, aslına hizmet eder." teziyle bitirebiliriz.

v. metin bayrak
21 aralık 2013'istanbul, fındıkzade

8 Aralık 2013 Pazar

ak parti'nin ya da erdoğan'ın 'kalbi' üzerine

bu felsefeleştiride, ak parti'nin geniş koalisyona dayanan tabanının bir bir çözülmesi, yaklaşan seçimler nedeniyle tarafların kılıçlarını çekmesi, belden aşağıya vurmalar... ak parti'nin 'iktidar'(lığ)ı değil, 'muhalefet'(liğ)i ele alınacaktır. girişin ardından bir hipotez, ileri sürülecek, ardından bir ara sonuç teziyle yazı bitirilecek.


giriş
ak parti, erdoğan öncülüğünde 2002'den bu yana yalnızca türkiye tarihinde değil demokratik dünya ülkelerinde benzerine pek rastlanmayan üst üste üç seçim kazandı, üstelik oylarını da artırarak. 2001'deki küçülme, küçülmeyi doğuran çürüme, siyasi partilerin siyaseti ve hükumet etmeyi askere tahvil edip aynılaşması, kirli savaşın kokusunun her yana yayılması... halk nezdinde ciddi bir temizliği kaçınılmaz kıldı. sonuç: akp kazandı. uzun süre alınan oy ile temsil edilen sandalye arasındaki uçurumun neden olduğu meşruiyet krizi tartışılır diye düşündüm başlarda ama işler yolundaydı ya da yoluna gireceği ümit ediliyordu. "umut"un havuç işlevi, seslerin kesilmesine neden oldu.  


2002, çok yazıldı, konuşuldu. kısaca 2002 seçimlerini, öncesi ve sonrasıyla aktörleri ve rakamlarıyla birlikte hatırlayalım ak parti ve temsil ettiği kitleyi anlamak için. bir önceki 2009 seçimlerinde türk sağı denen seçmenin oyları: mhp %18; fazilet %15; anap %13; dyp %12; şeklinde dağıldı. birinci parti olan dsp %22, baraj altında kalan ve tarihsel misyonunu o saat bitiren chp ise %9 aldı. her devirde iktidarın yanında olan seçmenler, 2002'de "ışık" gördükleri akp'nin yanındaydılar. 2002'de akp %34; chp %19; dyp %9; mhp %8; gp %7; anap %5; sp (saadet) 2.5; dsp %1.2.


bu oranları incelediğimizde akp, mhp'nin %10'unu, dyp'nin  %4'ünü, anap'ın %8'ini, sp'nin %13'ünü aldı ve %34'lük oya ulaştı. sağ seçmen, akp'de toplandı. 2007'de durum yine değişmedi. 2002'de tortu olarak kalan yüzdeleri de alarak seçimlerden güçlenerek çıktığı gibi artık merkez sağın yeni adresi, akp ve lideri erdoğan'dı. özal ve menderes ile yan yana getirilmesi, hareketin kendini nerede konumlandırıp başlardaki “tanım sıkıntısı”nı ‘aşması’nı sağladı. yenilikçilik ve hizmet anlamında özal, askeriye ve yerleşik bürokrasiyle mücadelede menderes, oluşturulan kimliğin kültleriydi. erdoğan, yan yana getirildiği özal ve menderes kültleriyle, artık kültleşmekte, antikitenin diliyle söylendiğinde tanrılaş(tırıl)maktaydı. özellikle menderes'e yaptığı göndermeler, oynadığı mağduriyet kimliğini, kitleler nezdinde pekiştirmekteydi. bir kardinalin papa seçilmesiyle “yanılmazlık” unvanı alması gibi artık hareket ve iktidar eklemlenmeleri, erdoğan’ı “yanılmaz” kılmış, söylediği her şeyi, temellendirme işlevi yüklenmiştir.


iktidarı süresince sık sık ve üçüncü döneminin sonuna yaklaştığımız bu günlerde eskisi denli olmasa da iktidara, daha doğrusu kendi yarattığı iktidara karşı sürekli savaş halinde bir dil kullandı. iktidarda kalması, kimi analistlerce, sürekli muhalefet dilini kullanmasına bağlandı. evet, bir bakıma haklıydılar, yerinde bir tespitti. evet, iktidar, sadece hükumet tarafından temsil edil(e)mez(di) türkiye'de; asker, yargı, basın vb. çeşitli iktidar öbekleri vardı(r). içlerinde hiç şüphe yok ki silahlı gücün inisiyatifini, siyasilere 'ayar' verme gücünü elinde bulunduran askeri bürokrasi ve eklemlenmeleri öne çıkmaktaydı. erdoğan öncülüğündeki ak parti, dayandığı geniş koalisyonun etkin desteğini, devletin imkanlarıyla birleştirince iktidarı parçaladı, güdümüne aldı. 2011 seçimlerinin bir tür ön yoklaması olan 2010 referandumu, ardından gelen seçim, ak parti'yi cumhuriyet'in kurucu partisi chp kimliğine büründürdü. erdoğan ve ak parti, “bu chp!” diye sürekli “vurduğu” tek parti chp’sine benzemeye başladı. evet, "iktidar, yozlaştırır; mutlak iktidar, mutlak yozlaştırır." sözü sıklıkla hatırlatılır oldu.


