30 Nisan 2014 Çarşamba

1 mayıs ya da alternatif eylem üzerine

bu 1 mayıs, alanlara inmeyi reddediyorum… inmek isteyenlere çağrım, evlerinde oturmaları ve en yakın meyhaneye gidip çakır oluncaya kadar içmeleri ve meyhanedeki garsonlara, komilere yardım etmeleri ve/veya rolleri değişmeleri…


ben, şahsım adına bunu yapacağım… içmeyenler mi? meşreplerince şurup, şerbet, çay, kahve… artık her ne ise bunun önemi yok…


bu öneriyi, erdoğan hükumeti’nin yasakçı zihniyetinden korktuğum, gaz yemekten çekindiğim… için değil… bilakis, onunla mücadelenin netice alıcı yolunun alanlara inmekten değil onu ciddiye almamak, onu umursamamak olduğunu düşündüğümden…


haaaaaaaaaaaaaaa! senelerdir katıldığım sokak bar partisine katılacağım, akşama doğru normale dönmesini beklediğim hayatın ardından mis sokak’taki…


evet… o kadim soru ısrarla sorulmayı bekliyor: neden?
kısaca, pek beceremem ama, anlatmaya çalışayım: erdoğan’ın şahsiyetinde cisimleşen hükumetin -iktidar ve artık devletin-, türkiye’nin, entelijensiyanın... zihin dünyasını bir değirmene benzetirsek, suyunu erdoğan taşıyor; bir başka deyişle erdoğan’ın belirlediği bir dil içinde(n) nefes alıyoruz… dolaşıma soktuğu kavram ve sorunları çıkarın son 12 yıldır en azından gündem anlamında neredeyse hiç bir şey yok…


son örneğine 2014 yerel seçimler sürecinde tanık olduk. bursa mitinginde “facebook, twitter… hepsinin kökünü kazıyacağız…” dedi ve “durumdan vazife çıkaranlar” hemen ön aldılar ve hem içerde hem de dünya kamuoyunda yolsuzluk tartışmaları bir anda sosyal medyayı yasaklayan erdoğan’a odaklandı yeniden… bu kez faklı bağlamda… nitekim algı yönetimini o denli mükemmel icra etti ki ‘muhalefet’ dahil herkes erdoğan’a çalıştı...


2013’ün  mayıs’ını hatırladım: yandaş ve/veya anaakım medya televizyonlarından canlı yayın ile bağlanan ‘muhabirler’ olay yerinden ‘bir grup marjinal’ diye bildirdiklerinde acıya çalan bir gülümsemenin belirdiği yüzlerimizde gördüğümüzdü sürgün… orada olanların yani ‘marjinal’lerin “tehcir” kararıydı bir bakıma bu… belki de bilmemkaçıncısıydı ama ‘biz marjinaller’ anlamamıştık…

“neden?” diye sormuştuk değil mi? erdoğan tarafından erdoğanca yazılan, sahnelenen, aktarılan bir “oyun”un parçası olmak istemiyorum… şiddet kültürüne “değirmene su taşımak” gibi destek olmak, araçsallaşmak istemiyorum… erdoğan’ın dilinin kurumlaşmasını, yerleşmesini, dolaşımda kalmasını istemiyorum… sözüm ona “gezi ruhu”nu temsil eden taksim dayanışmasının 19. y.y. kokan şiddete içkin romantik savaş ve kan seviciliğine methiye düzen çağrısının parçası olmak istemiyorum… bayram, “neşe, huzur, mutluluk, sessizlik” anlamına geldiği için ve yarın, tarafların hiç birinin bunları yani “bayram”ı vaat etmediği için istemiyorum… gittikçe kandarlaşarak kancıllaşan kültürün parçası olmak istemiyorum… 19. y.y. kraliçe victoria çağının protestanlığını besleyip büyüten sünni müslüman kültürün kiçliğini görmeye gücüm yetmediği için istemiyorum… her türden büyük ya da küçük kimlik gruplarının insan iradesini hiçleştirip yok eden anlayışların karesinde olmak istemiyorum….


peki ne mi istiyorum? daha çok gülen, ötekileştirmeyen, barışçıl, yakınlaştırıcı, birleştirici dil üreten, doğuran, sevişen, arınan…  kısacası hayata dokunan insanlardan olmak istediğim için...


v. metin bayrak

30 nisan 2014’galata, istanbul

24 Nisan 2014 Perşembe

ermeni meselesine farklı bir anma: ‘linç kültürü’ üzerine

iletişim fakültelerinde okutulan gazetecilik dersine girişte verilen ve artık anekdota dönüşen örneği, sanırım, bilmeyen yoktur: bir köpeğin bir insanı ısırması haber değildir ama tersi haberdir. şimdi, bu örnekten hareketle dün (23 nisan 2014)  taxim hill’de ermeni meselesiyle ilgili yapılan bir dizi toplantı kapsamında soykırımla yüzleşme forumunun “16.00-17.30 Soykırımla yüzleşme sürecinde siyasetin rolü” başlıklı oturumunda konuşmacıların (Demir Çelik (BDP Milletvekili),  Şenol Karakaş (DSİP), Murat Paker (Öğretim Üyesi, YSGP) ardından söz alan bir kişi, işçi partisi genel başkanı doğu perinçek’in aihm’deki beraatinden yola çıkarak “soykırım” ile ilgili bir soru sordu. ardından salonda kısa süren bir tartışma yaşandı ve iki kişi, salondakilerin protestosu ve sözlü saldırıları altında salondan çıkarıldılar. oturumunda vuku bulan olay, bu yazının yazılma nedenidir. ilgili oturuma şu saate kadar (24 nisan 2014, tsi 16:35) iki habere rastladım. ikisini de aşağıda paylaşıyorum:

osmanlı yurttaşı ermeniler'in tehcir nedeniyle yaşadıkları, adına her ne denirse densin bir olgudur. sayı, adı, fonu, nedenleri vb. işin "yorumu"dur. olguyu dile getiren ifade ise bilgidir yorum değil. ülkenin düşünce ikliminde "bilgi" yerine sıklıkla "yorum" odaklı tartışmalar yapıldığı kanaatindeyim. 1915’e bir yıl var… büyük kırımın, soykırımın, tehcirin… adına her dersek diyelim trajedinin 100. yılına hazırlık nedeniyle bir dizi anma, toplantı vb. etkinliklerin, 24 nisan talimatının verildiği osmanlı payitahtında olması anlaşılır. toplantının siyaset bölümünde işçi partili olduğu iddia edilen bir kişi, söz alıp “provokatif” olduğu söylenen bir sorunun ardından yaşananlar, şiddet ve linç kültürü üzerine düşünmeme neden oldu. toplantıda yaşanan olay ve ardından dışarı atılan iki kişinin ve olayla ilgili yapılan bireysel konuşmaların ardından ‘linç kültürü’ üzerine düşün düm ve bu kültüre içkin söylem(ler)i ve usulü felsefeleştirmek istiyorum.


