20 Mayıs 2012 Pazar

Faşizm & İktidar Üzerine

Faşizm & İktidar Üzerine


"Faşizm, iktidara içkindir."

“Asıl faşizm iki insan arasındaki ilişkide başlar.” Ingeborg Bachmann


İktidar, şiddetle beslenir. Şiddet, iktidara içkin olan faşizmin kendini ifade aracıdır. İnsanın, ahlaksal varlığına dönüşme süreci toplumsal bilinç tarafından üretilen dil ile olanaklıdır. İnsanın dili öğrenme süreciyle ahlaksal varlığa evrilmesi eşzamanlı gerçekleşen olgulardır. İnsan, özneleşerek kişileşir. Kişileşen insan, artık dile hapsolmuş bir öznedir. İktidar, toplumca üretilmiş her türden varlığa sinmiştir. İktidar, onu elinde bulunduranı kaçınılmaz biçimde yozlaştıran ve insanı nesneleştiren üretilmiş harici güçtür.

İktidara Dair Raslamsal Sözler
  • İktidarı ittifakların böldüğünü düşünürüm.
  • İktidarı, kırbaç ve polis telsizi ile simgeleştiririm.
  • İktidarın korkuyu yüceltip fetişleştirdiğini düşünürüm.
  • İktidarı, şeffaflığın zayıflatacağını düşünürüm.
  • İlişkilerimde iktidar(ı) kullandığımın, onu içselleştirdiğimin genellikle farkında değilim.
  • İktidarın varlığı kaçınılmaz; ama kullanımı değildir.
  • İktidarın olmadığı bir dünya düşünebiliyorum.
  • İktidarın beden üzerindeki tasarrufu kabul edilemez.
  • En büyük faşizm, iktidarın beden üzerindeki tahakkümüdür.
  • İktidar, gündelik hayatın metaforlarına sinmiştir.
  • İktidar, ona sahip olanı köleleştirir.
  • İktidar, muktedirini köleleştiren yanılsamadır.
  • İktidar, tanrının da esiri olduğu yüceler yücesidir.
  • Tanrının bile zincirlendiği ve özgürlüğünün elinden alındığı tek yer devlettir.
  • Yalnızca gücü olduğundan gücünü kullanan acz içindedir. İktidar, en çok onların efendisidir.
  • Refah, iktidarın toplumu köleleştirmek için verdiği havuçtur. 

Kavramlar
İktidar, biyoiktidar, egemen, güç, güç kullanımı, hukuk, devletin ideolojik aygıtları, ayrımcılık, pozitif ayrımcılık, negatif ayrımcılık, öteki, ötekileştirme, ben ve öteki, biz ve onlar, önyargı, meşrulaştırma, faşizm, eşitlik, özgürlük, adalet, azınlık, hak etme, mağdur, normal, teorisyenler, kalemli tetikçiler, silahlı tetikçiler, oral tetikçiler, aktif uygulayıcılar, güvenlik, risk, kültürel, toplumsal, devletsel risk, grup, üye, kişi, içselleştirme, benimseme, hak görme, hak görüldüğünü kabul etme, normal, tektipleştirme, çerçeveye sığdırma, asimilasyon, tarihsel kimlik, ataerkillik, heteroseksüellik, ahlak – hukuk solidarizmi, tehdit, çoğunluk, azınlık, tektipleştirme, korku, mahrumiyet, üretilmiş dogmalar, fetişleştirilen kurumlar, fetişleştirilen kavramlar, fetişleştirilen isimler, bireysel ve toplumsal inkişaf, ailenin ve devletin inkişafı, tehdit, söylemsel tehdit algıları, korku, suç, sosyal, öteki(ler) ile kültürel, fiziksel mesafe, itirafa zorlama, işbirliğine zorlama, işbirliği için tehdit, realiteyi, egemen söylem için tahrif edici söylemler, görünürlük, resmi ideoloji, tehcir, göçe zorlama, köy boşaltma, gerekçesiz alma, faili ‘meçhul’ infazlar, kontrol, olağandan ya da normalden sapmaya karşı önlemler, uygun görmek, doğru bulmak, normal – içi, normal – dışı, deşifre etme, hedef gösterme, kamu yararı, özel alan, kamusal alan, linç, ideolojik bir araç olarak dil ve söylem, yaygın yargılar, sterotipler, değersizleştirme, toplumsal bilinaçtı, dilsel eğretilemeler, travmatik tarihsel olaylar, ideolojik özdeşleştirmeler (Hıristiyanların misyonerlikle, Çingenelerin hızsızlıkla vb.), gözlenmek, toplumsal gözaltı, tanımlı toplumsal roller, kimlik kontrolü, yasal takip, yasalarda belirsizlik yaratmak, keyfi uygulamalar, dışlanma, dışlanmış kapalı cemaatler, fiziksel şiddet, duygusal şiddet, sosyal şiddet, entelektüel şiddet, dilsel şiddet, hareketsel şiddet, ekonomik şiddet, cinsel şiddet, dinsel şiddet, aile şiddeti, şiddet kültürü, sosyolojik, doz, had, haddini bilmek, sınır, hak, haklı, hakkı olmak, meşru, vurma, dövme, yaralama, tekmeleme, dayak, ‘dayak cennetten çıkma’, terbiye, eğitim, güç, itaat, sözün dinlenmesi, toplumsal cinsiyet, erkeklik, alkolizm, uyuşturucu maddeler, ataerkil toplum, gerekçe, mazeret, hiyerarşi, toplumsal statü, toplumsal rol, eşitsizlik, ayrıcalık, üstünlük, değer, değersizleştirme, istismar, baskı, aşağılama, kovma, tehdit, kaçırma, zarar verme, küçük düş(ür)me, hakaret, kontrol, el koyma, mahrum etme, sindirme, kurban, kıskançlık, şüphecilik, sorgulama, kendini koruma, hayvanilik, iktidar, güç, uygulama, öfke, pişmanlık, hırs, tavır, terör, namus, töre…

Faşizm
Kavramın kökeni Antik Roma yöneticilerinin geniş hükümet yetkisini sembolize eden ucunda balta bulunan bir çubuk demetinin adı olan Latince fasces sözcüğünden ileri gelir. Aynı simge daha sonraları Fransız Devrimi sırasında Aydınlanma anlamında, halkın elindeki devlet gücünü temsil etmek üzere kullanılmıştır. Söz konusu sembol birtakım değişikliklerle 1926 yılından itibaren İtalya’nın resmi devlet sembolü olmuştur. Sembolün üçlü anlamı, yani devlet gücü, halk mülkiyeti ve birliktelik Mussolini’nin propagandasında kullanılmıştır.[1]