2011, her anlamda kırılmaların tohumlarını ekti. bunda seçimler ile iktidarını pekiştiren, askeriyenin ardından yargıyı ve çoktan gönüllü basını da tamamen güdümüne alan erdoğan, psikiyatristlerin "güç zehirlenmesi" dedikleri olguyu yaşamaya başladı. tezahürüyse, rasyonalitenin kaybı. iç politikadaki söylemleri, dış politikada ülkeyi yalnızlaştıran, komşu ülkelerle olan ilişkilerini geren politikalarla birleşince söylemi daha da sertleşti. iç politikayı, dolaşıma soktuğu ve bütün ülkenin gündemini kolayca benimseyiverdiği polemiklerle dilediği gibi maniple edebilmekteydi. ama dış politika öyle değil(di). gezi öncesi suriye'de başlayan süreci bitirmeye yönelik diplomasi trafiği, en son abd ziyareti esnasında obama tarafından tamamen sonlandırılınca gerginliği bir kat daha arttı. üstüne patlak veren gezi, hem erdoğan'ı daha da sertleştirdi: iç savaş çıkarabilecek bir dille, toplumu ayrıştırıcı dil kullanmaktan çekinmedi “%50’yi zor tutuyorum.” diyerek. böylece, “devlet adamı” hakkını da kaybetmeye başladı. tarihe baskıcı bir tiran olarak geçmeyi tercih etti.


2002'den günümüze, ak parti'nin dördüncü dönem yapılacak yerel ve genel seçimleri kazanacağına kesin gözüyle bakıldığı bir dönemde, daha önce koalisyonu(nu) oluşturan ayakları(nı) kaybetmesi nedense kamuoyu nezdinde çok önemsenmezken "cemaat"le çekilen kılıçlar, ana gündeme oturdu. iç politikada varlığını, soğumadan hala sürdürüyor; üstelik, gün geçtikçe daha sertleşerek.


türk sağı, bürokrasiyle mücadele tarihidir bir bakıma. farklı bağlamlarda statükoyu temsil eden iki öbek, türkiye tarihine yön verme iddiasıyla türk, sünni ve muhafazakar olmayan, bürokrasiyle eklemlenmemiş kitleleri iktidar alanından dışlayarak kendi egemenliğini muhafaza edegelmiştir. iktidarını ne kürtlerle ne de alevilerle paylaşmıştır. iki kitle, hala iktidar alanının dışında konumlandırılmaktadır. (cümlenin yüklemi, siyasi iradenin dizayn ediciliğine işaret etmektedir.)


hipotez
iktidar, anti-tezi olan muhalefet ile varlığını sürdürebilir; onunla beslenip güçlenebilir. bir başka deyişle iktidarı besleyen muhalefettir.


erdoğan, iktidarın yozlaştırmasından muhalefeti oynayarak uzak kalmaya çalıştı. ak parti, aslında erdoğan demektir. ortada bir partiden ya da kavramın içini layıkıyla dolduran bir partinden söz edilemez. bunun en güzel örneği, 2011 seçimlerinde kampanyayı yöneten uzamanın sözleridir: "ak parti'nin en büyük gücü, erdoğan'dı; biz de bütün kampanyayı onun karizması üzerine kurduk, vitrine erdoğan’ı koyduk" ortada erdoğan dışında kimse yok. domuz gribinden gezi sürecine, arınç ile olan polemikten, 'ucube' konusunda kültür bakanının konumuna... erdoğan'ın dediği dedik(ti). bu da ortada kavramın içini dolduran bir partinin olmadığının somut verisi olarak yorumlanabilir. erdoğan'ın kararlılığı, karizması, inançlılığı, güçlü siyasi sezgileri ile birleşince kitleleri kazanmaya devam etti, iktidar, çevredekileri zenginleştirdikçe, demokrat olmamak, eklemlenmek, iradelerinin aşın(dırıl)ması... mesele olarak görülmedi.


ak parti'yi iktidardan uzaklaştırmak için çeşitli koalisyonlar kur(dur)uldu; bunlardan kimisi derin devlet olarak iddia edilen ve şimdi ergenekon diye içeride olan kadrolarınkiydi. iktidara yönelik her girişimden buna kapatma davası, cumhurbaşkanlığı seçimi vb. de dahil ak parti güçlenerek çıktı. ak parti'yi iktidardan uzaklaştırmanın yolu, iktidarını elinden almakla mümkün görünmedi. o halde ne yapılması gerekiyor(du)? elindeki muhalefet alınmalıydı. cemaat, ak parti ile suni biçimde başlayan ya da başlatılan polemiğin ardından muhalefete soyundu. taraf ve cemaat kanadı, tıpkı ergenekon sürecinde olduğu gibi "tetikçilik"e başladı. kılıçlar çekildi, belden aşağıya vurulmaya başlandı, saflar belirlendi ve mevzilere konumlanıldı. tarafların ‘demokrasi talebi’, ‘sivilleş(tir)me’ kaygılarıyla kurdukları ittifak, “takke düştü, kel göründü” deyimiyle açıklanabilir. samimiyet, testinden çakanlar, tarihi, g. orwell’in 1984’ündeki gibi tahrif edebilirler ama zamanın, o tahrifatı ortadan kaldırma gücü, sonsuz örnekte kendini göstermiştir. o nedenle çaba, “zevahiri kurtarmak”tan öte gitmez.