aihm’in kararlarında dile gelen düşünce özgürlüğünün sınırı, şiddet, nefret, hakaret vb. ile çizilmiştir. konuşturmamak, toplantıdan atmak… demokrasi pratiğine aykırı olsa gerek. burada ne avrupa insan hakları sözleşmesi’nden ne de içtihatlarından söz edeceğim, hoş, konuya vakıf da değilim. yalnızca meslekten olmayan birinin, ille de bir kimlik istenirse, felsefeci bir öznenin hukuk bilinciyle bakıyorum olana.
toplantı, açık bir fotmatta kurgulanmış. daha önce benzeri “baltamalar”, “provakosyonlar” olduğunu bilenler, benzeri sorunları, toplantının formatıyla oynayarak engelleyebilirler(di); nasıl mı? soruların yazılı olarak alınacağı söylenebilir(di); moderasyondan sorumlu kişi ya da kişiler, tartışmaya müdahil olanları susturabilir(di); olmadı… yaka paça olmasa bile “burada ırkçılara yer yok!”, “ırkçıların konuşma hakkı yok!”, “ırkçılık düşünce özgürlüğü içinde değerlendirilemez!” benzeri ifadelerde salondan çıkarıldılar.

toplantıda çağrılı konuşmacının soru soran kişiye yönelik “neo-faşist” söylemi ile soru soran kişinin öcalan’ı kast ederek “terörist başı” demesi arasında söylem(in) niteliği anlamda herhangi bir fark olmadığı kanaatindeyim. özleri ya da dayandıkları fon itibariyle aynıdır.

hiçbir adil yargılama süreci işletmeden yapılan cezalandırma olarak ifade edilebilecek linç, iktidara içkindir. cemaatler, hukukla değil, kendi iktidar alanlarını koruma adına hareket ettiklerinde karşılaştıkları sorunları meşreplerince ‘çözerler.’ burada örneği yaşanan ‘çözüm’, usul anlamıyla bir tür linçtir.

bir ırkçının ya da milliyetçinin faşist ya da totaliter yanlısı olması zorunlu olmadığı gibi bir sosyalistin de demokrat olması zorunlu değildir. hoş, bir sosyalistten “demokrat” olması beklenir. oysa bir ırkçıdan, milliyetçiden, radikal dinciden demokrat olması aynı oranda beklenmez. bu, tıpkı bir felsefecinin küfelik oluncaya kadar içip meyhanede sızması ve ardından arkadaşlarınca ya da meyhane çalışanlarınca evine götürülmesinin haber değeri olmaması; oysa mahalle caminin imamının aynı sahnenin aktörü olmasının haber değerinin olması gibi…

cemaat tipi örgütlenmeler, sosyal anlamda kapalı topluluklardır; bu nedenle de cemaat üyeleri mahallelileşirler; üyelerine de “mahalle baskısı” uygularlar. hakikat, olgunun insanca kavranması, olguya dair ileri sürelen bilgidir. olgunun sonsuz boyutu olduğundan olguya dair geliştirilen ya da üretilen bilgi de sonsuz yüze sahiptir. olguyu, belli bir yüzüne ya da boyutuna indirgeyerek kavramanın neticesinde elde edilen “bilgi”den yola çıkılarak üretilen ‘hakikat”, hiç şüphe yok ki “hakikat”in bir boyutu olabilir, kendisi değil. mahalleli, ideolojik angajmanına göre olguya değil, olgunun belli bir boyutundan hareketle üretilene odaklanırsa hakikatin bir yüzü mutlaklaştırılırsa dogmaya dönüşür; dayatılırsa totalitarizm pratiği yaşanır. burada “bilgi” değil “dogma” vardır ve dogma ise inancın konusudur. inanç ise iman yani güven üzerine kuruludur. süreç, kişinin iman etmesiyle başlar, mahallesinin ‘hakikat’ine inanır, inançları doğrultusunda hareket eder ve dogmatikleşir. dogmatikleşmesi, diğer “algı”lara kapanmasına, sertleşmesine… ve bunların sonucu tolerans eşiğinin düşmesine neden olur.

yine usul açısından konuyu ele almaya devam edelim. usul anlamında sorunludur; çünkü kitle, karşısında olduğu, hatta onu sona erdirmek için mücadele ettiği bir anlayışa teslim olmuştur… demokrat olmak, özgürlükçü olmak ancak kendi mahallesinde kendi normlarını koymak ve onları uygulamak anlamındadır. ilkesel anlamda özgürlükçü olmak, insanların kendi ‘mülkleri’ne kadardır; o nedenle mevcut yerleşmiş linç ve totaliter kültür herhangi bir sorunla karşı karşıya gelindiğinde beslenen bir kültürdür. o nedenle önce bununla yüzleşmek gerektiği kanaatindeyim; ardından da bu ‘kültür’ün ürettiği felaketler, trajediler, katliamlar, soykırımlar… ile.

sonuç teziyle, ülkenin kanla beslenen şiddete içkin linç kültürüne dikkat çekmeyi amaç edinen bu yazılamayı, bitirelim: karşısında olunan “şey”e teslim olmak, ona hizmet etmektir. linci ve şiddeti besleyen kültürü büyütmektir. 23 nisan günü pratiği yaşayan olgu, linçtir. salondakiler de -ben dahil- “seyirci” ya da “izleyici” statüsünde suça ortaktır.

v. metin bayrak
23-24 nisan 2014’taksim, istanbul

14 Nisan 2014 Pazartesi

gri alana methiye: yetmez ama evet!

12 eylül 2011 referandumu esnasında ve sonrasında çok tartışılan “yetmez ama evet” kampanyası, kampanyaya destek verenlerin tartışılmasıyla beklenenin çok ötesinde süreci ve türkiye politikasını etkiledi. bugün sol portal’da yer alan haberde ağaoğlu, “son enayiliğimdi.” diyor. insan yaşadıkça hiç bir şey son değildir. bir şeye ilk demek değil ama son demek, hayata yabancı olmak, onu yadsımaktır.


bu yazılamada, “yetmez ama evet” kampanyası, ona destek verenlerin "toplumsal algı şiddeti" nedeniyle arafta bırakılması, türkiye’nin sayılı entelektüellerinden olan adalet ağaoğlu’nun maziyle ilgilii bir karar(ın)a dair geliştirdiği tutum üzerinden bir tür "kavrama faşizmi" okuması yapılmaya çalışılacaktır.


son yıllarda çok sık anmaya başladığım eski yunanlıların “duruşmalar karanlıkta yapılırdı ki konuşana değil de konuşulana bakılsın." sözünü hatırladım yine. referandum, ne erdoğan hükumeti yaptığı ne de muhalefet karşı çıktığı için "iyi" ya da "kötü"dür. ilkesel anlamda getirilmek istenenler, desteklenir ya da desteklenmez; bunu kimin yaptığı, tali bir konudur. hayat, bir anlamda farklı türden ilişkiler bütünüdür. her ilişkinin dayanağı olan birtakım ilkeler söz konudur. hiç şüphesiz mutlak değildir hiç bir bir ilke. ilkesizliğin ilke olduğu bir zihin habitatı, kaosun, zihnen anlaşılabilirliğinin ötesindedir ve zihni dondurur, kavranamaz. aklın yitmesi, olgunun kaybıdır bir bakıma: yitiş, hiçleşme... birbirinden bağımsız olmayan ya da ancak birlikte varolabilen varlık ile öznenin eş zamanlı gerçekleşen hiçleşmesi, önce ilişkileri, ilişkiler üzerine kurulu olan iletişimi kürtaj eder, ardından da hayatı. türkiye'nin hiç bir kavrama, kurama, zihne sığmayan "olgusallığı"nın altında böylesi bir hiçleşme de yatsa gerek.