İktidar İle İlgili Sözler
  1. “Dünyadaki en büyük yalan devlettir ve bunu da “ben halkın ta kendisiyim” diyerek yapar.” F. Nietzsche
  2. “İktidar daima kendisini meşrulaştıran ve kendi hakikatini kuran bir söylemle birlikte vardır.”  M. Foucault
  3. “Güç, insanlar ve toplumlar üzeri bir kavramdır; onu elinde bulunduran da onun kölesidir.” Perikles
  4. "...iktidar; ne bunu yapacak hakka, ne bilgeliğe, ne de erdeme sahip yaratıklar tarafından gözaltında tutulmak, casus gibi izlenmek, idare edilmek, yasalara bağımlı kılınmak, sayılmak, kaydedilmek, fikir aşılanmak, vaaz verilmek, denetlenmek, hesaplanmak, değer biçilmek, sansür edilmek ve emredilmektir. İktidar her turlu işlemle, her turlu hareketle not edilmek, kayda geçirilmek, sıraya alınmak, değeri belirlenmek, lisans verilmek, yetki verilmek, nasihat edilmek, yasak koyulmak, reformdan geçirilmek, düzeltilmek ve cezalandırılmaktır. İktidar kamu yararı gerekçesiyle ve genel çıkarlar adına yükümlülüğe bağlanmak, yetiştirilmek, soyulmak, sömürülmek, tekellere bağımlı kalmak, zorbalığa maruz kalmak, köşeye sıkıştırılmak, gizemlerle büyülenmek ve yağmalanmaktır; en ufak bir direnişte, ya da yakınma sözcüğü karşısında baskıya uğramak, ceza görmek, azarlanmak, taciz edilmek, takip edilmek, istismara uğramak, sopayla dövülmek, silahsız bırakılmak, hapse atılmak, yargılanmak, mahkûm edilmek, kursuna dizilmek, sürgüne gönderilmek, feda edilmek, satılmak, ihanete uğramaktır; alay edilmek, gülünç duruma düşürülmek, öfkelendirilmek, onursuz bırakılmaktır. İktidar budur, onun adaleti budur, onun ahlaki budur... " Proudhon
  5. “İktidar (power), uyum içinde eylem kabiliyetine tekabül eder. İktidar tek bir kişiye değil gruba aittir ve grup birarada olduğu sürece var olabilir. bir kişi için "iktidarda" derken aslında onun ait olduğu grup-topluluk adına eyleme kudretine sahip olduğundan bahsederiz. Grup ortadan kalktığında kişinin iktidarı da sona erer. Hannah Arendt, Şiddet Üzerine
  6. "Kimsenin bir diğerini baskı altına almasının imkânsız hale gelmesini mi hedefliyorsun? Öyleyse, kimsenin iktidara sahip olmamasını sağlaman gerekir." Bakunin
  7. "İktidar, yozlaşmaya meyillidir, mutlak iktidar mutlaka yozlaşır." Lord Acton

  1. “Adalet, güçlünün işine gelendir.” Thasymakhos
  2. “Yasanın olduğu yerde adaletsizlik vardır.”
  3. “Nomos (yasa), her şeyin kralıdır.” Heredot
  4. “Yasa, bir insanın bir eylemde bulunması veya eylemin sınırlandırılmasının ölçüsü ve kuralıdır; “lex “(yasa), “ligara” (bağlı kılmak) kelimelerinden türetilmiştir ve bir kimsenin eylemlerinden bağlı tutulmasını ifade eder.” Thomas Aquinas
  5. “Hukukun bittiği yerde tiranlık başlar.” John Locke
  6. “Demokrasi, temsili ve çoğulcu karakteri ile seçmene hesap verilmesini, kamu makamlarının hukuka uymak yükümlülüğünü ve adaletin yansız bir şekilde dağıtılmasını da zorunlu kılar. Kimse hukukun üstünde olamaz.” Paris Şartı
  7. “Her toplumda yönetim kimde ise, güçlü odur. Her yönetim, yasaları işine geldiği gibi koyar. Yasaları koyanlar, işlerine gelen şeylerin yönetilenler için de doğru olduğunu söylerler, bundan ayrılanları da yasalara ve doğruluğa aykırı davrandıkları için cezalandırırlar. Doğruluk, güçlünün işine gelendir.” Platon
  8. “İnsanlar, adaletin işlemesi ve şiddetin onun kölesi olması için yasaları (nomoi) oluşturdu.” Euripides
  9. “Daha fazla yasa, daha az adalet demektir.” Cicero
  10. “İktidar, sizi nerenizden yaralıyorsa orası kimliğiniz olur.” Milan Kundera
  11. “İktidar ilişkisi, onay ve rıza ile olanaklıdır.” Lipson
  12. “İktidar, bilgi ve söylem üretir.” Foucault
  13. “Her toplumda ya da toplulukta iktidar vardır. İktidar, bu anlamıyla siyasidir de ama iktidarın varlığı devleti zorunlu kılmaz.”

İktidar nedir?
İktidar, hiyerarşidir. Hiyerarşi, “kutsal erk”tir. En kutsal olan hem kral hem de tanrıdır. Tanrılarsa fanilerden nitelik anlamında da farklıdır. Ruhları yücedir. Ötekileştirme, değer atfetme – değersizleştirme kavramları üzerinden yapılır. İktidar, kurumlaşmak adına toplumsallığın ürettiği iktidar odaklarıyla bir dizi ittifaklar kurar. Kurulan ittifaklarla iktidar, daha da güçlenerek kalıcı hale gelir. İktidar, üretilip nesnelleşme sürecinde kurumsal bir yapı da inşa eder. Bu yapı, kendi içinde bir bürokrasi doğurur. Bürokrasi, bizzat, iktidarın kendisine dönüşür. İktidar, artık emin elerdedir. İktidarın kaynağı ve sahibi değişse bile kendisi asla değişmez. Bürokrasi, iktidarı kullananların kurumsal yapı içinde ihtiyaç duyduğu hizmetleri üreten dokunulmazlığı olan ve her gelenin şiddetle ihtiyaç duyduğu profesyonel memurlar ya da Osmanlı’daki adıyla “kapıkulu”dur. İktidar ya da güç, bizzat hiyerarşinin kendisindedir. İlkel toplumlardaki kırılma, hiyerarşinin oluşmasıyla başlamıştır denebilir.

“İktidardan, belli bir devlet içinde yurttaşların uyrukluğunu güvence altına alan aygıtlar ve kurumlar bütünü olarak “iktidar”ı kastetmiyorum. İktidardan, şiddete karşılık olmak üzere kural biçimi alan bir boyun eğdirme tarzını da kastetmiyorum. Son olarak da, bir unsur ya da bir küme tarafından bir başkası üzerinde uygulanan ve etkileri art arda yayılarak tüm sosyal bütüne dağılan genel bir hâkimiyet sistemini kastetmiyorum. İktidar çerçevesinde bir inceleme, başlangıç verileri olarak Devlet egemenliğini, yasa biçimini ya da bir hakimiyetin, global birliğini öne sürmemelidir; bunlar iktidarın daha çok nihai biçimleridir. İktidar deyince anlaşılması gereken, her şeyden önce, üstünde devindikleri alana içkin ve böylece ortaya çıkan düzenlemenin kurucuları olan güç ilişkilerinin çeşitliliği; bitmek tükenmek bilmeyen kavga ve çatışmalarla bu güç ilişkilerini dönüştüren, güçlendiren, tersine çeviren oyun; söz konusu güç ilişkilerinin bir sistem ya da zincir oluşturacak biçimde birbirlerinden aldıkları destekler ya da tam tersine, onları birbirinden tecrit eden sapmalar, çelişkileri nihai olarak da bu güç ilişkilerinin içlerinde uygulandıkları stratejiler, ki kurumsal billurlaşma ya da genel tasarımları, devlet aygıtlarında, yasanın dile getirilmesinde, sosyal hegemonyalarda biçimlenir. Kuskusuz nominalist (adcı) olmak gerekir: iktidar bir kurum değildir, iktidar bir yapı değildir, iktidar bazılarının sahip olduğu bir güç değildir: iktidar belli bir toplum içinde, karmaşık bir stratejik konuma verilen addır…” (Foucault)

Bilgi ve İktidar
Bilgi ile iktidar(ve güç) arasında uzamsal bir yakınlaşma söz konusudur. Bunun nedenleri, bilginin gücü elde etmeye ve onu sürdürmeye yardım etmesi, bilginin gücü desteklemesi, ifşa edilen bilginin gücü meşrulaştırması, siyasal iktidara dayanak sağlamasıdır. Tersinden okunduğunda güç kavramı da bilgiye ihtiyaç duyar. Güç, bilginin birikimini ve dağıtımını kontrol etmeye çalışır. (Meusburber)


Bilginin doğruluğu gerçeklikten çok verili bilimsel disiplin içinde sağladığı tutarlılıkla ölçülmektedir. Galileo, dünyanın kendi ekseni çevresinde döndüğünü söylediğinde, bugün basit bir gerçek olarak kabul edilen bu önerme, o dönemde hem kilise yanlısı bilim adamları tarafından çürütülmeye çalışılmış hem de Galileo yargılanmıştı. Çünkü Galileo ile sarsılan eski bir teori değil, dünyanın düz bir tepsi gibi olduğu öncülüne dayanarak feodal dönemin eşitsiz yapısını haklılaştıran varlık zinciri öğretisinin ve bu öğreti üzerine kurulu kilisenin sarsılması idi. Buradan çıkan sonuç, bilginin fizik alanından çıkıp toplumsal bir yaygınlık kazanmasının, iktidar kurucu ve çözücü olması toplumda karşılığı olmasına bağlıdır (Popper, 2000).