devlet eliyle beslenen, 1984'te yaratılan türk-islam sentezinin "ideolojik aygıtı" işlevi gibi çalışan cemaat, artık bir anlamda devleti temsil edecek statüye kavuştu. ak parti, müslüman milliyetçiliği, sünnilik üzerinden ülkeyi ve bölgeyi idare etme, osmanlı'yı yeniden canlandırma, müslüman ülkelere ağabeylik etme vb. rollere bürünüp tarihsel kimliğinde yarattığı rollerini icraya kalkınca reel-politikayı kavrayacak rasyonaliteden uzaklaştı. buna, erdoğan'ın başarılar ve seçim zaferleriyle yaşadığı "güç sarhoşluğu", türkiye'nin sınırlı gücünün etkisiyle biçimlendiremediği ortadoğu politikasında en son ırak bölgesel kürt yönetimi ile yaptığı ama ırak ve abd'ye "yapmadım" dediği petrol anlaşmaları eklenince, işler içinden çıkılmaz noktaya geldi.


ara sonuç
işte, ak parti ya da erdoğan'ın 'kalbi' ürettiği mağduriyet ve ona dayalı geliştirdiği muhalefet söylemidir. cemaat, artık parti devlete dönüşen ak parti - devlet iktidarından pay almak ya da ona ortak istiyor. erdoğan ise başkanlık talebiyle de dillendirdiği iktidarını kendi şahsında toplamak, tek adama dönüşmek, kültlüğünü kurumlaştırmak arzusunda. artık devleti -devleti denilince de abd gelir nedense hemen akla- temsil ettiği söylenen cemaat, ak parti'nin elinden muhalefeti alarak atomize olmuş merkezi iktidarı(n) a(lın)abileceğini söylemektedir; tabii ki anlayana. hemen “gezi’de muhalefet yok muydu?” diye sorulabilir. şüphesiz vardı ama o, erdoğan’ın temsil ettiği -beslendiği değil- bilakis, devlet aygıtının ‘ezeli düşmanı’ olan “ihmal edilebilir” nicelikte ‘halk’ın ‘gerçek gündemi’ni oluşturmayan “ezilesi” bir kalkışmaydı. iktidara sahip olan erdoğan hükumeti de “öyle” yaptı. ara sonuç niyetine “muhalefet(liğin)i kaybeden ak parti, iktidar(lığ)ını yitirmektedir.” tezi söylenebilir. erdoğan'ın, cumhuriyete, kurucu figürlerle olan derin sorunu, 2023'ü aşıp 2071'i gündeme taşımasındaki amacı, bir başka yazıda ele alınacaktır. bu yüzden "ara sonuç" ifadesi tercih edilmiştir. 


v. metin bayrak
08 aralık 2013'istanbul, f.zade


24 Kasım 2013 Pazar

öğretmenler günü üzerine

öğretmenler günü üzerine*


"hocam" kelimesi, 1991'de üniversite öğrenimi için ankara'ya gidince, beni karşılayan en sevimli şeydi o, kimseyi tanımadığım kentte. sanki herkes beni ve birbirini tanıyormuş gibi "hocam" diye hitap ediyorlardı. tanımadığım kent, birden evime dönüşüvermişti.


evet, aslında hoş bir hitap şekliydi. son zamanlarda sık kullanılan "bayan", "küçük", "delikanlı", "hey" vb. gibi cinsiyetçi, feodal kodlar barındıran ve ötekileştiren anlamı yoktu; aksine cinsel yönelimleri, yaşları, ırkları, milletleri, kültürleri, varsıllarla yoksulları... birleştiriyordu. herkesin herkesin hocası, öğretmeni olabileceğini ifade etmesi, tek kelimeyle benim için büyüleyiciydi. 

bugün, milenyum ya da 21. y.y. adını verdiğimiz bir çağda nefes alıp veriyoruz ve ülkemizde 24 kasım'da kutlanan öğretmenler gününü kutluyoruz ama  %70'ini kızların oluşturduğu 100 milyonu aşkın bir kitle BM insan hakları evrensel bildirgesi'nin 26. maddesine rağmen bir insan hakkı olan temel eğitimden yararlanamamaktadır. ilgili maddeyi anımsayalım:

Madde 26

1. Herkes eğitim hakkına sahiptir. Eğitim, en azından ilk ve temel eğitim aşamasında parasızdır. İlköğretim zorunludur. Teknik ve mesleksel eğitim herkese açıktır. Yüksek öğretim, yeteneklerine göre herkese tam bir eşitlikle açık olmalıdır. 
2. Eğitim insan kişiliğini tam geliştirmeye ve insan haklarıyla temel özgürlüklere saygıyı güçlendirmeye yönelik olmalıdır. Eğitim, bütün uluslar, ırklar ve dinsel topluluklar arasında anlayış, hoşgörü ve dostluğu özendirmeli ve Birleşmiş Milletlerin barışı koruma yolundaki çalışmalarını geliştirmelidir. 
3. Çocuklara verilecek eğitimin türünü seçmek, öncelikle ana ve babanın hakkıdır.


