23 Haziran 2016 Perşembe

Mülteci Sorunu&Küresel Vicdansızlık Üzerine

BM Mülteciler Yüksek Kurulu gibi oldukça 'seksi' gelen bir ad ve kurum, konuyla ilgili ulusal ve uluslararası pek çok kurum gibi 2013-2015 sürecinde her geçen gün, trajik boyutu derinleşen mülteci sorununu, ki artık krize dönüşmüştür, "kapıları açıp açmamak"a indirgeyip boyutlarını budayarak işle(til)meyen uluslararası hukuka sıkıştırarak anlayan 'yönetici', 'sorumlu sorumsuz kitle' ve iktidar(lar)ının fahişesi olan hukuk/ları, bırakın "kriz"i çözmeyi, sorunu, her geçen gün daha da derinleştirmekte.
   
Binlercesi Ege Denizi'nde, onbinlercesi Akdeniz'de Avrupa'ya geçmeye çalışırken boğulan, insan tacirlerince herkesin gözü önünde savaştan, gasptan alınıp ölüm(ün)e satılan insanların hayatları çalınırken üç maymunu oynayan dünya ve halkları, belleklerini kaybetmekle kalmamışlar, vicdanlarını da kredi kartı plastiği kokan konforlarına kurban etmişler, hayat(ların)ı, bugün(lerin)den ibaret gören aymazlık içindeler. İnsan, görüp tanık olduklarından çok, tanık olduklarına verdiği tepki(sizlik)lerin toplamıdır.
   
Mültecilik, doğal ve/veya toplumsal, siyasal, ekonomik, doğal vb. nedenlerin bir sonucu; bunu doğuran kimi 'büyük güçler'in güç denemelerini icra ettikleri, makro politikalarını hayata geçirmeye çalıştıkları mecralardan biri olan Suriye ve artık gündemde eskisi denli kendine yer bulamayan Irak, yalnızca bir vesile; kurban ya da kökleri derinlerde olan çatışmaların zahiri yüzlerinden biri.
   
Ulusal ve uluslararası kurumlar, yapısal ya da makro bir çözüm üretmek yerine trajediyi, seyirlik bir objeymişçesine, artistik bir performansmışçasına yalnızca izlemekte, kapılarına gelebilenlerden kimilerini lütfedip içeriye alıp almamakla meşguller.
   
Sorun, hiç şüphesiz, Ortadoğu ülkelerinin artık 'fıtrat'ına dönüşmüş, hamasete boğulmuş politik retoriklerinde olduğu gibi yalnızca 'dış güçler'e, 'dış mihraklar'a ve bunların içerideki 'uzantı'larına yani 'hainler'e, 'iç mihraklar'a, 'işbirlikçiler'e de indirgenemez.
   
Dünyanın vicdanı, eğer varsa, şu soruyu sormakla mükelleftir: Eğlenceye verilen vize, canını kurtarmak derdindeki yurtsuz insanlardan neden esirgeniyor? Tıpkı "sorun, aç insanların bazılarının hırsızlık yapması değil, neden çoğunun yapmamasıdır." sözündeki gibi, şaşırdığımız "şey" hakikat değil; hakikati gör(e)mediğimizden sorun karşısındaki tutumumuz, popüler kültürün ya da daha teknik bir ifadeyle kültür endüstrisinin bir ürünü olan magazin formatından öte geçemiyor.
   
Düne karşı çıkıp uygulamaları/nı, bugünün değer yargılarıyla değerlendirmek ve 'entelektüel' pozisyon almak, olsa olsa tatlısu eleştiriciliği ya da aktivizmi olabilir. Bugün, iktidarın -aslında "küresel iktidar"ın demek daha yerinde- dolaşıma soktuğu sözde hukuki dili, vicdanen reddetme, egemenlerin dilini kullanmama, organik aydın retoriklerine teslim olmadan sorabilme güdüsüdür:
     
     *Kant’ın “Ebedi Barış Üzerine Bir Deneme” adlı makalesinde rüyasını gördüğü, ebedi barış için bir tür çözüm olarak önermesinden yaklaşık yüz elli yıl sonra kurulan BM’nin cürmü bu kadar mı?
     
     *Yerlerinden zorla kürtaj edilenlerin statüsü olan ‘mültecilik’, steril kentlilerce ‘görüntü kirliliği’ne indirgendiğinde sözümüz ne oldu?
     
     *Günümüz modern hukukunca inşa edilen ulus-devletlerin eğlenceye gidenlere verdiği vizenin “can”dan esirgendiği örnekler karşısında ne dedik?
     
     *Yıllardır devam eden trajedi karşısında iç ve/veya dış kamuoyu oluşturmak amacıyla ne tür girişimlerimiz oldu; sorunun çözümü için bir “şey” yaptık mı? Neden?
     