Bilginin yayılımı, iktidarın paylaşılması sonucunu doğurur. Ortaçağda kilise güçlüdür çünkü bilgi manastırlardadır; halk, göreli olarak bilgiden uzaktır ama matbaa ile birlikte bilgiye geniş kitleler de ulaşabilir; bu, kilisenin ya da papazların toplum üzerindeki iktidarının da azalmasına neden olur.


Bilmek, konuya müdahil olmaktır. Bir şeyin bilinmesi, kontrolün birden çok kişinin tasarrufuna geçmesi demektir.


“Her malumat (veri), aynı zamanda bir talimattır.” (Cangızbay)


Sanayileşmeyle birlikte bilginin gerçekleştirilebilirliğinin –teknik- artması, onun iktidar aracı olma özelliğini güçlendirir.


Bilgi, dünyayı yeniden kurmanın bir aracıdır. Bilgi iktidara içkindir. Foucault’un dediği gibi “iktidar bilgi ve söylem üretir.” Bilgi, iktidarın hizmetindedir. Kapitalizm ile birlikte bunun araçları, kurumları vb. kurumlaşır.


Akıl ve İktidar
Akıl, toplumsal çevreyle sürekli etkileşim içerisinde gelişir ve insanın yaşadığı doğal ve sosyal çevreye uyumunu sağlar. Akıl bu kurumlar üzerinde işleyen ve onu değiştiren bir şey olduğu kadar, varlığı onların içinde gelişen ve kendisinin yaratmadığı bir sosyal çevrenin ürünüdür de (Hayek). Kısaca, aklın, toplumun dışında duran kurucu bir öğe olarak kabul edilmesi, toplumun insan tarafından değiştirilebileceğini varsaydığından bireyleri, ideal bir toplum için araçsallaştırmaya yol açarak özgürlüklerini sınırlar.


Descartes ile birlikte akıl, toplumsal yaşamı düzenlemede, yönetmede referans alınan aşkın bir kaynağa dönüşmüştür.


Modernizm, özgürlük ile disiplini (tek akılı) birlikte üretir. Özgürlüğü kaşıkla verirken kepçeyle geri alır. En tipik örneği örgün eğitim, hastane, hapishane vb. kurumlardır. Bu kurumlardaki “panopticon”nun varlığıdır.


Modernizm, tek akıl ile özdeşleştirilir. Modernleşme batı aklının kurumlaşmasıdır. Oysa 20. y.y.daki deneyimler, tek akılın özellikle fizikte atom altı evrende yapılan çalışmalar nedeniyle sarsılmış ve günümüzde post-modern söylemler varlık kazanmıştır. Öznenin özne olarak kuruluşu, homojen bir ontolojinin inşası, bilincin bütünsellik gösterdiği varsayımı üzerine kuruludur. Oysa Freud ve Lacan, yaptıkları çalışmalar ile bilincin tek boyutlu olmadığını vurgulayarak bilincin katmanlarını göstermişlerdir. Post-modernizm, bilincin yarılmasında da kendini gösteren bir kavrayış ya da yeni türden bir gerçeklik algısıdır.

İktidar ve Kolektif Bilinç
Kolektif öznenin yadsınması, Freud’dan Lacan’a önce öznenin, bilinç –dışı etkenlerin etkisinde olduğunun, bilincin kendi içinde homojen olmadığının sonra öznenin kendi bilinci üzerinde tam hakimiyet kuramayacağının vurgulanması, modernizmin kendi iradesine sahip birey ile bireyin aklını her şeyin ölçüsü yapan anlayışı sarsılmıştır. Sausser’ün “dilsel gösterge, gösterilen açısından gerekçelendirilmiş değildir, yani işaret ettiği kavramın ne olduğu esas alınarak düzenlenmemiştir; gösterge, gösterilen karşısında keyfi (arbitraire)dir”

İktidar ve Dil
İktidar, özneyi dile ve toplumsallığa hapseder. Örnek: fahişe. Bir fahişeyi nasıl anlatabilirsin? Fahişe sözcüğünde değer hiyerarşisi söz konusudur. Özne, bu çerçeveye sıkıştırılır. Öznenin dili, onun bilinciyse, bilinci dilden koparılamazsa özne dile hapsolmuş hapsolmuş, dil ya da toplumsallık tarafından özneliği alınmış bir tutsaktır. Dil, toplumsallığın ürettiği iktidarın bir tür cellâttır. İktidar, insanı bir toplumsallık içinde kabul eder. Dili öğrenme süreci, bilinç varlığı olarak özneleşme sürecidir de. İnsanın toplumsal bilinç tarafından bir özne olarak inşasında ideolojik bir araçtır dil.


Dile hapsolmadan belli bir olgu ya da probleme yaklaşmak olanaklı mıdır? Fahişeyi, bu kavramsal çerçeve ile anlatabilir misiniz? Nasıl?
İktidarın dil, din, ilişki, zaman (üretilmiş bir olgu olarak zaman) ile ilişkisi nedir?
İktidar, toplumsallık tarafından üretilen dillerde nesnelleşir. Dil, ilişkilerin de ahlaksallığın da düşünme biçiminin de düşüncenin özünün de belirleyicisidir. Dil, ancak zaman ve mekan içinde varlık kazanabilir.

İktidar ve Dile Hapsolmuş Özne
Fahişeyi, iktidar ilişkilerine hapsolmadan nasıl anlatabiliriz? Mesela “seks işçisi” deyimi ya da kavramı ötekileştirmenin ürettiği aşağılamayı tolere edebilir mi? Dil ile oynandığında düşünceler ve gerçeklik değişebilir mi? Değişirse nasıl ve ne ölçüde gerçekleşir? Bu noktada M. Heidegger’in “Dil, varlığın evidir” sözünün anlamı ne olabilir? Wittgeinstein’ın “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır” sözü hangi bağlamda değerlendirilebilir? “Her dil dünyayı ayrı böler” sözü ile “dünyanın egemen söylem tarafından üretilen bir varlık alanı olduğu” bilgisi birlikte düşünüldüğünde iktidara dair ne tür yargılara ulaşılabilir? İktidardan söz ederken aslında Foucaultvari biçimde söylemden mi söz edilmektedir? İktidarın eleştirisi, söylemin ve de facto dilin eleştirisi değil midir? Ve elbette o dili “tercih” edenlerin eleştirisi de değil midir?


Dil ile düşünce, düşünce ile gerçeklik ve sonuç olarak dil ile gerçeklik (Bir dil öldüğü vakit o dilin gösterdiği varlıklar da yok olmaktadır; çünkü diğer dillere mensup olanlar o dilin yarattığı gerçeklik alanını göremezler.) birbirinden ayrılamıyorsa, insan, içine doğduğu toplumsallık tarafından özneleştirilme sürecinde bir iktidarın ve/veya ideolojinin ideolojik bir aygıtına mı dönüşmektedir? Eğitim olgusu ve eğitim fakültelerinde eğitim kavramının tanımı “bireyde istendik davranışlar geliştirme süreci” ile anarşizmin, insanın özgürlük alanını daraltan ve kendine özgü bir gerçekliği egemen söylemin katalizörü ile kurmasının eleştirisinden nerelere gidilebilir? İktidarın kavramsal, söylemsel analizi ve ardından yapılan kritiği, bizi, kaçınılmazcasına neden anarşizme götürür?


