Gücün Simgeselleşmesi Üzerine
(Simgelerin İktidarı Üzerine)
“Tüketmek, ibadettir.”
Bu
yazılamada; simge, güç, iktidar, simgeleşme, nesneleşme, nesnelleşme, iktidarın
simgeleşmesi, ülke, devlet, temsil, temsilci/lik, totem, tanrı, din,
konvansiyonel din, İbrahimi din/ler, mabed, firma, sermaye, marka, sınıf,
aidiyet, egemen/lik, hegomonya, tahakkûm, küreselleşme, küresel sermaye,
kapitalizm, post-kapitalizm, tüketim, ibadet, paganizm, hedonizm kavramları ve
ilişkileriyle 19. ve 20. yüzyılın küresel aktörlerinin başında gelen Paris’in
(Fransa) Şanzelize Caddesi’ndeki Louis Vuitton mağazası (Dünya –> Avrupa
–> Fransa –> Paris –> Şanzelize –> LW –> Ürünler –>
Müşteriler/i), bunlar arasındaki ilişkiselliğin dinamikleri ve ürettiği iktidar
yapılanmasıyla kutsalları; gücün temsili üzerinden iktidar, kutsallık, ibadet,
temsiliyet kavramları dolayımıyla okunmaya ve 21. yüzyılın ekonomi–politikası
ve uzantısı ya da türevi simgelerine dair kimi hipotetik tezler –daha doğrusu
"noesis" niteliğinde– ileri sürülmeye çalışılmaktadır.
Konu, simge
ya da obje olarak Louis Vuitton’un Şenzelize Caddesi’ndeki (kamusal alan/kent)
mağazası seçildi. Çünkü temsilin, gücün, uğraklığın, ekonomi–politiğin
cisimleştiği, hayata sirayet ettiği, yazılamanın harcını oluşturan kavramların
kesiştiği bir varlık alanı. Bunların kesişim kümesinde olan bir markanın
ontolojik–epistemolojik çözümlemesi ya da bir başka deyişle yapısal
(ekonomi-politik, simgesel yani geniş anlamda ideolojik) okuması. Antropolojik
parantezin içinde kalana odaklanıp olgudaki mevcut hayatın zamkına; buraya
içkin olan iktidara, paraya ve türevlerine; markaların birer tanrı olarak
düşünce yapılarına ya da silikleşip flulaşarak fona dönüşen, kendi(si)ni her
yerde gösterip hiçbir yerde olmayan sisteme; sistemin kusmuğu para yoluyla tanrı(ça)larına
ibadet ettiren (bu cinsiyetçi söylemle yeniden üretilen retorik) Zeitgeist’a
bakmak. “Zeitgeist’in ruhu, ancak, onu
teneffüs edip ona teslim olmadan soyulabilir.” varsayımından hareketle
klavyeye alınan bu yazılamada dile gelen tezler, çağın maneviyatını ifşa etmeye
yöneliktir ve “noesis” kategorisindedir.
Tezler, raslamsal olup entelektüel olarak ciddi hesaplaşmaların ardından
dillendirilmiş değiller. ‘Akıl’la değil belki ama ‘rasyo’ ile kirletilmemiş,
naifliği satın alınmamış; bu anlamıyla (da) “anything goes”a (Feyeraband’e selam!) “uygun”. Diğer yandan uyarıcı bombardımanı altında 140 karaktere,
okumanın yerini göz atmanın aldığı günümüz ruhuna teslim ol(ma)maktır!
Simge;
güce, kimliğe ve mânâya içkindir. Dolaysız bir iletişim aracı olan simgenin
bizatihi kendisi iktidardır. Dil, bir bakıma simgeler/in toplamıdır. Somut,
yani fizik ya da metafizik varlıkları taşır, yaşatır, yeniden üretir, başkalaş(tır)arak
mutasyona uğra(tı)r, virüsmüşçesine ölümsüzleş(tir)ir. Bir iletişim aracı
olarak simge, taşıdığı “ileti”yi bir özneden –zaman zaman ondan
bağımsızlaşarak– bir başka özneye taşır, ulaştırır. Güce ve/veya kimliğe
içkinliği burada da gözlenir.
“Simge, yaşama, dille ve mânâyla birlikte
eşzamanlı girmiştir.” tezi
sorunludur; çünkü simge, dar anlamıyla dilden önce hatta menşeindeki temel
olgulardan biridir; dil, doğal ve/veya yapay yollarla ya da araçlarla iletişim
sağlayan bir araçtır; bu nedenle “Simge,
doğal dili aştığından, insanın insanlaşma sürecinde doğmuştur.” tezi ileri
sürülebilir.