türkiye ve o bitmeyen patolojileri, sıklıkla yakılınan kamplaşma kültürü nedeniyle sürekli kendi küllerinden doğan anka kuşudur. amaç, onu doğmamak üzere tarihin çöplüğüne göndermek olmalıyken kültüre sıkışıp orada maziyi sürekli yeniden üretmeye gark edilmektedir bütün entelektüel enerji. oysa yaşam birlikte nefes aldığımız bir dünyadır bize benzeyenlerle benzemeyenlerin eşanlı var olduğu. yaşam, bir iktidar alanıdır ve örtük ittifaklarla sarılıdır. bunları yok saymak ya da ihmal ederek düşünmek, yaşamı yadsımak, ona rağmen nefes almaya çalışmaktır. o ne olduğu belirsiz problematik “insan doğası” kavramından ziyade sorunlu olan ama sorunsal (problematik) olmayan bir "toplumsal yaşam(ın) doğası" kavramından söz edilebilir; bu da ittifaklar ağıdır. ittifak kurup birlikte nefes alabilen toplumlar, doğalarına uygun hareket edebildikleri için hayat üretebilirler; göreli anlamda refah ve ondan bağımsız olmayan mutluluğu üretebilirler.


adalet ağaoğlu’nda dile gelen "türkiye hakikati” çok sorunludur. sorunludur, çünkü gri alanın zayıf ve bir türlü yeşeremeyen filizinin -sert bir ifadeyle- kürtaj edilmesidir. hayat üretilsin istiyorum. farklı olanların özel türden bir konuda birlikte yan yana durabildikleri bir toplum hayal ediyorum oysa her cemaat, yalnızca kendi mahallesindekilere değil bütün mahallelere, “mahalle baskısı” uygulamakta; bu nedenle de mahallelerin baskı diyalektiği içinde ölüm ve sıtma arasında tercihe mecbur bırakılmakta insanlar. hayat, siyah ve beyaz -siz, ölüm ve sıtma diye de okuyabilirsiniz- kör kategorilere her geçen gün daha fazla sıkıştırılmakta. tehlikeli olan bu! tehlikeli, çünkü, buradan hayat doğmaz. doğmuyor da. doğmadı da. korkarım doğmayacak da. siyah ve beyaz kör kategoriler, birer karadelik gibi kendi rengini azıcık açmaya ya da koyulaştırmaya çalışanları hemencik linç etmekte. linç, kurumlaşmış bir kültüre dönüşmekte. hayata düşmanlık azıtmakta.


adalet ağaoğlu’nda dile gelen bir başka "hakikat" ise kişinin, bu, kendi kararları dahi olsa maziyi değerlendirirken anakronik bakmasıdır. referandum, olgusal bir örnektir. kişi, oradaki tutumundan sorumludur. ardından yapılan tasarruflardan değil. nitekim 17 aralık sonrası ak parti hükumeti, 12 eylül referandumunda yargıyla ilgili yapılan referandumun yanlış olduğunu söyleyerek anayasaya ve hukuka aykırı pek çok düzenlemeye gitti telaşla.


oy kullanmayı reddeden biri olarak ne referandumu ne muhalefet edenleri ne de boykot edenlerin arasında yer aldım. ille de bir tarafta olmam gerekirse ilkesel anlamda “yetmez ama evet!” içinde olmayı anlamlı buldum. kimin yaptığıyla ilgilenmiyorum. yapılanın ne olduğuyla ilgileniyorum. hiç şüphesiz yapılanın nasıl yapıldığı da önemlidir. kaldı ki çok temel hukuk ilkelerinden biri olan “usul, esası bozar.” tam da bunu ifade eder. ide, mutlaktır bir bakıma, her ne kadar olgusal dünyada temsil edenleri olsa da olguda olmayandır o. ona yakınlık ya da benzerlik arar zihin.


gittikçe cematleşen, kendi kapalı toplumu ve kodları içinde anlayan, o kodlara hapsolduğu için de yargılamanın anlamaya mani olduğunun farkında olmadan mevcut kancıl, kandar, kindar, ötekileştirici, hayata düşman… ‘kültür’ün kurumlaşıp çöreklenmesine hizmet edenler kümesini tekrar etmekte türkiye toplumu.


ne gri ne de siyah alanda nefes alınır. katapıldığımız kör kategorilerin duvarlarını yıkalım. nefes almak için rengimizden soyunalım. çıplaklaşalım. çağrım, gittikçe yaşam alanı daralan kör kategoriler içinde nefes alamayıp hayata, hayatın sonsuz renklerine kör olanlaradır.


v. metin bayrak
14 nisan 2014’ kağıthane, istanbul





13 Nisan 2014 Pazar

TC'de Militarizm, Mecburi Askerlik, Vicdani Red Tarihi ve Algısı*

İlk oturumda arkadaşlarımızın ifade ettiği gibi Ayşe Gül Hanım, bir yakının cenazesi nedeniyle katılamayınca, konuya dair kısa sürede bir derleme yaptım. Bugünkü tartışmalarda, programdan da takip ettiğiniz üzere pek çok açı gözetilmeye çalışıldı. Toplantıyı düzenleyen az sayıdaki kişiye profesyonel iş hayatımın izin verdiği ölçüde katkıda bulunmaya çalıştım. Kurumsal bir angajman olmadıkça bu tür toplantıların yapılması çok güç. Kaldı ki kurumsal angajmanların, belli türden sınırlılıklara, sansürlere içkin olduğu da iddia edilebilir. O nedenle burada konuştuğumuz içerikle örtüşen, birbirini bütünleyen bir toplantı biçimi söz konusu. Özgürlük alanımızın, burada yapacağımız işin içeriğini pozitif yönde etkileyeceğini düşünüyorum.

Bir şeye, buradaki militarizme içkin hiyerarşik yapılanma ve örgütlenmeye dikkat çekerek konuşmama başlamak istiyorum:

Bulunduğumuz kurum, ilan edilen konuşma başlığı, seminerin gerçekleştirildiği fiziki mekân, aramızdaki mimari hiyerarşi vb. buyurgan bir söyleme içkin; işin trajik yanı, sıklıkla bunun farkında olmamamız. Bilgi, özellikle bilginin üretimi, paylaşımı ve uygula(n)ma sürecinde ideoloji ile kurumsal bir işbirliği içinde hareket etmekte ya da daha güçlü bir anlatımla bilginin ancak, ideoloji ya da iktidar olan kurumlarla ilişki içinde üretimi, paylaşımı ama özellikle de uygula(n)ması mümkün olmakta. Bunu şunun için dile getirmek ihtiyacı duydum: Foucoultca bir ifade ile “İktidar, söylem üretir.” Biz de burada üretilmiş söylemleri temele alarak bir söylem üretme denemesinde bulunacağız; iktidarın dışında olmaya çabalamanın beyhudeliğiyle. Bu nedenle konuşma yapan bir özne olarak andığım hiyerarşik durumun sakıncalarının olabildiğince farkında olmaya çalışarak buyurucu dogmatiklikten uzak kalmaya çalışarak konuyu, panoramik bir çerçevede ele almaya çalışacağım.