takvim günleri, her türden ideolojinin kendi iktidarını yaşatabilmek adına ürettiği ideolojik araçların başında gelir. 24 kasım da bu günlerden biridir. birgün, elbette doğumunu aşar ve farklı içerikler kazanarak dil ve kültür içindeki yaşamını sürdürür. şu anda cuntanın başlattığı bu uygulamayı biz meslekten olanların bile pek azının anımsaması bunun örneği olsa gerek. bugün birbirinin öğretmenler gününü kutlayan öğretmenler ve öğretmenlerinin öğretmenler gününü kutlayan ve güne eskiden andımız, şimdi sadece istiklal marşı ile başlayan öğrencilerin zihninde, farkında olmasalar da, 24 Kasım ve cunta yan yana durmamakta. 24 kasım'ı anımsarken cuntayı da anımsayalım. bununla birlikte cuntanın izini silmek adına 24 kasım'ı 5 ekim'e alalım. demokratik haklarına sahip insan olmanın onurunu her anlamda taşıyan öğretmenler, ancak o vakit, geleceğimiz olan çocuklarımızı ve hayatı zenginleştirebilirler.

içine kapalı otistik bir ülkedense dünyayla daha fazla entegre olmuş, insanlığın ortak kültürel mirasına daha fazla benimseyip içselleştiren bir ülkenin yurttaşlarının, göreli bir sürenin ardından küresel dünya yurttaşlığına evrileceğine inanıyorum. işte o vakit, suriyeli mülteci gençlerin üniversitelere pozitif ayrımcılıkla alınmasını haksızlık değil de adaletin yerine getirilmesi olarak değerlendirir öğrencilerim... 


dünyadaki bazı ülkelerin öğretmenler gününe dair:

dünya: 5 ekim, 1966'da UNESCO ve ILO arasında "öğretmenlerin toplum içindeki yerine ilişkin sözleşme" ye dayanmaktadır. 1994'ten bu yana da 5 ekim, "dünya öğretmenler günü" olarak kutlanmaya başlanmıştır.
avustralya: avustralya'da dünya öğretmenler günü ekim ayının son cuma gününde kutlanır.
hindistan, öğretmenler günü'nü 5 eylül'de kutlar. bu eski hindistan devlet başkanı ve öğretmeni dr. sarvepalli radhakrishnan'ın doğum günüdür. 
malezya: malezya'da öğretmenler günü (hari günü), 16 mayıs'ta kutlanır. 

türkiye: atatürk, ulus okuları dediğimiz millet mektepleri'nde yazı tahtasının başına geçerek dersler verir. bakanlar kurulu 11.11.1928 günü yaptığı toplantıda atatürk'e (ya da o zamanlarki adıyla gazi'ye) millet mektepleri başöğretmenliği ünvanını verir. 24 kasım, atatürk'ün millet mektepleri başöğretmenliğini kabul ettiği gündür. atatürk'ün 100. doğum yılı olan 1981 yılında cunta yönetimince öğretmenler günü olarak kutlanması kararlaştırılır. 

* 24 kasım 2008'de klavyeye alınmıştır.

V. Metin Bayrak
24 Kasım 2013' İstanbul, Kağıthane

20 Kasım 2013 Çarşamba

kaza, hile-i şer'iyye ve sorumluluğun devri üzerine

kaza, hile-i şer'iyye ve sorumluluğun devri üzerine

uçakların bile düşmesine neden olan kuşlar, bu sefer yht'ye çarparak basına konu oldu. ankara - eskişehir arasında hizmet veren kısaca yht olarak adlandırılan yüksek hızlı tren, saatte 250 km. hıza erişebiliyor. 18 kasım 2013'te dha'nın servis ettiği haberde (http://gundem.milliyet.com.tr/kus-surusune-daldi/gundem/detay/1794197/default.htm), ankara - eskişehir arasını 1 saat 20 dakikada alan yht'nin ön tarafının, telef olan kuşların kanlarıyla boyandığı, trenin geldiği eskişehir garı'nda yolcularını indirdikten sonra bakıma alındığı bilgileri yer alıyor. ardından tcdd yetkililerinin, ilk zamanlarda daha fazla kuş sürüsüne çarptığını söyledikten sonra, bu yazının gerekçesini oluşturan şu sözleri dillendirdikleri ifade ediliyor: "bu, artık azalmaya başladı. çünkü kuşlar da yht'ye alıştı ve göç yollarını değiştirmeye başladılar. ancak zaman zaman göç eden kuş sürüleri yht'ye çarpıyor. kuş sürüsü yüzünden yht hızını düşürmeyecek, 250 kilometre hızla seferlerine devam edecek. zaman içinde kuşlar yht'ye alışıp göç yollarını tamamen değiştirecekler." 

gelin, burada 'sorunlu' bulduğum noktaları ve dayandığı kabul ya da düşüncelere birlikte bakalım:
a. "dünyanın merkezinde ben varım; çünkü evren ya da dünya, antroposentriktir (insanmerkezli)."
b. "sorunun kaynağı benim."
c. "sorunun farkındayım, çözümü de bellidir ama bunu ben değil, kuşlar çözecek." 
d. "benim her şeye hakkım var; varsın bu, beni kibirli kılsın." 
e. "olandan sorumlu değilim."

modernist akıl, kendi ekseninde görüp dünyayı, insan dahil nesleneştirir. yetkililerin kazayı ele alışlarında örtük biçimde dile gelen anlayış, insanı, bir özne olarak merkeze alır ama bir o kadar da çaresizleştirir. doğaya karşı gösterdiği mütecaviz davranışları karşısındaki umursamazlığı düşündürücüdür. alt metin olarak nihilizme dahi vardırılabilir. 

konuşan öznenin, büyük olasılıkla, mütedeyyin dünya görüşüne angaje olduğu varsayılabilir. bunda şaşılacak bir şey de yok. çünkü ibrahimi dinler, evreni insanmerkezci tasavvur ederler. 