Siz - sen ilişkisinde nesnelleşen iktidar, özneleri çizdiği normlara sıkıştırıp öznelerin özneliklerini tahrif eder ya da bir anlamda özneleri tekbiçimleştirir. Bu ilişki kalıbını çoğaltmak olanaklıdır. Aktörleri ya da özneleri ya da tarafları değişse de olgu ya da resim aynı kalmaktadır: ilişki ve taraflar. İlişki, her ne ilişkisi olursa olsun toplumsallık tarafından üretilen iktidarın söylemince belirlenmekte. İnsanın, özneleşme sürecinde bir bilinç varlığı olarak inşası egemen söylemin marifeti ise, insan, bir özne olarak var olduğu ilişkide iktidarın söyleminin icracısı (İcra, burada hem yerine getiren, uygulayan hem de hukuktaki o uygulamayı yapan kişi ya da kurum olarak düşünülmelidir.) değil midir?


Öznenin, tanımlı ilişkide bir bilinç varlığı olarak belli türden bir sıfatı ve o sıfata yüklenen –upload- dilselliği kullanması, önceden kurulmuş bir iktidar ilişkisi içinde olduğunu göstermez mi? Kaldı ki özne, tıpkı bir virüs gibi, içine girdiği ilişki ve yüklenicilerinde hayat bulur. Bir başka deyişle kuvveden fiile geçer. İktidar, oradadır. O, bitlenip kanlanmasını önce toplumsallığa, ardından dile ve dilin ürettiği söyleme ve en sonunda da bunları içinde barındıran doğanın alternatifi olan hayata borçludur. İktidara dokunamayız, onu göremeyiz ama söylemi, bir bilinç olarak taşırız. O, bizimle var olur ve bilinç de ancak onunla.


İktidar, dilde nesnelleşir. Kendini gösterdiği yer, dildir. Dilse, iletişimin olanağıdır.
İleti-ş-mek, iktidar ilişkisi içinde olmaktır da. Dile sinip olguyu belirleyen hiyerarşideki iktidarın, insanların onay ve rızasına (aslında bir anlamda zaafları, zayıflıkları, ihtiyaçları) ihtiyaç duyması, onunla varolabilmesi, varlık koşulunun bir anlamda güçsüzlük olduğunun kanıtıdır.


İktidar, eşitsizlikten doğar ve taraflardan birinin güçsüzlüğü üzerine basarak yol alır. İktidar, geometrik biçimde güçlenir: bir ağacın dalları gibi uzadıkça araçları artar ve güçlenir; aynı zamanda uygulama alanlarının genişliği, onun hayata kök salması ile doğru orantılıdır. Bilgi, iktidara içkindir. Hayat, doğanın yerine bilgiyi üretmiştir. Bilgiyi kim üretiyorsa gerçekliği de o belirler; egemen olan da odur. Bilgi, insan doğasını bilinçdışına atar, boşluğu, ancak üretilmiş bir gerçeklikle doldurabilir, bu da teoridir.


Hayat, özü gereği şizoiddir ve asla tekil bir yapıya sahip değildir; çünkü doğa ile teoriler ve kavramlar çatışırlar, arada ezilen özne, eline tutuşturulan akıl –ki o da engeldir- ile avunur. İnsan, doğanın egemenliği altından çıkıp farklı egemenliklerin altına girer. İnsanın iktidar ile olan ilişkisi, boyun eğmesi, hayatta kalmak ihtiyacındandır da. İktidar, Perikles örneğinde olduğu gibi nesnelleşmiş bir kimliğe sahiptir. İktidardaki rıza ve onay, Hobbesvavi bir egoizme de dayanır. O, öylesine hayata ve bilincin katmanlarına nüfuz eder ki hayat ya a bilinç, artık nesnelleşmiş iktidara dönüşürler.

İktidar ve Yeni Tanrımız Piyasa
Piyasa herkesin eşit olarak katıldığı, beceri ve şans içeren belli kurallara göre oynanan ama sonucu önceden ön görülemeyen bir oyun olarak kabul edilmektedir. Yarışmaya katılan ve birbirlerini tanımayan oyuncular, ancak kendi amaçları doğrultusunda kısmi bilgiye sahiptirler. Milyonlarca oyuncu arasında dağılmış kısmi bilgiler tek bir kişi veya bir gurup tarafından toplanamaz. Ancak bilgi akışını sağlayan fiyat mekanizması sayesinde, oyuncular, başkalarının görünmeyen gereksinmelerini karşılamak üzere sahip oldukları bilgiyi kullanırlar(Hayek) Rekabet, bilgilerin en üst düzeyde kullanılmasını sağlayarak verimliliğin yükselmesini sağlar. Dışarıdan oyuna yapılan her türlü müdahale, ortak iyi adına bir amaçlar hiyerarşisi kuran bir devlet ortaya çıkarır ve bireyi bu hiyerarşi doğrultusunda belirler. Bireylerin ekonomik tercihlerinin(iş ya da ürün) sınırlanması durumunda bu sınırlama yaşamın diğer alanlarını da belirler. Devletin, toplumda tüm kaynaklara sahip olması dağılımı da merkezi idarenin inisiyatifine bırakır. Zamanla toplum “kölelik yolu”nda gitmeye başlar(Hayek). Piyasa, kendiliğinden doğan bir düzen olduğu için bilinçli bir tasarımın sonucu değildir. Bu yüzden, herkesin şansını artırdığından dolayı oynanan bu oyunun sonucunda ortaya çıkan fakirlik, zenginlik gibi özgül dağılımların da ahlaki bir değerlendirilmesi yapılamaz. Çünkü sonuçlar herkes için geçerli kurallar altında oynanan, herkese eşit davranılan bir oyunda elde edilmiştir. Böylece toplumda var olan eşitsizlikler, bireyin oyunu iyi oynayamamasına bağlanarak oyunun kuralları eleştiri dışında bırakılmıştır.


Eşitlikten kasıt, oyuna (piyasaya) herkesin katılabilmesi, özgürlükten kastı da bu oyunun (piyasanın) kurallarının oyuna katılan herkese uygulanması yoluyla bireyin, bu kuralların izin verdiği ölçüde davranabilmesidir (Hayek). Teknolojik araçlar aracılığıyla egemen aktörler, oyuna herkesin eşit biçimde başlamadığı gerçeğinden insanları uzak tutmakta, var olan yoksulluk, şiddet, yoksunluk, çevre felaketlerinden kapitalizmi soyutlar.

İktidar ve Toplumların ‘Evrimi’
1- Farklılaşmamış ya da asgari düzeyde farklılaşmış siyasi iktidarlı toplumlar. Yaygın iktidar, toplumsal denetim aracısız sağlanır.
2- Farklılaşmış ve kutsallaşmış siyasi iktidarlı toplumlar. Toplumun önderi vardır ve önder, yasayı söyleme hakkına sahiptir.
3- Farklılaşmış ve kişiselleşmiş (kral-devlet) ya da kurumsallaşmış (ulus-devlet) siyasi iktidarlı toplumlardır.

İktidar ve Bilgi – Tapınma
“Denetleyemediği doğal ve toplumsal güçler bir yöneticiye benzetildikten sonra karsısında boyun eğmekten, yalvarmaktan, yakarmaktan elinden başka bir şey gelmeyen kişi yasamı, yazgısı ile ilgili doğal ve toplumsal güçleri temsil eden tanrılara, ya da egemen toplumun tanrılaştırılmış totemlerine de yalvarıp, yakarıp tapınacaktır. Tapınma kavramının da tamamlanmasıyla, doğanın ve insanların yazgısını elinde tutan, yaratıcı, yok edici tanrı ya da tanrılar düşüncesi klasik biçimine ulaştırılacaktır.”[2]

İktidar ve Din
Ana Tanrıça gücünü doğadan alır, fakat insan doğaya karsı daha fazla etki sahibi olmaya başladıkça, Ana Tanrıça’da kutsallaşan kadının doğal hayat verme gücü, yerini akıl gücüyle üretme gücüne bırakır ve bu güçte erkekler tarafından sahiplenilir.[3]


Katolik papazlar için evlilik yasak ortodokslar içinde serbestler. Katolik kilisesi, papazlara evlilik izni verirse doğan çocuklar, mülkiyet yani toprak üzerinde hak iddia ederler; bu, kilisenin gücünün azalması sonucunu doğudur bu da iktidarının sonudur. Buna izin verilmez. İktidar, birtakım araçlar kullanarak bekasını sağlamak eğilimindedir.