Burada bulunanların, asgari anlamda tarihsel arkaplan bilgisi olduğunu var sayarak tarihsel hatırlatmaları ihmal ederek daha çok vicdani ret tarihi ve algısı üzerinde durmaya çalışacağım. Fakat kısa da olsa birkaç şeye dikkat çekmek istiyorum.

Militarizm, neresinden tutulsa elinize bulaşacak bir kavram. Türkiye tarihinde militarizmi konuşmak için Selçuklu, Osmanlı ve hatta daha eskiye gidip tarihsel bir yolculuk yapmak gerekir kanaatindeyim. Fakat şurası muhakkak 1916’da Prusya’dan devşirilerek getirilen zorunlu askerlik, dönemin ruhuna da uygundur. İhttihat ve Terakki Partisi’nin kadroları, örgütlenme ve ‘problem çözme’ biçiminin, partinin “B Takımı” olarak da görülen Kemalist kadrolarca da içselleştirildiği iddia edilebilir. 1908’de iktidara gelen ve adını pozitivizmin iki temel ilkesinden, yani “birleşme” ve “ilerleme”den alan İttihat ve Terakki, 1910’da İstanbul’un Fethi’ni kutlamaya başlar. Dönemin İstanbul’unda Fransızca yayımlanan Monite­ur Oriental Gazetesi, fetih günüyle ilgili olarak, "11 haziran 1453; istanbul'un fethinin yıldönümü kutlanıyor." başlığını kullanır. Çok görkemli geçen 11 Haziran 1914 tarihli kut­lamalar, dönemin gazetelerinde geniş bir şekilde yer alır; Tanin Gazetesi’nin kutlamalarla ilgili haber metnine bakalım:
"Dün, İstanbul müstesna günlerinden birini daha yaşadı. Yakın vakte kadar milli heyecanın bu kadar beliğ bir misaline tesadüf edememiştik. Fetih gününün ebedi bir yadigârı olmak üzere, günümüze kadar gelen Ayasofya ile Fatih'in türbesi arasında yer alan bütün caddelerde, dükkanlar kapanmış, pencerelerden, kapılardan bayrakların kırmızı ve beyaz dalgaları taşmış, havanın çok kötü olmasına rağmen, bütün halk takım takım yollara düşmüştü." Sanırım burada 2009’daki Davos fatihini de hatırlayabiliriz. Aynı şekilde 2014 yerel seçimlerden önce Sancaktepe, Sultanbeyli eksenindeki bir blokta Fatih ile Erdoğan’ın yan yana asılması da hatırlanabilir.

Militarist kadrolar, militarist söylem ve politikalar  kısa zamanda ‘meyve’sini verir ve Türkiye Cumhuriyeti kurulur. Tek adam kültü ve onu besleyen Milli Şef, ülkenin henüz ergen bile olmayan demokrasi ve sivil geleneğinin kadük kalmasına neden olur. Aslında devlet başkanı statüsündeki cumhurbaşkanlarına bakıldığında da militarizmin izi sürülebilir. Şöyle ki, 3. Celal Bayar, 8. Turgut Özal, 9. Süleyman Demirel, bürokrat sivil olan 10. Ahmet Necdet Sezer ve nihayet 11. Abdullah Gül.  Ana muhalefet lideri, bu yıl yapılacak ve ilk kez halk tarafından seçilecek cumhurbaşkanı için “Sivil biri olmalı.” derken, hala asker adayların varlığına ya da imkanına gönderme yapmaktadır. Bireysel ve toplumsal bilinçaltına artık siyasal bilinçaltı da eklenebilir.

Türkiye’de militarizmi, size, küçük bir çocuğun tanık olduğu bir olay ile ifade etmeye çalışacağım: 12 Eylül 1980 cuntasının ardından yönetime el koyan askerler, ders kitaplarını yeniden yazdırırlar. Hayat bilgisi adlı ders kitabında “komşularımızı tanıyalım” konu başlıklı bölümde Türkiye’nin sınır komşuları, nüfusları, asker sayıları, savaş uçakları, savaş helikopterleri, savaş gemilerin anime edildiği grafiklerle anlatılıyordu… Militarizm denilince nedense ilkokul 3. sınıfta okuduğum o ders kitabı gelir hep… Türkiye’de militarizm, konuşmacıların dikkat çektiği ve çekeceği nedenlerden dolayı ülkede hakim olan ruh durumudur. Bu ruh durumunu besleyen ve de bu ruh durumundan beslenen patolojiler, ülke ve insanların patolojilerini norma dönüştürüp yerleşmesine neden olmakta.

Militarizm, “pembe tezkere” uygulamaları nedeniyle cinsel yönelimleri heteroseksüel olmayanların pek çok fiziksel, psikolojik, sosyal, ekonomik vb. işkencelere maruz kalmalarına da neden olmakta.

Militarizm, ete kemiğe bürünmüş askeriye ile belki de en çok başta Türkiye Kürdistanı olmak üzere temsilden politikaya her alanda anayasa, yasalar ve gelenekten gelen statüleri nedeniyle ülkenin ruh ve zihin dünyasına çöreklenmiştir. Kökleri hiç şüphe yok ki yüzlerce, binlerce yıllara dayanmakta.

Türkiye tarihinde pek çok kırılma, kriz anları, dönüm noktaları vardır. Toplumsal bellen nedeniyle kısa bir hatırlatma yapılmak istenirse: Ermenilerin 1909 Adana kırımı, 1915 büyük kırım, 1921 Koçgiri isyanı, 1923-1924 nüfus mübadelesi, Yahudilere yönelik 1934 Trakya olayları, 1938 Dersim kırımı ve tehciri, 1942’de müslümanlardan %5, Yunanlardan %156, Yahudiler’den %179 ve Ermenilerden %232 alınan Varlık Vergisi, 6-7 Eylül 1955, 1960, 1971, 1980, 1997 ve şimdi…

Türkiye’de zihin ve bilinç sınırları 1980 ile öyle bir çizilir ki bütün enerji, neredeyse futbola akıtılmaya başlanır. Futbol, izin verilen bir konudur; bunun dışında hele politik herhangi bir konu ya da sorunsa hemen marjinalize edilird/siniz. Salazar’ın 3F formulü (Fado, Fiesta, Futbol), Türkiye’de arabesk-fantezi-pop müzik, futbol ve din şeklinde tezahür eder. Devlet, topluma bizzat kimlik biçer; bu kimlik: Türk - Sünni İslam sentezidir. Siyasetin alanı iktidarca tanımlanıp sınırlandırılır. Gündem, iktidarca çizilen sınırların içindeki konulardır. Siyaset, hayatın dışına itilir. Devlet, "Ulan öküz Anadolulu! Sizin milliyetçilikle, komünizm ile ne işiniz var? Milliyetçilik lâzımsa bunu biz yaparız. Komünizm gerekirse onu da biz getiririz. Sizin iki vazifeniz var: Birincisi, çiftçilik yapıp mahsul yetiştirmek. İkincisi, askere çağırdığımızda askere gelmek." dediği iddia edilen tek parti döneminin Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’da dile gelen ‘hakikat’ ile hareket eder. Siyasi partiler, sendikalar, dernekler, kulüpler ya da kısa bir anlatımla toplumsal, siyasal alan oluşturabilecek her türlü “alan” kapatılır. Toplumsal - siyasal alanın “gaz sıkışması” üretilen müzik, futbol ve cemaatleşme, klikleşme ile alınmaya çalışılır. Kamplaşma alanları bellidir. Kamp(ınız), duruşunuzu, terminolojinizi,  bilincinizi,  davranışlarınızı köklü biçimde belirler. Fakat bunun geriden gelen ama mutlaka gelen kaçınılamaz bir maliyeti vardır: özgürlük. Erdoğan ve AK Parti hükumeti, tamamen militarist kodlarla beslenen toplum mühendisliğine devam etmektedir. Bu kez biçilen kimlik: sünni müslüman milliyetçilidir.