sorunu kuşlara çözmek ile allah'a havale etmek, özde aynıdır. burada çelişik olan şu: faili kendisidir, bu, bir tür tercihtir yani kader değildir. oysa çözümünde karşılaştığımız kaderci tutum, yine bir tür hile-i şer'iyye olarak okunabilir. çünkü hukuksal anlamda ortada çevre suçu vardır; sorun bellidir ve bunun önlemleri şu ya da bu biçimde alınabilir. diğer yandan da gittikçe sık zikredilen islam teolojisine atıfla, harama düşmemek için bir kurtuluş çaresi olarak kullanılan "hile-i şer'iyye"ye başvurulur. çünkü günahtır. oysa işi allah'a havale ederek, kadere bırakarak -aslında bir ve aynı şeydir burada imlenen- vicdan yıkanmış, bilgisizlik, beceriksizlik alalanmış, sorumluluktan kurtulunmuş, sorunlar 'çözülmüş' olur. 

V. Metin Bayrak
20 Kasım 2013' İstanbul, Kağıthane

20 Ekim 2013 Pazar

"Anne, ben barbar mıyım?"

13. İstanbul Bianeli "Anne, ben barbar mıyım?" başlığıyla işlendi. Dilin kendisi, bu sorunun yanıtını içermekte: Evet! Çünkü, doğada bulunan dillerden biri değil insanın iletişim için kullandığı dil. Dil, bilince içkin bir varlık olması nedeniyle doğadan kopuşun ya da bir anlamda insanın, etik bir varlığa dönüşürken ontolojik anlamda inşasının çimentosu olarak okunabilir.

Bienaldeki işlere bakıldığında doğa, kent, tüketim, kapitalizm gibi kavramların genel anlamda dert edinildiği görülmekte. Kültür, uygarlık, kent... doğadan kopuşun simgeleri olarak kullanılmış. Doğadan kopuşun çevresel anlamda maliyetleri, insanı her geçen gün içine alması ana eksen olarak düşünülmüş.

V. Metin Bayrak
20 Ekim 2013'İstanbul, Levent


18 Ekim 2013 Cuma

askere gitmeyin!

askere gitmeyin!
askere gitmeyin!, çünkü iktidarın, ideolojik bir aracı olan askerlik kurumu aracılığıyla (da) insan bedeni ve bilinci üzerinde tahakküm kurarak kişiyi, toplumu ve insanlığı özgürlükten, güvenlikten, refahtan, mutluluktan uzaklaştırması ne etik açıdan ne de siyaseten meşrudur; dünya barışına, dünya yurttaşlığına (cosmopolitas) katkıda bulunmak için çabalayan biri olarak ben gitmedim; yaşamı(mı)n nesnesi değil öznesi olmak istedim hep; siz de askere gitmeyin, kendi yaşamınızın öznesi olun, savaşa değil, barışa ve mutluluğa nefes al(dır)ın!*

bu metin, "askere gitmeyin!" kampansına destek vermek amacıyla kaleme alınmış ve http://www.askeregitmeyin.com/ sitesine gönderilmiştir. 13 ekim 2013 tarihine kadar siteye ulaştırılan metinler, kitap haline getirilerek yayımlanacaktır.

v. metin bayrak
28 eylül 2013'istanbul, levent

24 Eylül 2013 Salı

İktidarın Kamusal Alan Tasarrufu Sorunu Üzerine: Burka Demokrasisi

Demokrasinin Kamusal Alan Tasarrufu Sorunu Üzerine: Burka Demokrasisi

Beden, kamusal alan için bir tehdit midir?

İnsanın nasıl giyineceğine karar vermek demokrasi midir? Demokrasinin sınırları var mıdır? En iyi ikinci de denen demokrasinin din ile mücadelesi yeni mi başlıyor? İnanç özgürlüğü, düşünce ve kanaat özgürlüğü ile aynı kategoride ele alınabilir mi? Beden, kamusal alan için bir tehdit midir? Demokrasi, özgürlük alanlarını genişletmekle mükellefken burka referandumu ile kendi varlık koşulunu mu ortadan kaldırmaktadır? Kamusal alan, bu referandum izniyle yeniden mi tanımlanmalı? Kamusal alanın siyasal alana dönüştürülüp daraltıldığı bir sürecin başlangıcı yaşanıyor? Kamusal alanda görünmek ile kamu hizmeti vermek aynılaştırılabilir mi? Hukuk devleti ilkesi ihlal ve/veya ihmal edilerek demokrasi işletilebilir mi?


Soruları çoğaltmak olanaklı. Her birine pek çok açıdan farklı yanıtlar verilebilir kuşkusuz. Bu felsefeleştiride İsviçre'de yapılan ve burka referandumu diye bilinen olaydan hareketle özgürlük, inanç konularının demokrasi bağlamında nasıl bir geleceğe kapı araladığına; kısaca 'İslamcı' denilen siyasi hareketlerin ellerine nasıl bir 'koz' verildiğine; “Burka yasağı” diye servis edilen habere verilen tepkilerin öznelerinin konu sorun karşısındaki varoluşsal konumlarındaki karmaşalara; kamusal alanın iktidarca tasarruf edilmesindeki hukuksal sorunlara; insan bedeni, özellikle de kadın, üzerinden siyaset üretmenin yarattığı kördöğüşüne; kamu hizmeti vermek ile almanın farklı kategoriler olduğuna; hukuk devleti ilkesinin sınırlarına, konu bağlamında kısaca değinilip çeşitli problem alanlarına işaret edilmek istenerek bir sonuç tezi ileri sürülmeye çalışılacaktır.