İktidar ve Popüler Kültür
Özellikle 1980’lerle birlikte politika(ya), gündelik yaşam alanı bıraktırılır ya da politika yeni dinamiklerin de etkisiyle gündelik hayatın dışına itilir. Doğan boşluk, 1950’li yıllardan beri etkisi artarak güçlenen pop kültür tarafından doldurulur. Apolitik ve özellikle entelektüel çevrelerce değersiz bulunan pop kültür, ‘apolitik’ olup iktidarı yok sayarak ve aslında kendi iktidarını yaratıp alt kültür olarak kitle kültürünü belirlemektedir; hatta kitle kültürünün yerine geçtiği dahi söylenebilir. Nazan Öncel’in “Sokarım politikana” adlı şarkısını bu bağlamda da düşünülebilir.

İktidar ve Otorite
“En genel biçimiyle ifade etmek gerekirse otoritenin, iktidar koşullarını yorumlama, bir güç imgesi tanımlamak suretiyle denetim ve nüfuz koşullarına bir anlam verme çabası olduğu söylenebilir.” (Sennett)


Toplum, düşüncesinde var olan kemikleşmiş otorite imgelerinin iktidarını çok daha kolay kabul eder. Ve bu otorite imgeleri de içinde bulundukları toplumun yapısından etkilenirler. (Millet)

İktidar ve Toplumsal Cinsiyet
“İktidar erkektir.” savının temelinde yatan düşünce, erkeklerin doğaları gereği dinsel ve siyasal alanda hâkim olmaya yani iktidar sahibi olmaya kadınlara oranla daha yatkın oldukları değil, bu alanlarda hâkim olan erkeğin iktidarı erkeksi bir alan olarak kurgulandırmış olmasıdır. İste bu yüzden siyasi iktidarı belirleyen bir cinsellik değil, cinselliği belirleyen bir siyasi iktidar ilişkisi vardır.[4]

İktidar ve Özne
Görünürdeki iktidar öznesi, asıl iktidar mıdır? Mesela okulda öğretmen, hastanede doktor, mağazada müşteri temsilcisi vb. Öğretmen, sınıfta uygulayıcı güçtür. Kimi, nasıl ne için temsil etmektedir? İktidar, uygulayıcı öznenin dışında bir kimlik taşır mı? Taşırsa, nesnel bir varlığa mı sahiptir?


Doktor – hasta / ebeveyn – çocuk / arkadaş – arkadaş vb.
İlişkinin tarafları toplumsal – dilsel anlamda tanımlanmıştır. “hasta”, “hastalık”, “doktor”, “hastane ya da muayene” vb. kavramları, ideolojik güç, kategorilere bölerek sınırları belirler.

İktidar ve Hukuk
İktidarın görünürlük kazandığı ilişki ortadan kalkarsa iktidar da ortadan kalkar ya da sona erer. Yeni bir olgunun zuhur etmesi durumunda hukukun –iktidarın- bunu yapılandırmak istemesi, kendini ilişkiler üzerinden realize edebilmesidir.

İktidar ve İlişki
İlişki, antropolojik değil ama sosyolojik anlamda hiyerarşi doğurur; bu öğrenilmişlikle –iktidarın hukuksal anlamda çizdiği sınırlarla belirlediği ilişki ortamı- itaat eden ve edilen ilişkisi kurumlaşır. İnsan, içinde bulunduğu ilişki ortamlarına göre cıva gibi akışkan olan ve soygaz olmayan bir gazdır. İktidarsız ilişki soygazdır; diğerleri, saf olmadıkları için karışırlar ve dejenere olurlar.

İktidar ve Makro – Mikro İktidar(lar) Diyalektiği
İktidar, aile, okul, din vb. ilişki ortamlarını makro anlamda birbiriyle ilişkilendirir. Bu, onun varlık nedenidir. Makro yapıyı, mikro iktidarlar; mikro iktidarları da makro iktidar belirler, dönüştürür. İktidarın mikro tarafları arasında diyalektik bir ilişki vardır.

İktidar ve Biyoiktidar
İnsanın biyolojik saatinden çıkıp antropolojik ve ardından sosyolojik saatin altına girmesi, onu de facto iktidar ilişkilerinin içine itmiştir. Biyolojik saatin yitirilmesi, bireyin, bir tür biyoiktidar altına ya da biyoiktidarın güdümüne girmesidir. İktidar ilişkileri içinde olmak, insan için zorunlu bir ihtiyaca mı dönüşmüştür?

İktidar ve Kişiler Arası İlişkilerde İktidar
İki kişi arasındaki iktidar, bir kişinin iradesinin diğer kişininkine üstün olmasına dayanır. (Sennett)
Bir tarafın öteki taraftan daha fazla avantaj sağlayacağı, ama avantajsız durumda olanın da değiş-tokuştan yüzde yüz zararlı çıkmayacağı eşitsiz bir güç ilişkisi. (Akal)
Lipson’e göre iktidar ilişkisinde, onayın, rızanın önemi vurgulanır. Güç tek taraflı olarak var olabilir ancak iktidar için karsı tarafın onayı, rızası gereklidir. Güce rızanın eklenmesi, gücün modern anlamda meşruiyet kazanması olarak görülmektedir.
Bir grup başka bir grubu yönetiyorsa aradaki ilişki politiktir. Bu tarz düzenlemeler belli bir süre devam ettirilirse bir ideoloji geliştirirler (feodalizm, ırkçılık vb.). Bütün tarihi uygarlıklar patriarkilerdir ve ideolojileri erkek üstünlüğüdür.(Millet)
Yerleşik hayata geçişle belirginleşen işbölümü, kadın – erkek arasındaki hiyerarşinin nedeni olamaz. Zaman zaman kadının yaptığı işler, göreli olarak daha anlamlı, önemli bulunmuştur. İşlere yüklediğimiz anlamlar tarihsel, sosyolojiktir. Tarihte, sıklıkla rastladığımız kadının toplumsal anlamda düşük statüsü, doğal işbölümünün bir ürünü değildir.

İktidar ve Kavramsal – Kuramsal İktidar
Her kavram ve kuram, bir iktidar ağına bağlıdır. Yaşamı ve evreni anlamak adına çerçeveler sunar. Bu anlamda kendi ontolojisi yaratır. Düşünen her özne –belli birtakım kavramlara ve kuramsal çerçeveye göre düşüneceği için- kuram(lar)a yani iktidar(lar)a hizmet eder. İktidar, öznenin diline, bilincine sinmiş, ona içkindir. İnsanın özneliğinden arındırılması, iktidarın tahakkümünden de arındırılmasıdır. İnsan, bir özne olarak inşa edilmiş yapay bir ontolojiye sahiptir. Özne, bilgi ve söylem üreten iktidarın ürünü müdür? Eğitim ve diğer toplumsal kurumlar, insanı bir özne olarak üretmede ideolojik araçlar mıdır?