Armalar,
bayraklar, logolar, hatta isimler simgedir; kelimelerse düşünce ve
gerçeklikteki varlıkların dildeki simgeleri olarak düşünülür: “Dilimin sınırları, dünyamın sınırlarıdır.”
(Wittgeinstein’a selam!) Olgusal dünyada simgelerin, taşıyıcısı olduğu varlığı
aşıp müstakil bir varlığa dönüştüğü örneklere rastlanır. Mesela ülkelerin
bayrakları, askeri birliklerin flamaları, firmaların kurumsal logoları,
markaların ikonları vb. Kimi zaman da simgeler, örneğin başörtüsü / türban,
zamanla mutasyona (terimden nesneye, “türban”dan “başörtüsü”ne geçiş sürecinde
geleneksel gösterilenin / nesnenin yerine geçiş) uğrayarak bambaşka bir anlama
ya da kimliğe bürünebilir. Sumerlerde tapınak fahişesi rahibelerin bulundukları
ya da taşıdıkları statünün yüksekliğinin ifadesi olan başörtüsü, zamanla
‘sıradan’ kadınların da bu ‘değerli’, statü sembolü olan aksesuarı ya da
simgeyi kullanmalarıyla gündelik seküler yaşama sirayet eder. Semavi dinlerle
birlikte, bir başka içeriğe kavuşarak yeniden uhrevileş(tiril)ir. Yakın zaman
Türkiyesi’nin sosyal-ekonomi-politik-ruhsal tarih okuması, bu “simge” ya da
“sembol"den bağımsız yapılamaz. Bir ülkenin, toplumun iç huzurunu,
ahengini, politikalarını, insanlar arası ilişkilerini, kurumsal işleyişini
derinden etkileme, yönlendirme gücüne sahiptir. Bu nedenle: “Simge, nesnesinden, kullanımından müstakil
bir kimliğe ve iktidara (da) sahiptir.” tezi ileri sürülebilir.
Antropolojik
anlamda “ilkel” adı verilen kabilelerde simge, “totem"lerinde cisimleşir,
onunla özdeşleşir. Şaman, totemin, topluluğun üyelerine aktarımını, tebliğini
yapar; klan, kabile vb. sosyolojik birim, kendini bir başka topluluktan ya da
birimden ayırt edici bir dile ya da simgeye kavuşur; bununla ifade eder
kendini; kimliğinin ayırılmaz parçasına dönüşür; hatta kimliğini onunla kurar,
işte bu dil, klanın ya da topluluğun/un simgesidir, toplulukla ve üyeleriyle
özdeştir bir bakıma.
Klan sayısı
arttıkça totemler/i de artar; klanlar farklılaştıkça totemler/i de farklılaşır.
Klanlardan biri, diğerleri üzerinde tahakküm kurarak “eşitler arasında birinci”
(primus inter pares) konumuna yerleşir.
Arkaik anlamda devletin izleri, siyaset biliminde, felsefede burada (da) aranır.
Diğer simgeler üzerinde otorite kuran, simgeler arasında hiyerarşi yaratan klan
ve şefi, zamanla krala, tanrı-krala ve nihayet imparatora evrilir; Japonya’daki örneğiyle “Güneşin Oğlu”na.
Şeften krala evrilme sürecinde topluluklar, sosyo-siyasal evrim geçirerek devletin
ilk şekillerini üretir. Siyasal yönetim kurumlaştıkça büyür ve merkezîleşir;
merkezîleştikçe de bürokrasi, vergi, hazine, dağıtım, lojistik, yazışma, sınır
vb. kavramlar, kurumlar ve ilişkiler doğar; bunların dolaysız anlatımı,
kaçınılmaz biçimde simgeleri yaratır. İktidarın temsile olan ihtiyacı,
merkezden bütün hâkimiyet alanına egemenliğinin aracı ile ikame edilir. Temsil, ihtiyacı/nı simgeyle çözer: iktidar, temsillerle kendi egemenliğini anlatır;
henüz her yerde değildir; resmi alanlardadır ve etkileri sınırladır.