Heidegger, “Değişim, aynı olanda birleşmenin garantisidir.” der; bu sözün doğrulandığı olgusal örneklerin başında gelen ülkelerden biri olsa gerek Türkiye.

Vicdani ret
Türkiye’deki vicdani ret tarihi ve algısını,  hareketin sürecinde iz bırakmış çeşitli olayları, kişiler üzerinden  anarak görünür kılmaya çalışacağım. Bunu, Türkiye’deki vicdani ret geleneği içinde yer alan ve hareketi özgün kılan heterojenliğini, bir anlamda simgeye dönüşmüş kişiler ve davaları üzerinden ifade etmeye çalışacağım.

Panoramik bakış
Michel Foucault'nun "Entellektüelin Siyasi İşlevi", Max Weber'in "Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu"nda bahsettiği modern toplumda bireyleri itaatkarlaştıracak disiplin olarak militarizmin toplumun tüm unsurlarına dayatılması, analitik bakışta vicdani reddi sadece askerlik yükümlülüğü olan bireylerin meselesi olmaktan çok daha geniş kitlelere ait bir sivil itaatsizlik eylemine dönüştürür; bu nedenle VR hakkı ne askerlik görevinin reddine ne de erkekliğe hapsedilebilir. .

Hukuki durum
Türkiye Anayasasının “politik haklar ve görevler” başlıklı 5. bölümünün 72. maddesine göre “Vatan hizmeti, her Türkün hakkı ve ödevidir. Bu hizmetin Silahlı Kuvvetlerde veya kamu kesiminde ne şekilde yerine getirileceği veya getirilmiş sayılacağı kanunla düzenlenir.” İç hukuk mevzuatımızda Anayasa askerliğin “kanunla” düzenleyeceğini belirtmektedir. Nitekim, 1111 Sayılı Askerlik Kanunu ve 1076 Sayılı Yedek Subaylar ve Yedek Askeri Memurlar Kanunu askerliği zorunlu kılmaktadır. Örneğin, 1111 Sayılı Kanunun 1. maddesi “Türkiye Cumhuriyeti tebaası olan her erkek, işbu kanun mucibince askerlik yapmağa mecburdur.” diyerek bu zorunluluğu açıkça belirtmektedir.

Türkiye’de 20 yaşına ulaşan her erkek askerlik görevini yerine getirmek zorundadır. Kanunda belirtilen bazı geçerli sebeplerin bulunması halinde askerlik görevinin 38 yaşına kadar ertelenmesi söz konusudur.

47 üyeli Avrupa Konseyi’ne 1949 yılında üyeliğe kabul edilen Türkiye, Azerbaycan ile birlikte zorunlu askerlik sistemini halen uygulamakta ve vicdani ret hakkını tanımamaktadır. Beyaz Rusya’da da durum aynı olmakla birlikte, bu ülke AK üyesi değildir.

Diğer 47 üyenin 20’sinde profesyonel ordular bulunmaktadır. 25 üye devlette zorunlu askerlik bulunmakla birlikte vicdani ret hakkı tanınmakta ve bu hak kapsamında zorunlu askerlik hizmetinin yerine alternatif hizmette bulunma olanağı sağlanmaktadır.

Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) 318. maddesi (eski TCK’nin 155. maddesi) vicdani retçiliği “halkı askerlikten soğutma” suçu içerisinde nitelendirmektedir ve bu suçu 2 yıla kadar hapis cezası ile cezalandırmaktadır. Bu suçun basın ve yayın yoluyla işlenmesi halinde ceza yarı oranında artırılmaktadır. Böylece suçun cezası 3 yıla çıkmaktadır. Yeni Terörle Mücadele Kanunu’nun (TMK) 3. maddesi de bunu bir terör suçu sayıyor ki, Kanunun 4. maddesine göre de verilen cezalar yarı oranında artırılmaktadır. Sonuçta, vicdani ret hakkını savunmak 4.5 yıl ceza ile cezalandırılabilmektedir. Ayrıca, md. 4’e göre, bu cezanın üst sınırı da aşılabilmekte ve böylece de kişilerin miktarı belirsiz bir cezaya çaptırılma olasılığı doğmaktadır.

TCK’nın 319. maddesi ise “askerleri itaatsizliğe teşvik” suçunu düzenlemektedir. Bu maddeye göre cezalar bir yıldan beş yıla kadar çıkabilmektedir. Bunun savaş zamanında işlenmesi halinde cezalar bir katı oranında artırılmaktadır.

TCK ve TMK’nin dışında Türk Askeri Ceza Kanunu’nun (ACK) 87/1. maddesi silah taşımayı kabul etmeyen ve üniforma giymeyenleri “emre itaatsizlik” suçu içerisinde değerlendirerek 5 yıla kadar, bu suçun savaş durumunda işlenmesi durumunda 10 yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılabileceğini düzenlemektedir. ACK’nin 88. maddesi ise 87. maddedeki suçun “toplu asker karşısında veya hizmetten savuşmak için veya silahlı iken yapılması” halinde ise verilecek ceza 10 yıla kadar artabilmektedir. .

Sürece panoramik bakış
Vicdani ret kavramının ülke gündemine ilk adımı, Aralık 1989 ve Şubat 1990’da, Tayfun Gönül ve Vedat Zincir adlı gençlerin Sokak Dergisi aracılığıyla askerliği reddettiklerini duyurmalarıyla atılır. İzmir Savaş Karşıtları Derneği ve pek çok sivil inisiyatif ve dernekle kurulan vicdani ret platformu ve nihayet 15 Mayıs 2013’te kurulan Vicdani Ret Derneği, hareketin seyri içinde anılabilir.

Sokak Dergisi’nin girişimiyle Türkiye, ilk kez anti-militarist bir kampanyayla tanıştı. 1990’da başlayan “Askerliğe Hayır!” kampanyası, Aralık 1992’de İzmir’de, 1993’te İstanbul’da, Savaş Karşıtları Derneği’nin kurulmasına giden yolu açar. Ardından, sivillerin askerî mahkemede yargılanmasına dikkat çekmek için “Askerî Yargıya Hayır!” kampanyası başlatılır.

1989 yılında Sokak Dergisi ve Güneş Gazetesi`nde vicdani retçi olduğunu belirten Vedat Zincir ve Tayfun Gönül 3 ay hapis cezasına çaptırılmıştır. Bu ceza daha sonradan para cezasına çevrilmiştir. 1993 yılında Genel Kurmay Başkanlığı tarafından Adalet Bakanlığı aracılığıyla savcılıklara gönderilen suç duyuruları sonucunda “halkı askerlikten soğutma” suçlaması ile 217 dava açılmıştır.(12) Bu davalardan herhangi bir cezanın çıkmaması üzerine Genel Kurmay Başkanlığı "yargı fevkalade iyi işlemelidir. 217 suç duyurusundan şu ana kadar hiç mahkumiyet yok. Bu olmaz." diyerek ülkenin hukuk tarihine adını altın altın harflerle yazdırır.