İktidar ve Kavramsal – Kuramsal Özne
Her ilişkinin dayanağı olan kavramsal – kuramsal bir çerçeve vardır. İster zihni ister fiili olsun o kuramla düşünen özneler, onun evrende ya da hayatta hareket etmesi için dişlilerine ya da çarkına bir diş ekler. İlişki ağına giren insan artık bir öznedir ve artık her özne bir diştir. Her öznenin katılmasıyla çarkın çapı da artar; yayılır, düşünme ortamını doldurur. Her biri, özü gereği bir iddia, doğa karşısında bir alternatif ontoloji ya da gerçeklik üretme iddiasında olduğu için her kavram, birbirinin doğaya karşı savaşında muhaliftir. Aslında üçlü bir ilişki vardır: bir yerde doğa diğer tarafta kavramlar – kuramlar. Kuramlar, hem doğa hem de birbirleriyle mücadele etmek zorundadırlar. Çapı genişleyen çark, öznelerin çarktan atılmalarına, dişlilerin kırılmasına aldırmaz; ezer onu. Çark büyüdükçe, dişli sayısı artar ve diş eti incelir. Bu, o özneye olan bağımlılığının göreli olarak azalmasıdır. Böylece çarkın kırılganlığı da artar. Kırılan dişlinin yeri, sürekli insandan üretilen özneler ve/veya özneden özneye dönüştürülenlerce doldurulur. Bu, çarkın işlemesinin, paradoksal bir yapıda olduğunu gösterir. Çark, bir olgu olarak varlığını muhafaza eder. Onun işlemesi, öznelerce üretilecek yeni bir çark ile olanaklıdır. Buna bir anlamda paradigma da denebilir. Mevcudun öznelerini dönüştürerek kendi gerçekliğine entegre eder, kitlesellik kazanır ve güçlenir. Çapını büyütür dişlilerin sayısına bağlı olarak. Bir çark, dişlileri olduğu sürece hayatın içinde diğer çarklarla ilişkisini sürdürebilir ve sürekli yapılandırılan hayatın seyrinde etkili olabilir. Çark yok çarklar vardır. Çarkların ortadan kalması ise olanaksızdır en azından bir çark tarafından ortadan kaldırılması olanaksızdır. Ancak, insan ya da henüz özneye dönüştürülmemiş insanın üreteceği bir modelle olanaklıdır. Bu bakış, ona bir tür mutlaklık ve fetişlik de atfetmekte. Nedeni, onun nesnelleşmesidir.

İktidar ve Son / Başlangıç
Çerçeve, iktidar yani makro kuram içinde kalındıkça bellidir. İktidar, öznenin her nefesiyle büyür. Onu ortadan kaldırmaya yönelik her girişimle daha da büyür. O, ancak kendi kendini ya da ebedi muhalifi olan doğa tarafından alt edilip ortadan kaldırılabilir.


Şiddet Sorunsalı

İktidara İçkin Olarak Şiddet
Şiddet, iktidara içkindir. İktidar hiyerarşiye. Şiddet, dile hapsolmuş öznelerin kavrayışındadır. Şiddet, dile hapsolmuş öznenin bir olgu durumunu rasyonel biçimde analiz etmesi sonucu iradi olarak –tam bir rasyonalite içinde- uyguladığı ve taraflarca ‘meşru’ görülen bir olgudur. İktidara ve onun uzantısı olan ideolojik araçlara rıza gösteren, boyun eğen özne, kendine uygulanan şiddeti örtük biçimde onaylamaktadır. Bu olguya en çok şiddetli şiddet gören kadınlarda ve ergenlerde rastlanır. Çünkü kadın, şiddet görse de bir erkeğin koruyucusu tarafından “sahipli” biçimde yaşamaktan feragat etmemekte. Bir tür “maliyet fayda” analizi ile gördüğü şiddete izin vermekte, hatta bunu onaylamaktadır.

Şiddet ve Zavallılık
Şiddet, şiddeti uygulayanın zavallı olduğunun alalanmasıdır. Bu, en çok erkeğin kıskançlık ya da bir başka nedenden ötürü kadına uyguladığı şiddette görülebilir. Şiddet, güç ile uygulanan ama güçsüzlüğü ifade eden bir olgudur.

Şiddette Onur Sorunsalı
Acı vermeyen şiddet olanaklı mıdır? Şiddet ve acı (ruhsal – bedensel) ayrılabilir mi? Şiddeti, neden insanın onuruna yönelik bir eylem olarak anlamak eğilimindeyizdir? Burada onurdan anlaşılan nedir? Onuru zedelenen aslında şiddeti uygulayan değil midir? (İ. Kuçuradi) Şiddet gören, şiddet görmeyi tercih etmemiştir ama şiddeti uygulayan “cellat” statüsünde de olsa şiddet(i) uygulamayı tercih eder. Aslında asıl şiddet, şiddet uygulamayı seçenin iradesi üzerinde varlık kazanan devletin ideolojik bir aygıtın uygulayıcıyı nesneleştirip şiddet olgusunun şiddeti uyguladığı kişinin bedeni ve/veya ruhunda nesnelleşmesidir.

Şiddetin Kaynağı Olarak Toplumsal Bilinç
Şiddet uygulayan otorite (anne – baba, öğretmen, komutan vb.) yasaların ve toplumun kendine verdiği “imkan”ı hayata geçirir. Aslında bir anlamda uygulayıcısıdır. Şiddeti üreten toplumsal bilinçtir. Şiddetle mücadele, kişilere değil toplumsal bilince yönelik olunca anlamlıdır. Şiddet, bireyin özneleşme ya da kişileşme sürecinde bilinç varlığına dönüşen ve iktidarca giydirilen kişinin bilincine sinmiştir. Şiddet, bu anlamda sosyolojik, kültürel bir olgudur da.

Şiddetin ‘Meşruiyet’ Kaynağı
Şiddet, düzenin bekaası için meşru görülür. Şiddet gören, olguyu içselleştirmiştir; bir anlamda rıza gösterir.

Bir Şiddet Aracı Olarak Eğitim
Eğitimin ve toplumun diğer kurumlarının şiddeti bir araç olarak kullandığı dönemler olmuştur ve halen çeşitli yerlerde kullanılmaktadır. Günümüzde fiziksel şiddet, göreli olarak sona ermiş yani okullarda, evlerde ve kışlada) ama akademik şiddet, dozu aratarak devam etmektedir. Eğitim, iktidarın önemli bir ideolojik aracı olarak çerçevesi içine soktuğu özneleri her zaman eğip bükmüştür. Bugün, zeitgeist’ın da etkisi ile görünen şiddet değil ama görünmez şiddet tüm alanı kaplamaktadır.

Şiddet İhtiyaca Dönüşbilir Mi?
Şiddeti, iktidardan, iktidarı devletin ideolojik aygıtlarından ayıramayız. Eğitim şiddeti, hayatı her alanda tanımlayarak bireyi kuşatır. Şiddet, öğrenilir. Maruz kalınan şiddet, bir süre sonra ihtiyaca dönüşür. Örnek: Stres bağımlılığı ve Serol Teber’in Politik Psikoloji Notları adlı kitabında işlediği Nazilerin askeri kışlalarında uyguladıkları eğitimler ile ilgili analizeri.

Uyarılma Sorunu Olarak Şiddet
Günümüz modern insanı, her anlamda aşırı uyarılmalar (görsel, işitsel, beslenme, etkinlik vb.) yaşamaktadır; bu, bireyi bedensel ve ruhsal anlamda yeniden inşa edip yapılandırmaktadır.

Uyarılma – Aşırı uyarılma = Şiddet!

İktidar Geliştirme Aracı Olarak Şiddet
Şiddet, bireye, belli nesne ya da canlı üzerinde iktidar geliştirmesi ve uygulamasının temel araçlarından biridir.

Şiddet, Ruhu Arındırabilir Mi?
Şiddet içeren filmler ve oyunların bir fantezinin ötesinde toplumda karşılık bulur. Bu olgu, şiddetin, insanın varoluşunda ya da naturasındaki şiddete olan eğilimini okşamasına bağlanabilir. İnsan, toplumca kabul edilebilir mecralara şiddete olan eğilimini akıtır. Bir tür bireysel ve toplumsal arınmadır (katharsis).