Anadolu Ajansı 13 Ağustos 2013’te geçtiği bir haberin başında “İsviçre'de burka yasağı ilk kez referandumda oylanacak. Ticino kantonunda halk 22 Eylül'de oy kullanacak.” spotu yer alıyordu. Cenevre’den servis edilen haberin ayrıntılarına bakıldığında: “İsviçre'nin İtalyanca konuşulan kantonlarından Ticino'da 22 Eylül'de, yüzü tamamen kapatan burkanın kamu alanlarında kullanılıp kullanılamayacağına ilişkin oylama yapılacak. Ülkede bu konuda yapılacak ilk referandumun sonucunun burkanın kullanılmasının yasaklanması yönünde çıkması bekleniyor. Daha çok Afgan kadınların kullandığı burkayı İsviçre'de giyenlerin sayısının resmi rakamlara göre 100'ü geçmediği tahmin ediliyor. Burkanın Ticino'da yasaklanmasına ilişkin girişim mart 2011'de 11 bin 767 imzanın toplanması ile başladı. Şu ana kadar burkayı yasaklayan herhangi bir İsviçre kantonu olmadı. Almanca konuşulan Aargau kantonunun girişimiyle 2010'da tüm ülkede burkanın yasaklanması istenmiş fakat talep federal parlamento tarafından reddedilmişti. Bununla birlikte kantonal düzeyde de Basel, Bern, Schwyz, Solothurn ve Fribourg kantonlarının parlamentoları başörtüsü ve burka yasağı girişimlerini kabul etmemişti. İsviçre'de yaşayan 400 bin Müslüman ülke nüfusunun yaklaşık yüzde beşini oluşturuyor.”1

Evet, nihayet ilgili tarih geldi ve referandum yapıldı! Demokrasi, işletildi. Şimdi, referandumun ardından portallara yansıyan haberle ilgili spotlara ve ayrıntılara kısaca bakalım. Haber, birçok sitede “Burka yasağı” başlığıyla servis edilmiş.
Haberi Deutsche Welle Türkçe’den alan T24 ise şu şekilde servis etmiş: İsviçre'de burka yasağı
İsviçre'nin Tessin kantonunda yapılan referandumda, çoğunluk burkanın yasaklanmasını istedi. İsviçre'nin Tessin kantonunda, aşırı sağcı ve İslam karşıtı görüşleriyle tanınan siyasetçi Giorgio Ghiringhelli'nin burka yasağına yönelik önerisi için yapılan referandumda, çoğunluk "evet" oyu kullandı. Referandumda yüzde 65,4 evet oyuna karşılık, yüzde 33,35 hayır oyu kullanıldı. Referandum sonuçlarına göre, ülkenin güneyindeki Tessin kantonu sınırları içinde "Hiç kimsenin kamuya açık alanlarda yüzünü örtme izni olmayacak, hiç kimse başka bir kişiyi cinsiyeti nedeniyle yüzünü örtmeye zorlayamayacak." Anayasada yapılacak değişiklikte, burka ya da nikap sözcükleri geçmiyor. Yüzün kapatılmamasına ilişkin esaslar içeriyor. Referandum sonucuna göre, protesto gösterisi düzenleyenler ya da holiganların yüzlerini kapatması yasaklanacak. Burka giyen kadınların da yüzleri kapalı olduğu için burka giymeleri yasaklanmış olacak" dedi.
'Müslümanlara ayrımcılık yasası'
İsviçre İslamî Dernekler Birliği, referandumu, Müslümanlara yönelik özel bir ayrımcılık yasası olarak değerlendirdi. Birlik, kantonda en fazla bir düzine Müslüman yaşadığına dikkat çekti. Uluslararası Af Örgütü'nden Manon Schick ise Corriere del Ticino'ya yaptığı açıklamada, "Bunun, Tessin'deki insan hakları için kara bir gün olduğunu ifade etti. Schick, referandumla, uzlaşma ve akılcılığın yerine, korkuların körüklendiğini vurguladı. Kantonda yapılacak anayasa değişikliğinin, İsviçre federal parlamentosu tarafından onaylanması gerekiyor.”2
Konu, hiç şüphe yok ki bu kısacık akademik olmak iddiası bile taşımayan, sadece çeşitli konuların felsefi bir disiplinle ele alınmaya gayret edilen bir felsefeleştiride tüketilip çözüme kavuşturulabilecek bir sorun değil. Burada dile getirilen düşüncelerin sahibi, bunun bilinciyle hareket ederek yargıda bulunmaktan ziyade bu ve benzeri konularda iktidarca yapılan müdahalelere ne neden olabileceği sorunlu durumlara dikkat çekmek istemektedir.

İnsan, beden ve zihin anlamında İktidar denen olgunun sürekli hedefi olagelmiştir. İktidarın, özneye müdahelesi, “varolmak için kitleye ihtiyaç duyması” ve “yaşamak için kitleyi biçimlendirmek istemesi” ile gerekçelendirilebilir.