1994-1999 yılları arasında yoğun yargılamalar ve sansürle karşılaştılar. “Halkı askerlikten soğutmak”, “millî mukavemeti kırmak” gibi suçlamalarla haklarında askerî mahkemelerde davalar açıldı, cezalar verildi. Dile gelmek, bir anlamda “cinin şişeden çıkması” olarak da değerlendirilebilir. Süreç, devlet tarafından ne kadar baskılanırsa baskılansın AİHS’den gelen hakların ve verilen kararların da etkisiyle bugünlere geldik. Bugün konuya dair ciddi kazanımların varlığından söz edilebilir. Bunda çeşitli işkenceleri, sivil ölümü göze alanların payı çok büyük, kendilerinde burada bir daha saygıyla anıyorum.

1994’te Osman Murat Ülke bu sorunu ilk kez kamunun dikkatine sundu ve çeşitli aralıklarla toplam 43 ay hapis cezasına çarptırılır. Osman Murat Ülkenin AİHM’e yapmış olduğu başvuru 24 Ocak 2006 tarihinde sonuca bağlanır.
2002’de Mehmet Bal, -askerken- vicdani reddini açıklayan ilk kişi olur. 2004’te Halil Savda, mevcutlu olarak askerî birliğe götürülünce vicdani ret açıkladı, tutuklu yargılanır. 2005’te tutuklanarak birliğe götürülen retçi Mehmet Tarhan, daha önceki davalardan farklı olarak “toplu erat önünde ve askerlikten tamamen sıyrılmak maksadıyla emre itaatsizlikte ısrar” suçlamasıyla yargılandı, 11 ay askerî hapishaneye kapatılır.

Mehmet Tarhan 27 Ekim 2001 tarihinde vicdani retçi olduğunu açıkladı. 8 Nisan 2005 tarihinde tutuklanarak Sivas Askeri Hapishanesine gönderildi. Askeri Ceza Kanunun 88. maddesinde düzenlenen “itaatsizlik” suçundan toplam 4 yıl olmak üzere hapis cezasına çaptırıldı. Askeri Yargıtay 3. Dairesinin bu kararı bozmasına rağmen, ilk derece mahkemesi olan Sivas Askeri Mahkemesinin kararında diretmesi üzerine, dava Askeri Yargıtay Daireler Kuruluna geldi ve burada kararı doğru bulan mahkeme sadece cezanın üst sınırdan verilmiş olmasından dolayı kararı bozdu ve Mehmet Tarhan 9 Mart 2006 tarihinde de serbest bırakıldı. Fakat, Askeri Yargıtay Daireler Kurulu tarafından “Homoseksüalite’nin (eşcinselliğin), TSK Sağlık Yeteneği Yönetmeliği'nin 17/B-3, 17/0-3 maddelerinde 'askerliğe elverişsizlik' halini öngören psikoseksüel bozukluklar ve ileri derecede psikoseksüel bozukluklar kapsamında olması, askerliğe elverişli olmadığını ileri sürenlerin askeri hastane sağlık kurullarınca belirtilen esaslar çerçevesinde bu durumda olup olmadıklarının saptanmasının gerekmesi 1111 sayılı Kanunun 26, 27, 28, 38, 41'inci maddeleri) karşısında, sanığın bu yöndeki muayene ve sağlık kurulu işleminin 1111 sayılı yasa kapsamına tabi olup zorunlu olduğu..." kararı verilmiştir.

Mahkeme kararınca psikoseksüel bir bozukluğun ise askeri doktorlardan oluşan bir sağlık heyetine “pasif anal ilişki” halini gösteren video veya fotoğraflarla ispat edebilmesi gerekmektedir. Oysa ki, oluşturulan bu ispat sistemi öncelikle herhangi bir iç kanun ve yönetmeliğe dayanmamaktadır. İkincisi, böyle bir ispatlama sistemi insanlık dışı ve özel hayatın gizliliği ilkesine aykırılık teşkil etmektedir ki, Anayasa’nın 20. maddesi de herkesin özel hayatına saygı gösterilmesini istemeye hakkı olduğunu belirtmektedir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’de Birleşik Krallık Ordusundan atılan homoseksüel 4 kişininin başvurusunda, Birleşik Krallığın sözleşmece güvence altına alınan özel hayatın gizliliğine saygıyı ihlal ettiği yönünde karar verir.

Halil Savda, Çorlu Askeri Mahkemesi tarafından yapılan yargılamada “emre itaatsizlik” suçlamalarından toplamda 21.5 ay hapis cezasına çaptırılır.

Vicdani retçilerin karşılaştıkları bu cezaların dışında bir de askerlikle doğrudan ilişkisi olamayan herhangi bir kişi vicdani ret hakkını savunduğu anda TCK’nın 318. maddesi uyarınca “halkı askerlikten soğutma” suçlamasıyla yüz yüze kalmaktadır. Perihan Mağden’e Yeni Aktüel dergisinin Aralık 2005 tarihinde “vicdani ret bir insan hakkıdır” başlıklı yazısından dolayı basın yoluyla halkı askerlikten soğutma suçlamasıyla dava açılması ve daha sonrasında bu davadan beraat verilmesi tam da bahsettiğimiz bu noktaya iyi bir örnek teşkil etmektedir. Ancak, Perihan Mağden tek örnek değildir. Birgül Özbarış hakkında da çalıştığı gazetede yazdığı vicdani ret ile ilgili bir yazıdan dolayı TCK’nın 318. maddesini yedi kere ihlal ettiği iddiasıyla dava açılmıştır. Ayrıca bu yazıyı yayınlayan yazı işleri müdürü Hasan Bayar ve gazete sahibi Ali Gürbüz hakkında da bu konuyla ilişkili olarak eş zamanlı davalar açılır.

İçeride görülen davalardan kimileri AİHM’e taşındı. 2006 başında Osman Murat Ülke’nin davasında AİHM, Türkiye devletinin vicdani retcilere uyguladığı baskıyı “sivil ölüm” olarak tarif eder.

2007’de Enver Aydemir, Türkiye’de İslami gerekçelerle vicdani reddini açıklayan ilk kişi olur.

Devletin ‘çözüm’ü
TSK’nın zorla rapor verdiği retçilerden biri de Halil Savda. “Asosyal kişilik raporu” verilen Savda’ya göre “sosyalitenin esası diyalog, yaşatma, anlayış ve insan ilişkilerinin özgürlüğüdür. Ordu ise otoriteyi, zoru, kontrolü ve yok etmeyi ifade ediyor. Bu da sosyalitenin inkârıdır. Bu nedenle asıl anti-sosyal olan ordudur.”.

Vicdani retci Savda, hükümetin çürük raporlarıyla uluslar arası yükümlülüklerini yerine getirmekten kaçındığına dikkat çekerek “Çürük raporları vicdani reddi ve vicdani retçileri unutturmayacaktır. Görünür olmaya devam ediyorlar. Son bir yılda yüzden fazla genç vicdani retlerini açıkladılar. Bu vicdani reddin görünmez kılınamayacağının açık örneği oluyor.” der.

