23 Ocak 2013 Çarşamba

kılık kıyafet yasası üzerine


kılık kıyafet yasası üzerine

"faşizm, hukukun ölçüsüzlüğünden de beslenir."

burada çeşitli filozoflara ve kavramlara atıf yapılarak konuyu entelektüel bir kafese hapsetmek amaçlanmamakta; aksine olabildiğince yalın, çıplak, ortada olan bir durumun eskilerin tabiri ile "malum-u ilam"ı istenmekte.

kılık kıyafete dair milli eğitim bakanlığı'nın aldığı karar üzerine çeşitli çevreler, kendi meşreplerince düşüncelerini, eleştirilerini, çekincelerini... dile getirdiler. dikkat çekici olan, kimsenin bakanlığın aldığı kararın meşruiyetini sorgulamaması. hiç kuşku yok ki bu, felsefi bir tartışma olur. devletin, hukuku kullanarak hayatın içine daha fazla sızması ve her geçen gün resmi iktidarın kanser hücresini andırırcasına kamusal alandan başlayarak özel alanlara da sızması, ne psikolojik ne siyasi ne felsefi anlamda ihmal edilebilecek bir konu. 

burada iki ayrı probleme dikkat çekilmek istenmekte: birincisi, devletin hukuku ideolojik bir araç olarak kullanıp hayatın her alanına daha fazla sızması; ikincisi, türkiye'deki 'ılımlı' islamcı iktidarın liberalizm ve sünni islam kültürünü birleştirme çabaları sonucu hukuk devleti ilkesinin aşındırılması. 

patoloji, iktidarın yaşamın her alanına "hukuk" denilen devletin ideolojik aygıtını kullanarak sızmasıdır. iktidar, modern demokrasilerle hayatın daha fazla içine girmeye, onu dönüştürmeye, onu biçimlendirmeye, sınırlarını belirlemeye... başladı. ilk bakışta görülebilecek türde bir çelişkidir bir bakıma bu. neden mi? insanı özgürleştirdiği iddia edilen modern demokrasilerde özne, iktidarın manipülasyonunda olan hukukla daha fazla sınırlandırılmakta. iktidar, hayatın her alanını kuşatmakta. pek çok ülkede tartışma konusu olan "kürtaj" da iktidarların ölçüsüzlüğü 'ölçü' aldığını açıkça göstermekte. "hayat karmaşıklaşmakta; elimizde hukuk dışında bir araç yok." söylemi, hayatı koşulsuzca hukuka tahvil etmektir. belki de başka bir "çözüm" ya da "yol" üretememekte hayat. hukuka felsefi sınırlar çizme vakti geldi. hoş, kimi entelektüeller insan haklarını bir çerçeve ya da sınır olarak önermekteler. fakat hukukun siyasi kimliği, iktidarların meşrebince konjonktürel olarak tahrif edilebiliyor ve tanımlanabiliyor. devlet, hukuk, iktidar, kuvvetler, demokrasi, piyasa... birleşip bir arapsaçına dönüştürmekte hukuku ve algısını olanaksızlaştırmakta; uzmanların bile içinde kaybolduğu dipsiz bir kuyuya dönüşmekte. insanın kaybolduğu bir alanda, kaybolmasına neden olan şeyin rehberliğine ihtiyaç duyulmakta. işte kaçınılmaz paradoks burada yatmakta. o halde konuşmak beyhude mi? 

türkiye'de şu kırk yıllık ömrümde nereye bakarsam bakayım "yarımlık"lar görüyorum. bunun son örneği, kılık kıyafeti serbest kılarken diğer yandan kız öğrencileri tesettüre sokmanın hukuksal altyapısını da getiren düzenlemede görülmekte. türban ve/veya tesettür, kişisel olarak beni rahatsız etmiyor; burada takıldığım nokta: demokratik, laik bir devletin, kendini anayasaya ve hukuka aykırı biçimde belli bir dinin belli türden bir kavranışına hapsolmasıdır. okullar, ibadet mekanları değildir. yasa, diğer dinlere mensup öğrencilerin diledikleri biçimde giymelerini sağlamakta mıdır? din dersi altında islamiyet dışında başka hangi dinlere, peygamberlere yer verilecek? soruları çoğaltmak olanaklı. niyetler amellerden bağımsız değildir ya da muhammed peygamberin diliyle söylersek: "ameller, niyete göredir." önce öğrencilerin, ardından yurttaşların tesettüre sokulmak istenmesi, siyasi bir proje olarak anlaşılabilirdir. hepimiz, özü gereği siyasi özneleriz; hayata kendimizce dokunuyoruz ve onun gelecekte alacağı kimliği şekillendiriyoruz. siyasi ve/veya ılımlı islamcılar'ın da hayatı ajandalarına göre tesis etmek istemeleri, gayet anlaşılabilir. fakat sosyal bilimler alanında yapılan çalışmalar, hayatın "toplum mühendisliği"ne izin vermeyecek denli sonsuz değişkene bağlı olarak aktığını; ajandasında toplumu belli bir yönde değiştirmek isteyen siyasi hareketlerin "arkaik" olduğunu göstermekte.

söylenen her söz, yapılan her davranış hayatın kimliği üzerinde etkilidir. hayat, özneler arası diyalektik üzerinde yükselmekte. hayata güvenmek gerek ama seyirci olarak değil, oyuncu kimliğimizin bilincinde olarak.

olup bitenleri analiz etmek, yaşananların üzerindeki ambalajı sıyırıp çırılçıplak görünür kılmak, yunanların deyimiyle "parrhesia" (doğruyu söylemek, yun.), bir tür entelektüel anlamda sorumluluk olsa gerek. 

V. Metin Bayrak
Levent, İstanbul, Ocak 2013