İktidar, somut biçimde görünürlüğünü insanlar ve özellikle kadınlar üzerinden sağlamakta. Bunun tipik örneğine semavi dinlerde rastlanabilir. Günümüz modern demokrasilerinin din ve vicdan hürriyetini aynı madde içine sıkıştırmalarından bu yana, dinsel özgürlükler, düşünce özgürlüğü ile birlikte anılmaya başlanır. Buradaki yöntemsel hata, bir başka felsefeleştiride klavyeye alınacaktır.3

Din ile demokrasiyi korumak iddiasında olan bir siyaset modeline göre işletilen hukukun amaçları örtüştürülmeye çalışılmakta. Burada demokrasinin alanı gün geçtikçe daraltılırken dinsel alan genişle(til)mektedir. Dinsel alanın tasarrufu, hep belli türden bir dinin belli türden bir kavranışına -genellikle de arkaik- göre dizayn edilmekte. Tanımlanan alanın demokrasiyi (haklar ve özgürlükleri) nasıl dışladığını, demokrasinin “olmazsa olmaz”larıyla nasıl çeliştiğini, yapılan yasalarda bunlara yer verilmediğini İslamiyet'e ve/veya dine göre dizayn edilen kamusal alanların tasarrufuna bakarak rahatlıkla söyleyebiliriz. Burada hemen “Gerçek İslam'da ve/veya dinde bu olmaz, şu olmaz, aslında doğrusu şudur...” mealindeki ifadeleri ne yazık ki ciddiye alamayacağım; çünkü İslam ve/veya herhangi bir din “şimdi ve burada” olandır; kitaplara ya da tarihte olan(lar) değil! İslam ya da bir başka din, Ali'nin, Helena'nın, İvan'ın, Silvia'nın, Aisha'nın... kavradığı, yaşadığıdır.

O halde mevcut genelinde din özelinde İslam ile demokrasinin gereği olan kamusal alanın tasarrufu birbiriyle çelişmektedir. Demokrasi, bir arada yaşayan insanların birbirlerinin haklarını ihlal etmeden, kamusal huzuru bozmadan dilediği gibi yaşamasına, inanmasına, üretmesine, tüketmesine... olanak sağlamakla mükellef çerçeve ya da model değil mi? O halde, iddiası bu olmasına karşın neden kendiyle çelişen bir girişimin “araç”ına dönüştü ve/veya dönüştürüldü?

Yine cevabı zor sorulara geldik. Yeniden hatırlatmak isterim ki bu kısa felsefeleştiride bütün dünyanın sıcak gündemini oluşturan, ortak aklın üretilemediği ve bu nedenle de henüz çözülemeyen bir sorunun tüketici nitelikte ele alındığı iddia edilmemektedir.

Referandumun yapıldığı ülkede ve dünyanın geri kalanında tesettürle ilgili konu ya da sorunlar, sıklıkla, bilgi ile değil algıyla hareket edilerek ele alınmakta. Sorunun burka ile değil, burkaknın temsil ettiği kültürün İsviçre'de ve benzer kaygıların görüldüğü daha çok 'Batı(cı)' kültürlerde görülmesi hiç de yabana atılacak, kayıtsız kalınacak bir olgu değildir. Haber metninde İsviçre'nin ilgili kantonunda burka kullanan insanın yüzü geçmediği ifade edilmiş. Burada demokrasi ve hukuk devletiyle ilgili bir başka sorun daha kendini göstermekte. Hukuk, ilkelerle hareket eder; belli bir kişi ve/veya gruba yönelik yasal düzenleme, hukukun özüne aykırıdır.

Bu ve benzeri talepler, ne demokrasi ne de hukuk devleti ilkesi açısından referandum konusu bile olamaz; oysa refarandum kararı alınmış, yapılmış ve sonuçlar yayımlanmıştır. Şimdi, gazeteci diliyle söylersek “Gözler, federal parlementoda!” Euronews'ün Türkçe yayın yapan sitesindeki4 haberde “İsviçre’nin Ticino kantonunda yapılan referandumda oylamaya katılanlardan yüzde 65’i burka yasağına ‘evet’ dedi. Buna göre, Ticino’daki kamuya açık alanlarda yüzün bir bölümünü ya da tamamını gizleyen burka kullanılamayacak. Burkanın ülke genelinde yasaklanması için 2010’da yapılan girişim federal parlamento tarafından reddedilmişti.” bilgisi yer almakta; bu bilgiden yola çıkarak, federal parlamentonun referandum kararı hakkındaki tasarrufu öngörülebilir. “Nasıl olsa reddedecek.” denilerek konunun vahameti ihmal edilemez. Demokrasi, bunun için işletilirken, mutasyona uğratılmakta, bir model ya da öneri olarak toplumsal hayatı, özellikle de kamusal alanın, siyaset kurumu ya da İktidar tarafından yeniden biçimlendirilmesine hukuksal zemin hazırlanmakta.

Bu nedenle burka referandumundan en çok “İslam ya da din ve demokrasi yan yana olabilir. İslam ya da din, demokrasiye karşıt değildir. Demokrasinin geçer akçesi sandıktır. Halk, ne derse demokrasi odur.” diyen, demokrasiyi dinselliğin yaşaması yönünde kullanan, dini siyasallaştıran çevrelerin memnun olmaları; 'Batı(cı)' çevrelerinse kaygı duyması gerekirken, görebildiğim kadarıyla tam tersi yönde tepkilere rastlanmakta. “Referanduma ön ayak olan popülist "Il Guastafeste" partisinden Giorgio Ghiringhelli, oylamada başarı sağladıklarını belirterek, "Halk, Tessin'de ve tüm İsviçre'deki fundementalistleri hezimete uğrattı" dedi.”5 Böylece, siyasi ve toplumsal referansı İslam ya da din olanlar arasında başlatılacak demokrasiyi yıpratma çalışmalarına yeni bir malzeme verilmiş oldu. Bunun üzerinden İslamafobi vb. pek çok tartışmanın “din ve vicdan hürriyeti, demokrasi, insan hakları” üzerinden yürütülecek olması hiç şaşırtıcı olmasa gerek.