Cin şişeden çıkıyor
Türk kamuoyu bu kavramla, 1989’da Tayfun Gönül ve Vedat Zencir'in Sokak Dergisi'nde vicdani retlerini açıklamaları ile tanışmıştı. Bunlar hakkında TCK m.155'den dava açıldı ve sivil mahkemede yargılandılar. Bu yargılama sonucu, Vedat Zencir beraat etti, Tayfun Gönül ise üç ay ceza aldı ve bu da para cezasına çevrilir.

Vedat Zencir’in uzun bir alıntı tıyı sizlerle paylaşmak istiyorum: "Ben Vedat Zencir. Şiddeti, emir alıp vermeyi yasantıma almamaya niyetli ve kararlı olan bir insanım. Yasantımı bir takım ahlaki ilkeler dogrultusunda göstermeye özen gösteriyorum. Bunun için yasam anlayısımla çelisecek kurum, kurulus ve islerde bulunmuyorum. 20 yasından beri kendimi ne zaman askere alınmıs düsünsem veya bunun rüyasını görsem mide krampları geçiriyorum. Emir alıp vermek benim kisiligimle, duygularımla hiç bagdasmayan bir sey. Hele kendimi tanımadıgım insanları öldürmeye hazır düsünmek -bu, hiçbir sekilde kabul edemeyecegim bir durum. İnsan benim için dinsel boyutta kutsal bir yaratık degil, fakat ben insana tanrısal bir yükleme yapmadan her insanın yasamını en az kendiminki kadar kutsal buluyorum. Bu yüzden de gerekçesi ne olursa olsun öldürmeye yönelik herhangi bir yapı içinde bulunamam. Kendi degerlerim dogrultusunda yasamak benim en dogal hakkım. ustelik benim degerlerim gayet safiyane seyler. siddet istemiyorum. emir almak-vermek istemiyorum. simdi, bunun dısında bir davranısa zorlanmamı da dogrusu hiç aklım almıyor." cümleleriyle 1989 yılında TC'de Tayfun Gönül'le Sokak Dergisi aracılığıyla vicdani reddini açıklayan iki insandan biri olan, İzmir Savaş Karşıtları Derneği'ni kurucusu ve en önemlisi TC'de ilk kez vicdani red birleşik kelimesinin telafuzunu sağlar.

Osman Murat Ülke
İzmir Savaş Karşıtları Derneği Başkanı Osman Murat Ülke'nin 7 Ekim 1996 tarihinde TCK m.155'deki "halkı askerlikten soğutma" suçunu işlediği gerekçesiyle, Askeri Ceza Kanunu m.58'de düzenlenen "milli mukavemeti kırma" fiiline dayanılarak tutuklanması ile birlikte ülkenin siyasal gündemine "vicdani red" kavramı girmiş oldu.

Enver Aydemir
Mahkemedeki savunmasından
“Herkesçe malum olduğu üzere İslam dini, “tevhid” ilkesi üzerine bina olmuştur. Bu ilkenin olmadığı yerde İslam dininden söz etmek mümkün değildir. Bu ilkenin zedelendiği yerde ise İslam’ın yani Allah’a teslimiyetin zedelenip sağlıksızlaşacağı aşikârdır.

Arapça “Eşhedü en la ilahe illallah” şeklinde ifade edilen tevhid cümlesi Türk diline “Allah’tan başka ilah yoktur” şeklinde çevrilmiştir. Bu çeviri yanlıştır. Doğru çeviri “Allah’tan başka ilahları reddederim” şeklinde olmalıdır. Çeviri hatası cümlede geçen “la” kelimesinin “yokluk” anlamında tercüme edilmesinden kaynaklanmaktadır. Doğru tercüme “kabul etmeme, onaylamama, reddetme” şeklindedir.

Tevhid cümlesinin sağlıklı kavranabilmesi için yani sağlıklı İslamlaşma için “ilah” kavramının da doğru ve iyi anlaşılması gerekir. İlah kavramı sözlükte “yaratıcı, evrendeki tüm olayları düzenleyen” anlamlarıyla beraber “insan hakkındaki tüm tasarrufun sahibi, rızkı yani geçimliliği düzenleyen, ölüm ve hayatın sahibi” anlamlarına da gelir.

Tevhid kelimesini söyleyen biri olarak hayatım hakkındaki tüm tasarrufu Allah’a hasrettiğimi ve bu tasarrufa ortak olmaya çalışan (ilahlığa soyunan) kişi, kurum, toplum ve devlet gibi şeyleri reddettiğimi söylemiş oluyorum. Bu benim Allah ile olan sözleşmemin temelini oluşturur. Buna aykırı hareket etmem durumunda müslümanlığım yani Allah’a teslimiyetim tartışmalı hale gelir.

Mutlak itaat, ölmek ve öldürmek gibi temelleri olan yani birey üzerinde tam bir tasarruf arz eden “zorunlu askerlik” dayatmasını kabul etmem İslamlığımla temelden çelişir. Böyle bir dayatma devlet vatan tanrı… her ne adına olursa olsun kabul etmem mümkün değildir.”



Yunus Erçep
Yehova Şahidi Yunus Erçep, "Artık cengi öğrenmeyecekler." diyen İşaya 2:4 ayetine dayanarak vicdani reddini açıklar. Erçep 14 yıldır vicdani reddi sebebiyle çeşitli sözlü ve fiziksel tacize maruz kalır.
"Dinsel paranoya" teşhisiyle psikiyatri kliniğinde yatırıldı, para cezalarına çarptırıldı ve 5 ay askeri cezaevinde kalır.
Erçep bugüne kadar 25 kez askerlik "hizmeti"ne (?) çağrıldı ve 21 kez hakkında dava açılır.
Askeri Yargıtay, en son  "Yehova Şahidiyim" diyerek askere gitmeyi reddeden Erçep'in 2 ay 15 günlük hapis kararını onamış ve  Erçep'e zorla askerlik yaptırılması kararını verir.
Erçep de 1999’dan beri bu konuda sürdürdüğü hukuki mücadeleden bir sonuç alamayınca konuyu 2005'de AİHM’ye götürdü ve kararları nihai olan bu mahkeme, Erçep’in başvurusunu  aynı yılın mart ayında kabul eder.
Annesi Ermeni, babası Türk olan Erçep, 1986'da 17 yaşında bir lise öğrencisiyken mahkemeye başvurup "Babam Müslüman olduğu için nüfusa öyle yazıldım" diyerek, hüviyetinin din hanesinin değiştirilmesi için dava açmıştı. O tarihte Milliyet gibi büyük gazeteler bu haberi "Din dersinden korktu din değiştirdi." gibi yaratıcı başlıklarla soruna yaklaşır.
Mehmet Tarhan  
AİHM, Türkiye'nin AİHS'nin 3. ve 9. maddelerini ihlal ettiğine hükmederek vicdani retçi Mehmet Tarhan'a 12 bin avro tazminat ödemesine karar verdi.

İnan Süver
“Ben vicdani retçiyim ve bir gün bile askerlik yapmak istemiyorum.” diyen ve 318’den firara, emre itaatsizlikten halkı askerlikten soğutmaya… hakkında çok sayıda dava açılan arkadaşımız, meşru hakkı nedeniyle halen sivil ölüm yaşamaktadır.