Yeniçağ, bu
panoramik görünümün ardından zuhur eder; modern devletler doğar. Alternatif
ulaşım yollarının keşif, yeni yaşam alanlarının –insan ve doğa anlamında–
sömürgeleştirilmesi, kimi bilimlerdeki üretimler ve teknolojik aygıtların da
yardımıyla devletler, toplumlar ve kıtalar arası iletişim artar; bu
‘gelişmeler'e, değişimlere paralel olarak ilişkilerin ürettiği temsilcilikler,
elçilikler, müesseseler de doğar ve de
facto dolaşıma girer. 17. yüzyılda ilk örneklerine rastlanır; 18. yüzyıldaysa
kurumsallaşır. Burjuvazi, kapitalizmin inkişafıyla kendi kamusal alanını da
yaratmaya başlar; dinin ve aristokrasinin kodları dışında “civil” kamusal alanlar doğar; mesela kafeler. 18. yüzyıl. öncesinde
heyetlerin uzun süreli ziyaretleriyle kurulan ve sürdürülen ilişkiler, kalıcı
temsilcilikler –elçilik, konsolosluk– üretir. 19. yüzyılda özellikle
imparatorluklar, kendi güçlerini dünyaya anlatma, berkitme, yayma araçlarının
başında elçiliklerini kullanırlar; şatafat, özellikle takvim günlerinde verilen
resepsiyonlarla şahikasına ulaşır. 19. yüzyılın ikinci yarısıyla birlikte
başlayan fuarlarsa, imparatorlukların orduya paralel olarak inkişaf eden,
gelişen, anılan sanayi –teknik– ekonomik güçlerini sergiledikleri, bir tür
silahsız çoklu cephe şeklinde savaştıkları platformlara dönüşür.
Şefin
krala, meşruti monaraka evrildiği süreçte konvansiyonel iktidar, Yeniçağla ya
da sekülerleşmeyle, bir başka deyişle “ratio"nun egemenliğiyle ve/veya
tanrısal aklın yerine geçmesiyle güç kaybeder. 17. yüzyılda İngiliz Aydınlanmasıyla
başlayıp 18. yüzyıl Fransız Aydınlanmasıyla nihai formunu kazanan yönetim
anlayışına Alman Aydınlanması felsefi zırhını kazandırır; böylece kralın
yetkileri tırpanlanır, bunun zorunlu sonucu olarak 19. yüzyıldaki Anayasal
Monarşilerin yolu açılır. Günümüzde de çeşitli örnekleri (Birleşik Krallık,
İsveç Krallığı, Hollanda Kraliyeti, İspanya Krallığı, Japonya, Tayland vb.)
görülmesine karşın asgari etki ve/veya yetkileri olmakla birlikte varlıklarının
sembolik olduğu söylenebilir. Yeniçağ ile birlikte artan ekonomik faaliyetler,
gelişen teknolojilerle üretim araçlarının değişmesi, tarım ve hayvancılıktan
endüstri toplumuna evrim, toprağa dayalı egemenliğin ve türevi Aristokrasinin
koltuğunu sarsar. Kapalı toplumlar, yerini, zamanla ekonomi–politikteki
değişimlerin de etkisiyle açık topluma bırakır. Değişim, iktidar/ın devri,
sancılı olur. Çatışmanın doğurduğu kaos sürmektedir.
Hayata
egemen olan “kutsal üçlü”, aristokrasi, monark ve din kurumundan oluşur. Aristokrasi
-ki ruhban sınıfı ve/veya ulema da bu kategori altında düşünülebilir-, kutsal
üçlünün oluşturduğu ittifakın zamkıdır; krallık rejimi ve 'vicdan'ı (olan)
kilise(si)yle ve/veya cami(si)yle yani statükoyla ittifakını güçlendirerek
mevcudu/nu muhafaza etmeye gayret eder; kaçınılmaz değişime ya da sona
direnmeye çalışır, oysa direndiği yaşamdır ve Zeitgeist’a teslim olur; çünkü o,
yaşamın koşulsuzca tek hâkimidir, sonuç: burjuvazinin ve ‘kuru kalabalık’ın ya
da ‘baldırı çıplaklar'ın mutlak egemenliği! Ama şimdilik!
Burjuvazinin
19. yüzyılda kemikleşen, atomize olan gücü, kapitalist ekonomi–politiğinin
dünya üzerindeki egemenliğiyle daha da güçlenir. Küresel ticaret ve türevi
turizm/in İkinci Paylaşım Savaşı’nın ardından ivme kazanması, sınırları,
burjuvazi ve/veya sermaye için gittikçe anlamsızlaştırır. Küreselleşme,
özellikle ‘I'. Dünya’nın ‘II.’ ve ‘III'. Dünya’ya erişimlerini kolaylaştıracak
hukuksal düzenlemeleri ulus–devletlere bir ‘zorunluluk’, ‘ev ödevi’ olarak
sunar ve sermayenin –ki artık ‘sahipsiz'dir-,
‘yabancı’ yatırım(lar)ın önündeki bütün engelleri kaldır(t)ır.