Beni kaygılandıran İktidarın, kendinde, insan -özellikle de kadın- bedeni üzerinden kamusal alanda tasarruf hakkı görmesi. Modern demokrasilerde iktidar, kamusal düzenden sorumludur. Bunu yaparken de sınırları hukuk devleti ilkesiyle çizilmiştir. Hukuk felsefesinde hukuk devleti ile üretilmiş bilgiler, bir anlamda ortak akıl ürünü olarak da düşünülebilir. İktidar, insanlar nasıl giyinirse giyinsin buna karışma, bunu dönüştürme hakkına, yetkisine sahip değildir.

Fakat, bir kişi, kamusal bir hizmet verecekse işin gereklerini de yerine getirmeyi taahhüt etmiş olur. Örneğin profesyonel anlamda kamuya açık bir kurumda hizmet üreten bir kişinin “Benim inancıma göre kadınları / erkekleri muayene etmem / ders vermem / servis açmam...” deme hakkı yoktur. Hem öğretmen olacağım hem de kız ya da erkek öğrencilere ders vermiyorum, diyemem. Öğretmen olmayı tercih etmişsem, karşımdaki kişileri erkek ya da kadın diye değil öğrenci olarak görmeyi kabul etmiş olurum. Ayrıca hizmet vermekle mükellef olduğum kitle arasındaki herhangi bir kişiye görünüşü, ırkı, dili ya da ırkı nedeniyle ayrımcılık yapamam. Bunlar, modern demokrasilerde ciddi suçlar olarak tanımlanmaktadır artık. Oysa referans dinsel kavrayışlar olduğunda -hasta, kadın ya da erkeğe, mümin6 ya da kafire... dönüşüverir- bunların hiç biri suç teşkil etmez

Bu yazının bir sonucu olarak biri genel diğeri özel iki tez ileri sürülebilir:

"Seküler olmayan bir demokrasi ontolojik anlamda düşünülemez." 

“Bir hukuk devleti, kamusal alanın tasarrufunu kısıtlayan bir karar alamaz; kamusal alanı kısıtlayan İktidar ile demokrasi, bir tür oksimorondur."

V. Metin Bayrak
24 Eylül 2013'İstanbul, Levent

2 Erişim 24 Eylül 2013, Saat: 14:00: http://t24.com.tr/haber/isvicrede-burka-yasagi/240333
3 Fakat aynı cümle içinde yer alamayacak ontolojik yapılara sahiplerdir; ontolojik yapıları hesaba katılmadan yapılan epistemolojilerin sonuçları, bugün, modern demokrasilerin elini kolunu bağlamaktadır.
4 Erişim: 24 Eylül 2014, Saat: 14:30: http://tr.euronews.com/2013/09/23/isvicre-de-burka-yasagi/
5 Erişim 24 Eylül 2013, Saat: 14:00: http://t24.com.tr/haber/isvicrede-burka-yasagi/240333
6 21 Eylül 2013'te Somali'de El-Şebab örgütünün Westgate adlı AVM'ye yaptığı ve onlarca kişinin öldüğü, yüzlercesinin de yaralandığı saldırıdaki tutumu, buradaki algı ve/veya tanımlama farkına örnektir.


16 Eylül 2013 Pazartesi

eğitimin "milli" olanını almayı/vermeyi vicdanen reddediyorum...

eğitimin "milli" olanını almayı/vermeyi vicdanen reddediyorum...

dinsel kurumların ardından en büyük 'yalan', okul ve türevi hiyerarşik örgütlenmelerle varlığını iktidara eklemlenerek sürdüren kurumlar olsa gerek. (dikkat! "din" ve "eğitim" demiyorum, "kurumları" diyorum; çünkü ikisi de insanın varoluşunda yer alan olgular.) çünkü ikisi de iktidarın ideolojik aracı gibi iş görmekte kurumlaştıkça... beden ve bilinç üzerinde tasarrufta bulunmaktalar... insanın özgürlüğü önündeki en büyük ve en somut kurumsal engelleri aşma zamanı geldi... kurumsal yapıları insanı temele alacak şekilde evriltelim... önce kurgusunu, ardından içeriğini... iktidardan arındırabildiğimiz ölçüde
ulaşabiliriz insana. çünkü dinsel kurumlar ve eğitim kurumları insanı perdelemekte... 

mesela t.c. milli eğitim bakanlığı'nı önündeki patolojik "milli" ifadesinden arındırarak işe başlayabiliriz... yeni eğitim - öğretim yılının, iktidarın ideolojik söylemlerine teslim olmadığımız, bilakis bunları daha fazla ifşa ettiğimiz bir sürecin başlangıcı olmasını diliyorum... bunun için kimliklerimizden, aidiyetlerimizden arınıp geride kalana odaklanarak işe başlanabilir... 

"milli" olan müfredata göre eğitim almayı da vermeyi de vicdanen reddediyorum... 

v. metin bayrak
16 eylül 2013'istanbul