     *Küresel hale gelen mülteci sorununun ne olduğunu, egemen retoriklere teslim olmadan de facto ne olduğumuzu kafamıza çekiçle, balyozla vururcasına gör(ebil)mek için daha ne kadar sürecek üç maymunluğumuz?
     
     *Haberler, ‘yasadışı yollarla’, ‘insan tacirleri’, ‘kaçak’, vb. ifadelerle meşru olmayan hukuk ve/veya statüko diliyle mevcut hukuksal, politik uygulamaların, insanların zihnini nasıl iğdiş ettiğini ısrarla soralım. En sade ifadeyle sorunun, bir ‘kent estetiği’ne indirgenerek de medyaca servis edilmesiyle neye benzediğini ya da bu “servis” ile görünüp görünmediğini (de) soralım.
     
     *Trajedi pornografisi gibi her gün medyada izlediğimiz görüntüler ile satılması için ek trajedilerle soslanarak ürünleştirilen ‘haberler’e/hayatlara bakıp gözyaşı dökerek haline şükreden trajedi tüketicisi, tükettiği ölçüde ‘para puan’ biriktirerek küresel adaletsizliği güçlendiren plastik vicdanlı küresel özneler olarak bizler, kişiliğimizde açılan yaranın, kişilik bütünlüğümüzde küresel iktidarca yaratılan çatlakların ne kadar farkındayız?

‘Eli kanlı Batı’ ve zengin, refah ülkeler/i, vize uygulamalarıyla, kendini koruyucu politikalarıyla yaklaşan “nükleer bomba”ya karşı, bir tür Ortaçağ kent surları inşa ederek hendek kazmaya devam ederken ‘hukuk’larının miğferleriymişçesine çağlarına, dukalıklarına, sultanlıklarına, kağıttan kalelerine hizmet ettiklerini sansınlar; varsın öyle olsun! Anakronik önlemlerin bir tür oksimoron yarattığının ve işlevsizliğinin cehaletiyle, mürteciliğiyle çağımızı kucaklayabileceklerini/kucakladıklarını sansınlar! Ama her uykunun, elbet bir uyanışı vardır; uyur numarası yapanlarsa, zaten uyumamaktadırlar, yalnızca bir tür çakallıkla, köşelerinde sessizce öylece bulaşmadan durmaktalar.

Bugün, küresel çapta o vizeleri, pasaportları, nüfus cüzdanlarını söküp atmak, yırtmak, tanımamak zamanıdır ülkeleri, ulusal ve uluslararası kurumları ve ‘hukuk’larını!

V.Metin Bayrak
Eylül-Ekim 2015, Ege


14 Haziran 2016 Salı

Gülüş Üzerine

Gülmek, belki de bütün dillerdeki ortak fiillerin başında gelir. Gülmek eylemini gerçekleştirenin gülüşü, onu, diğer insanlardan ayıran bir tür parmak izidir.

Dostoyevski, “Bir insan gülerken onun yüzüne, gülüşüne bakabiliyorsanız, o, sizin dostunuzdur.” sözüyle gülüşün ya da gülmenin insanın, ruhunu, bir başkasına açma yolu olduğunu gösterir.

U. Eco’nun  Gülün Adı romanı, Aristoteles’in olduğu iddia edilen ve “gülme”yi konu alan kitabı merak eden keşişlerin gizemli şekilde ölmelerinin de hikâyesidir.

Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam romanında yüzü kırış kırış olan ve henüz genç denebilecek yaştaki garson için şunlar söylenir: “Yüzü kırış kırıştı, belli ki gülmekten değil, sırıtmaktan.” Gülmenin içtenliğine karşı sırıtmak sığ, yapay ve zorakidir; sezilir bir gülüşün içten olup olmadığı. İnsan, Lacanca söylersek bilinçdışıyla kavrar bir gülüşün içten olup olmadığını. İnsanın mani olamayacağı davranışları yahut eylemleri vardır; gülmek de bunlardan biridir tıpkı ağlamak, hüzünlenmek, sevinçli bir haberle kendinden geçmek, hatta uyumak, titremek, terlemek gibi. Bunlardan yola çıkarak gülmenin iradi bir eylem olmadığı söylenebilir. İnsanın, bir canlı olarak varoluşuna -: manevi varoluşuna demek daha yerinde olabilir.- özgüdür; İnsanın tözüdür.

İnsanın karakterini, zekâsını, kültürünü, duygu dünyasını, başka pek çok eylemi, özelliği yanında gülüşü de ele verir; kim olduğumuz, biraz da “nasıl” ve “neye” güldüğümüzle (de) ilişkilidir.