Söylemde ve Eylemde Şiddet
Şiddeti rasyonel biçimde kritik ederiz. Üretiğimiz söylem, sıklıkla şiddetin “kötü” bir şey olduğudur. Oysa eylemde ya da davranışta belli türden somut bir durum ile karşılaşıldığında bir model ya da çözüm olarak şiddete sarılıldığına tanık oluruz.

Bir İletişim Yolu Olarak Şiddet
Şiddet, bir iletişim yoludur. Taraflar, iletişir. Şiddet, şiddete taraf olanların şiddet(in) diline vakıf olduğu varsayımından hareket eder. Bir iletişim dili olarak şiddeti bilmeyen ya da kültürel olarak bunu yaşamamış birine uygulanan şiddet, amacına ulaşabilir mi?

Şiddet Diline Karşı Özel Bir Tavır
Hz. İsa, stoacılıktan Hıristiyanlık ahlakına evrilen ahlak anlayışını “size tokat atana öbür yanağınızı çevirin” diye dillendirir. Bu sözde görünürlük kazanan ahlak anlayışı, şiddetin dilini kabul etmez. Şiddete, kendi dilinde yanıt vermeyerek şiddete son verir. Şiddetin ne denli güçlü olursa olsun hiçbir şekilde şiddet ile sona erdirildiğine tanık olunmamıştır. Şiddette ısrar edilmesi, soruna gösterilen tepkilerin onur ile ilişkilendirilmesidir. Şiddet, taraflar, şiddet dilini kullandığı sürece devam edebilir.

Benlik Bütünlüğü Bağlamında Oto-şiddet
Oto-şiddet olarak adlandırılabilecek ve kişinin kendi kendine uyguladığı şiddetten de söz edilebilir. Kişinin kendi kendiyle olan ilişkisinde kendine dair algıları etkilidir. Kişi, kendine merhamet göstermeyerek şiddeti(ni) körükler. Bu, şizofrenik bir hal de olsa kişinin benlik bütünlüğünü zedelemez, bilakis güçlendirir. Bu, kişinin kendi benliğindeki güçler arasındaki hiyerarşik yapılanmanın bir tiran tarafından düzene sokulması olarak da anlaşılabilir.

Şiddet, Doğasallığın Tezahürü Müdür?
Hayvanların kendilerini koruması ile şiddet farklı kategorilerde değerlendirilebilir. Şiddet, insanın içindeki doğasallığın tezahürüdür. Ataklar şeklinde kendini gösterir. Sonuç olarak genellikle şiddet, kişinin rızasıyla olanaklıdır. Kişinin, sürece iradi olarak müdahale edemediği örnekler de vardır. Bu tür örneklerde kişi, vicdanen kendini suçlamaz, hatta maruz kaldığı şiddet, iradi bir varlık olarak güçlenmesini de sağlayabilir. Siyasi şiddetlerde ve aile içi şiddetlere yaşanan sıklıkla bu tür bir olgudur.

Şiddet, Öfkeyle Zehirlenmiş Ruhun Afyonu Mudur?
Şiddet, kaçınılmaz mıdır? Tarafları karşı karşıya getiren sorun her ne olursa olsun insan şiddetten kaçınabilir. Şiddet, sorunları çözümlemediği gibi daha da derinleştirir; çünkü direkt onur ile ilişkilendirilir; bu, öfkeye, kine dönüşür ve ruhun kirlenmesine neden olur. Ruh, arınmak için şiddete ihtiyaç duyar. Öfkeyle zehirlenmiş ruhun afyonu şiddettir. 

veli metin, mart, 2011, bahçeşehir, istanbul


[1] http://tr.wikipedia.org/wiki/Faşizm, Erişim: 20 Şubat 2011
[2] A. Senel, Siyasal Düsünceler Tarihi, Ankara, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1982, s. 73.

[3] İktidar ve Kadın, Yüksek Lisans Tezi, Büke Koyuncu Güçbilmez, s. 32

[4] İktidar ve Kadın, Yüksek Lisans Tezi, Büke Koyuncu Güçbilmez, s. 37

18 Mayıs 2012 Cuma

Popülerleşen İslam ve Postmodern PR Sömürüsü


Popülerleşen İslam ve Postmodern PR Sömürüsü

Kendi İrademle İtaat Edip Kölelik Yapıyorum

Sibel Üresin'in ortaya attığı "çokeşlilik yasal olsun" önerisinin söylemsel analizinin yapılmaya çalışıldığı bu eleştiri yazısında analizin ardından birkaç tez ileri sürülecektir.

a. Çokeşlilik, İslam'dan çok önce Arap kültüründe görülen bir olgudur. İslam, içinde doğup geliştiği Arap kültüründen pek çok öğe taşımaktadır; çokeşiliğe de bu açıdan bakmakta fayda olduğu kanaatindeyim. Üresin, çokeşli ilişkisi olanları homojonleştiriyor ve İslam dinine mensup olan ve olmayan olarak iki ayrı kategoriye ayırıp "Bu muhafazakâr kesimde ‘imam nikâhlı eş’, diğer kesimde ‘metres’ adını alıyor”" diyerek muhafazakar kesimin yaşadığını örtük biçimde değerli kılıp 'diğer' kesiminkini değersiz buluyor. Toplum nezdinde nikahlı eş olmak ile birinin metresi olmak ayrı kategoriler ve statüleri, buna bağlı olarak da prestijleri hiç kuşkusuz farklıdır.

b. Öneriyi ortaya atan hanım, modernizmin ürettiği bir toplumsal-siyasal bir öznedir. Çünkü, kendisiyle ilgili internette "1976 İstanbul doğumlu Sibel Üresin Yaşam Koçluğu ve Aile Danışmanlığı konularında uluslararası sertifikalara sahip ve Davranış Bilimleri dalında Yüksek Lisans mezunu. Fatih Belediyesi, Ümraniye Belediyesi, Şile Belediyesi, Bahçelievler Belediyesi, Eyüp Belediyesi, Arnavutköy Belediyesi, Kocaeli Belediyesi, Bursa Emniyet Müdürlüğü, İSKİ, Sıcak Yuva Vakfı, Mavi Haliç Derneği, İSEGEV Vakfı gibi kurumlarda eğitim ve seminerler veren Sibel Üresin, Hilal TV’de ‘Burda Hayat Var’ isimli bir programı hazırlayıp sunuyor" bilgisi yer alıyor. İstanbul'da doğup yaşayan ve davranış bilimlerinde yüksek lisans derecesine sahip bir özne olarak ayakta kalmak için bir erkeğin desteğine ihtiyaç duymayan özgür bir kadını temsil ediyor. Sosyolojik bir olgu olan çokeşlilik, modernizm öncesi dönemlerde çeşitli toplumlarda yaşanmıştır. Modern bir özne olan Üresin, "Bir erkek, kadında arkadaşlık, cinsellik, annelik ve ev kadınlığı arar. Bu özellikleri taşımıyorsanız, eşiniz tarafından aldatılmaya hazır olmalısınız. Erkek için bu haklı bir arayıştır. Bir ayrılık yaşaması durumunda yaşayacaklarının tahlilini sağlıklı yapan bir kadın, bence çokeşliliği kurtuluş olarak görmelidir. Boşandığında kaybedecekleri, kazanacaklarından fazla olan kadın, kalmayı tercih ediyor" diyerek kadın-erkek ilişkisini geleneksel kodlarla tahlil edip konu kitleyi homojenleştirmektedir. Söylemindeki kadın, modern bir özne değildir; oysa bugün Türkiye'de kadınlar, artık eğitimden daha fazla pay alıp çalışma hayatında daha fazla yer almaktadır; bu, bir süreç olarak kadınları özgürleştirmektedir tıpkı Sibel Üresin gibi. Modernizmin aşılıp postmodernitenin yaşandığı 2000'li yıllarda anakronik bir bakışla kadınların ne eğitim alan ne de çalışma hayatına katılan bir kitle olduğu kabulüyle akıl yürütmek, insan zihnini kaçınılmazcasına yanılgılara düşmekten kurtaramamaktadır. 