Muhammed Serdar Delice
Muhammed Serdar Delice ‘milliyetçi vicdani retçi’ olarak bir ilk. Delice, kınalar yakılarak peşinden ‘En büyük asker’ sesleriyle gitti askere gider. Fakat beş ay sonra sorgulamaya başlar.. Vatanın uğrunda öleceklere değil, ona hizmet eden zeki nesillere ihtiyacı olduğunu söyler. “Kürt kardeşlerimizden yalan hedefler yaratıldı.” der. Kasımpaşa Askeri Cezaevi’nde koşullarının düzelmesi için açlık grevi yapar.  Hakkında üç ayrı suçtan dava açılır: Firar, emre itaatsizlik ve halkı askerlikten soğutmak.

Ali Fikri Işık
Işık, Kürtçe yaptığı savunmasında uluslararası hukuka aykırı olduğu için mahkemeyi kabul etmediğini belirtir.  Mahkemenin meşru olmadığını söyler. Işık: “Ben bu suçtan dolayı daha önce tutuklandım ve caza aldım. Aynı suçtan bu mahkeme be daha kaç defa yargılayacak, bu adalet değildir. Bu dava sivil mahkemelerde yürütülmelidir. Vicdanen reddediyorum. ‘Firar’ kelimeleri benim için anlamsızdır. Bu yargıya, mahkemeye inancım yoktur. Bu yüzden 14 gündür açlık greviyle, sakallarımı kesmeyerek, askeri elbiseleri giymeyerek protesto ediyorum.” der. Savunmanın ardından savcının “Askere gidecek misin?” sorusunaysa “Savcının sorduğu soru anlamsızdır. Ben askerliği reddediyorum. Asla askerlik yapmam.” diye cevap verir. Uzun süre sivil ölüme mahkum edilen Ali Fikri’nin sivil ölümü, hakkında verilen “askerliğe uygun değildir” raporu ile sona erer.

Kadın vicdani retciler
Vicdani ret, yalnızca askeri kurumlarla ilgili bir olgu olmadığı gibi salt erkeklerle de ilgili değildir. Militarizm ve türevi uygulamalar, kadınları da mağdur statüsüne itmektedir. "Barış İçin Vicdani Red" ağının koordinatörü Gülsüm Ekinci, 2010 yılının başlarında birkaç arkadaşıyla “Barış için vicdani ret” ağı kurarlar.  Ekinci, “Vicdani ret yalnızca erkeklerin konusu değil. Askerlik, militarizm de aynı şekilde yalnızca erkekleri, erkeklerin hayatını etkilemiyor. Kadınlar da en az erkekler kadar etkileniyor. Yalnızca eşinin, evladının, sevgilisinin kardeşinin askere gitmesiyle değil yaşanan acıların, savaşa ayrılan bütçenin bütün olumsuz etkilerine maruz kalıyor.” diyerek vicdani rede kadın boyutunun eklenmesine yol açarlar.

Vicdani ret - Total ret
Vicdani Reddin yasallaşması, zorunlu askerlik yerine kamu hizmetinde çalıştırma konusunu gündeme getiriyor. Kamu hizmetinin nasıl yapılacağı hususu yasal düzenlemenin esasını oluşturuyor:
a. Silahlı kuvvetlerin geri hizmetinde çalıştırma. Bu mutfak, levazım, sağlık ve ulaşım olarak ifade ediliyor.
b. Çevre, sağlık ve sosyal hizmetler ile bakım evlerinde çalıştırma.
Belediyelerin çöp toplama işinden yol yapımına kadar, devlet, istihdam ihtiyacını ve görev alanlarını belirliyor ve Vicdani Redciye bunlardan birini seçmesini öneriyor.

Hukukun sınırlandığı haklar alanı “total retçilerin” durumudur. Total Retciler yani sivil kamu hizmeti dahil devletin zorunlu kıldığı her türlü hizmeti reddedenler, sivil kamu hizmetini yapmak istemediklerinde VR hakkı tanınsa bile mağdur olmaya devam edeceklerdir.

Algı, nefret suçu
Pek çok köşe yazarı da vicdani retcilerin "hakaret", dürüst savcıların "nefret suçu" davaları açabileceği yazılar yazarlar.  Bir bölümü vicdani retcileri "vatan haini" ilan edip linç objeleri olarak hedef gösterir.
Öylece ileride vicdani reddini açıklayacaklara da göz dağı verilir. Bakış açılarının birleştiği ortak noktası, iyi niyetle "bilgisizlik" ya da daha kötüsü "kasıt" idi. "Her Türk asker doğar"ı savunanlar, burada zorunlu askerliğin Prusya’dan devşirme bir yasayla 1916’da başladığını bilmezler. Kaldı ki 1. Dünya Savaşı’nda asker kaçaklarının en çok olduğu ülke Osmanlı’dır: %40.  VR ile ilgili Türkiye'deki ilk ankete göre halkın yüzde 78.8'i vicdani reddin ne demek olduğunu bilmiyor ama aynı halkın yüzde 81.8'i vicdani redde karşıdır. Yani bilinçli vicdani reddi "red" sadece yüzde 3'tür. Bu da meselenin kutsal devlete zeval getirecek bir öcü olarak algılandığı gösterir.

Ara sonuç
Türkiye’nin vicdani reddi tartışmasına ve hak olarak tanımasına giden yolda üç temel kırılma noktası vardır. İlki Vicdani Retci Osman Murat Ülke’nin Ocak 2006 yılında Avrupa insan hakları mahkemesinde (AİHM) Türk hükumetini mahkum ederek davayı kazanmasıdır. Hükumet mahkeme kararının gereğini hala yerine getirmemiştir. İkinci kırılma noktası ise Avrupa Konseyi Bakanlar komitesinin Türkiye’nin AİHM’nin Osman Murat Ülke kararının gereği için Aralık 2011’e kadar süre tanımış olmasıdır. Bu açıkça Vicdani Red hakkını tanıma çağrısıdır. Üçüncü kırılma noktası ise AİHM Büyük Dairesi, 2011 yılında Ermenistan Bayatyan kararında, Vicdani Red hakkını sözleşmenin 9. Maddesi “dini inanç, vicdani ve düşünce özgürlüğü” kapsamında değerlendirilmiştir. Bu sözleşmeye taraf ülkeleri yasal düzenleme yapma zorunluluğunu sağlamıştır. Taraf devletlerin sözleşmenin gereğini yapmak dışında bir şansları yoktur.

Sonuç
VR hakkı, total retcilerin sorununu çözmüyor. O nedenle artık top çevirmek için alanı gittikçe daralan Türkiye’de VR hakkı tanınsa bile total ret için mücadele edilmelidir. VR hakkının iç hukukta tanınmasının ardından bu harekete destek veren biri olarak yalnızca şunu söyleyeceğim: bu, daha başlangıç, mücadeleye devam!

* 13 Nisan 2013'te Cezayir Salon'da "Vicdani Ret, Mecburi Askerlik, Askeri Yargı, TCK 318, ve Militarizm / Antimilitarizm, Bilmek, Sormak İstediğiniz Her Şey" konu başlıklı toplantıda yapılan konuşmanın metnidir.

V. Metin Bayrak

13 Nisan 2013, Kağıthane - İstanbul