Öte yandan gülmek, tanrısal bir özellik olarak da değerlendirilebilir. İnsanın gülmesi, güldüğü ortama, kişi ya da kişilere ve en önemlisi kendine – de facto yaşama- karşı takındığı kalkanları indirip teslim olmasıdır. Gülmek, teslimiyettir. İnsanın, bir anlamda doğasına yönelik teslimiyetidir; teslimiyeti hayatadır, doğayadır, kültüredir. İnsanın, bütün kalkanlarından arınıp sıfatlarından soyunmasıdır.

Arınmayı sağlayan gülüş, hayata koşulsuz teslimiyeti sağladığı gibi insanı garkeden sıfatlar(ın)dan soyunmasına da imkân sunar. En çok çocuklar güler. İnsan, yaşlandıkça daha az güler; ölümün kasvetine teslim olur ve muhafazakarlaşır. Kalkanlarının artmasına bağlı olarak gülmesi de azalır. Gülmesi azaldıkça uzaklaşır cennetinden ya da cennetten. Gülmenin yerini sinameki suratlar, mutsuzluk, birbirinden uzak ruhlar alır.

Kimi kültürlerde gülmenin ‘kadınsı’ bir davranış olduğu ve insanı ‘hafifleştirdiği’ iddia edilir. Hiç kuşkusuz ataerkil, muhafazakar, hatta mutassıp bir bakıştır bu! Gülen kadının yaydığı iktidar halesinden korkulur; çünkü o, kendini hayata bırakabilme, kalkanlarından soyunabilme becerisine sahiptir; çıplaklığın/ın, hafifliğin/in yarattığı müdanasızlığı, özgürlüğü deneyimlemiş bir varlıktır aynı zamanda. Gücü, sıradanlığa yeten ve hem kendisi cehennem olan hem de cehennem/ler yaratan “hayat”ın, özgürlüğü bulduğu yerde boğması, başka nasıl açıklanabilir ki?

‘Büyük insanlar’ ciddidir ve omuzları kalabalık bu sıfat budalaları gülmezler, bilakis her şeye kabarabilen öfkeleriyle genellikle nefret kusarlar. Türkçedeki “Ağır ol, molla desinler.” sözünün “oto-cellat”ıdırlar. Hayatlarını, kendileri dışında yazılmış bir oyunun koşulsuzca, sorgusuzca, icrasına vakfetmiş zavallılar topluluğudurlar. Gülmek, devrimdir; gülerek reddederiz, gülerek hayata, hakikate teslim oluruz.

Gülmek, kutsaldır; gülmenin ele avuca sığmazlığı, ona, koşulsuz bir iktidar halesi kazandırarak dokunulmazlaştırması biraz da bu yüzdendir.

Gülmek, iyileştirir; fizyolojik olarak çeşitli mutluluk hormonları salgılatır ve fiziksel anlamda da başta yüz ve karın olmak üzere pek çok kası çalıştırır; gülmeye bağlı olarak bağışıklık sistemini güçlendirir; insan ruhunu açarak hayatın kendine daha fazla dokunmasını –ki eşzamanlı o da hayata dokunur- sağlar.

Gülmek, varlığın kapılarını açar ve cenneti ifşa eder; cennettir, hayatı cennetleştirir: bir tür yeryüzü cenneti oluşur halesinde. 

Gülüşün önünde hiçbir güç duramaz ne şiddet ne de iktidar. Hangi iktidar olursa olsun –ister kişi ister kurum- gülünçleştiği an, kendisine gülündüğü vakit gücü elinden alınır; daha kısa bir anlatımla iktidarının sonudur.

Gülmek, barıştır. En acımasız, gaddar, sadist kişiye en öfkeli anında içten bir gülüşle gülümseyerek bakmanın –sırıtarak değil kesinlikle- tanrısallığı karşısında hiçbir güç duramaz.

Gülmek, aşktır; kimi ömürler bir gülüşün yolunda geçer, kimileriyse gülüşsüz bir ömrün yoksunluğunun yarattığı yoksulluğunda.

Haz, mutluluk, sevinç, başarı, doğum, kavuşma, mezuniyet, başarılı biten bir ameliyat, merakla beklenen bir haber vb. yaşamda arzu edilen ne varsa hepsine eşlik eden gülme, gülüş, gülümsemedir. İnsanların kalplerini, ruhlarını, birbirine açan, yakınlaştıran ruhsal ortaklıkların yolunu döşeyen yine gülüşlerdir, karşılıklı gülümsemelerdir. Aşklar da gülüşlerle başlar. Nerede gülüş varsa orada hayat vardır. Nerede hayat varsa gülüş, hemen yanıbaşındadır, mutluluğu da beraberinde getirir. İnsanın gözlerini aşıp ruhuna dokunuveren o kısacık an, evrenin bütün gizlerini sonuna kadar açtığı cömertliğidir.

V.Metin


Mayıs, 2016, Dalaman