c. Modernizm, tek akıl ya da nesnel akıl üzerinde yükselir ve sosyal, hukuksal, ahlaksal hayatı teptipleştirme iddiasındadır. (Postmodernizm, içinden çıksa da bu anlamda Modernizmin karşıtı değil midir?) Günümüzdeki medeni hukuk, modernizmin ürünüdür. Gündelik hayat, Türkiye coğrafyasında da 170 yıldır modenizm tarafından kurgulanmaktadır. Modernleşme, bir süreç olarak İslami kesimi de içine alan bir olgudur.

d. İddia, İslami referansa sahip kavramları, anakronik bir bakışla siyasal-hukuksal zemine taşıma girişimi  ve imam nikahının medeni nikaha alternatif olması ya da imam nikahının medeni nikaha galebe çalması için üretilmiş öneri olduğu düşüncesindeyim. Bu anlamda çok diplomatik bir yaklaşım ile karşı karşıya olduğumuz söylenebilir; çünkü diplomaside, önce tepki ölçmek için bir "haber" uçurulur. Söylemin kaynağı, gelen tepkilere göre pozisyon belirler.

e. Üresin, ortaya attığı önerisini, “Erkek, bir başkasıyla imam nikâhı yapacağı zaman karısından izin almak zorunda değil. 4’üncü kadına kadar imam nikâhıyla evlenebilir. Ancak 2., 3. ve 4. eşler suiistimal ediliyor. ‘Boş ol’ dendiği zaman kadın ortada kalıyor. Bu nedenle çok eşlilik yasalaşmalı. Yasanın çıkması demek, erkeğin malvarlığına ortak gelmesi demek." diyerek temellendiriyor. Fiili durumun yarattığı sorunların çözümü için bir öneri ve siyasal irade tarafından dikkate alınıp konu sorunu yaşayanların hukuk nezdinde tanımlanıp haklarının güvence altına altına sağlanmalıdır. Fakat, Üresin'in bilmediği ya da bilmezden geldiği nokta, medeni hukukun buna izin verdiği ve olası ihtilafta mağdura hak arama yolları sağlamış olmasıdır. Üresin, önerisini temellendirmek için "Çok eşlilik dinimizde var. Herkes yapamaz ama yapana ‘Niye yaptın?’ diyemezsiniz, şirke girer. Kuran’da var.”" diyerek ikinci ve daha güçlü argümanını dile getiriyor.

Sonuç: Öneri, Postmodernizmle harmanlanan popüler kültür içindeki popüler kültür öznelerini fütursuzca medyanın bütün imkanlarını kullanarak her şeyi ama başta bir ‘marka’ olarak kendini bir ürün gibi görüp kitlelere ulaşmak için PR malzemesine dönüştür(ül)me örneğidir. Üresin’in önerisi, bireysel faydanın fetişleştirilmesi için her şeyin kullanılabileceğini göstermektedir. Üresin, çokeşliliği günümüzde, üstelik İslami düşünceye mensup modern kadınların olduğu bir dönemde dillendirmesi, akla şu paradoskal soruyu getirmektedir: Kendi irademle itaat edip kölelik yapıyorum.

veli metin, 25 mayıs 2011, bahçeşehir, istanbul

16 Mayıs 2012 Çarşamba

28 şubat ya da tarihyazıcılığının dayanılmaz hafifliği


28 şubat ya da tarihyazıcılığının dayanılmaz hafifliği

ideolinin bir yüzü de tarihyazıcılığı değil mi? 28 şubat, şimdiye değin hiç olmadığı kadar gündemi meşgul etti. yandaş ve ortadoğulu faşist 'liberaller' tarafından turnusol kağıdı işlevi yüklenerek servis edilmekte. 28 şubat, hakim iktidar ve cellatlarınca yeniden yazılmakta. yazılan bir tarihten öte bilinçler. 

olguyu hatırlamakta fayda var: 28 şubat'ta askeri vesayet rejiminin, güçsüz siyasi iktidarların, 'düşük yoğunluklu' iç savaşın, kırılgan, dışa bağımlı ekonominin, faşist kitlelerin... konjonktürel etkileri tartışılmaz. etkileri çoğaltmak olanaklı, fakat bunlara, siyasi iktidarın iktidar sarhoşluğu içinde popülist söylemlerle beslenen ergen tavırları MGK kararlarını ve ardından darbelere karşı idmanlı ve belki de dünyadaki sayılı deneyimli öznelerden biri olan demirel'in 'ustalıkla' mavevra ettiği dümen ile 'değişen' iktidar da eklenmeli. 

peki şimdi? 28 şubat ile hesaplaşan, görünürde farklı olduğunu iddia eden siyasi iktidar... aktörler değişik olsa da yöntem aynıdır. türkiye, ne yazık ki mevcut iş yapma raconunu, yolunu, yordamını, kısacası 'yöntem'ini nedense bir türlü bırak(a)mıyor... konu yöntem, biraz sert olabilir ifadesi ama üzülerek, hatta canım yanarak söylüyorum: faşizm.

28 şubat, birçok açıdan ele alınabilir ama burada tarihyazıcılığı açısından ele alınacaktır. şimdi, öncelikle osmanlı'nın yıkılış sürecine ve cumhuriyete, verili tarihsel dönemler açısından bakıldığında zulme uğramamış, horlanmamış, baskı görmemiş, katledilmemiş vb. herhangi din, mezhep, ırk, bölge, sınıf, topluluk, zümre vb. yok. dereceleri farklı da olsa birleştikleri ortak nokta: baskı, zulüm... görmeleri. darbelerle 'yüzleyeşip yargılayan' türkiye, darbe girişimlerine el attı. bir 28 şubat mitosu yaratılmakta; süreç henüz bitmiş değil. aslı dururken suret ile uğraşmak, olsa olsa ortadoğululuk bilincinin problem çözme 'becerisi' olsa gerektir. iktidara yakın kişiler, gruplar, koro halinde mitosu beslemekteler. lakin süreç, iktidar tarafından kumanda edilmekte; iktidarın ideolojik manipülasyonuyla mitosun PR'ı yapılmakta. söylem üretme sürecinin kadrolu elemanları akademisyenler, gazeteciler, kanaat önderleri vb. niceliksel anlamda ciddi denilebilecek homojen bir kitle iktidar aygıtının cellatlığına soyunmuş vaziyette. her özne, son tahlilde siyasi bir aktördür de. iktidarın cellatlığı, kanla beslenmeyi alışkanlık haline getirmekte. marx'ın çok yerinde dile getirdiği gibi, nasıl bir hayat yaşarsanız bilinciniz ona göre oluşur. bu nedenle cellatlık yapanların bilinçleri, göreli bir sürenin ardından kaçınılmaz biçimde cellatlaşacaktır.

şimdi, hal böyle iken, son dönem ana akım medyada başta olmak üzere, kenardan destek olanlar da kitle psikolojisi ile hareket edenler de üretilen söyleme angaje olunca akımın debisi de hiç şüphesiz yükselmekte; yükselen debisi ile söylem, önüne gelen her şeyi sürükleyerek kendi bulanık suyunda eritip etkisizleştirmekte. bu tehlikeli hal alan söylem, demokrasiyi çoğunlukçuluk olarak anlamakta. çoğunlukçu malum kavrayış, faşizmi beslemekte. 

istatistiklere, kurumlara, kurumsal işleyişlere bakıldığında cumhuriyetin kurucu öğesinin sünni türk islam'ı olduğu görülür. bu olgu, konjonktürel olarak farklı yüzlerle egemenliğini halen sürdürmektedir. sorun, kurucu öğenin özü gereği ötekileştirici olması; kucaklayıcı olmamasıdır. 

kanla beslenen cellâtların tarihyazıcılığı yaptığı bir yaşam alanı, çoraklaşmaya mahkûmdur.

veli metin, 16 mayıs 2012, levent, istanbul