Borsaların
küresel işleme açılmasıyla burjuvazi (Yazılamada “Sahipsiz Sermaye" SS
diye söz edilecektir.), bir yandan ontolojik anlamda mutasyona uğrarken diğer
yandan da sahipsizleşerek devlet bütçelerini aşan büyüklüklere ulaşır. (Apple,
Microsoft, GM, WallMart, Toyota, VW vb.)
SS ekonomi-politiğinin ürünü olarak devletler, küresel firmaların
ve/veya markaların hizmetçisine, asistanlığına, kârlarını maksimize eden
araçlığa soyunur. Ülke yönetimlerinin ‘başarı’sı, küresel firmalara (SS)
gösterdiği kolaylıklarla ölçülmeye başla(nı)r. Ortaçağ’daki “Felsefe, dinin hizmetçisidir.” sözü, “Bilimler, devletler ve de facto hukuk, markaların (SS) hizmetçisidir.” tezine evrilir;
hizmet edilenin ‘rengi’ değişse de özü aynıdır: egemen/in iktidarı.
Mazinin
kralları diye de düşünülebilen günümüz devletlerinin yönetici elitlerinin
(şansölyeler, devlet başkanları, başkanlar, başbakanlar, üst düzey bürokratlar
vb.), görev süreleri bitince, emekli olunca, yeniden seçilemeyince vb. SS’lere
hizmet eden firmalara ücrete mukabil ‘danışmanlık’ yapmaları manidardır.
(Zeitgeist’a selam!)
SS’lerin,
kendilerine markaları zırh yaparak görünmezlik kazandığı günümüzde her şey
ürünleşip metalaşabilirken aynı zamanda markalaş(tırıl)abilir de. Markalaşması,
dünya iktidarını paylaşan putlar arasında kendine yer açması demektir. Yeter ki
SS’ler istesin, markalaştıramayacakları şey yoktur; bu, kimi zaman bir toplama
kampı, savaş meydanı, tahrip olmuş bir gemi, kimi zaman ‘milli park’a
dönüştürülen, ‘yaban’ yaşam alanları, kimi zaman dinsel bir figür, aktör ya da
ayindir; kimi zamansa kirli bir iç çamaşırı, kullanılmış bir kalem. Her şey
satılıktır; çünkü tüketim, ibadettir.
Kendileri
de SS’lerin birer ‘marka'sı olan popüler ‘özne’ler, bir tür tanrı-yıldızlar
olarak kendi adlarına ‘yarattıkları’ markalar(ıy)la ambalajı/nı, kullanım değerinin
önüne geçerek ‘çağcıl’ çoktanrıcılık, yeniden üretilerek dolaşıma, tüketime,
kullanıma, imana ve nihayet raflardaki
yerini alarak ibadete sunulur. Tapınılan, putun ambalajıdır. Töze dönüşen
ilinek, tözsüz yaşam(sızlığ)a adımdır ki, bu da bir tür oksimorondur.
Kavranılamazlığı, biraz da bundandır.
Markalar,
firmaları, ülkeleri ve toplumlarını geri palana iter ve onları aşar; bir bakıma
onları kendine bağlar; oysa SS’lerin zırhıdır. Bugüne, markaların tanrısallaştı(rıldı)ğı
bir Zeitgeist egemenliği, farklı bağlamalarda, farklı öznelerce her gün daha
fazla dillendirilmekte. Küresel sermayenin (SS) PR algı yöntemiyle –ki kitle
iletişim araçları ile küresel sermaye aynı öze sahip öznelerdir– işlettiği
sürecin, kitlelerin iradesiyle, satınalma davranışlarıyla hareket ettiği
illüzyonu yaratılır. Markalar tanrı(sal)laştırılırken –SS’ler, Anatanrıça
Kibele gibi hep oradadır ama– toteme iman eden müşteri, satın alarak “gönüllü
kulluk / kölelik” statüsüne, makamına eriş(tiril)ir. Marka satın alarak
tanrısal olanla kurulan özdeşliğin, müşterinin sınıfını tayin edici işlevi
olduğu (da) söylenebilir. Küresel kapitalizmin (SS), her sınıf için uygun
tanrı(ça)ları ve nihayet unisex tanrıları -markaları- mevcuttur. Android
markaların ve/veya ürünlerin ‘avangart’ örnekler olduğu söylenebilir. Bu,
göreli ‘eşitlik’ illüzyonu yaratarak SS’lerin politik alanda ve kitlelerin
dünyasında meşruiyetini sağlayan ideolojik araçlar, bir tür ‘lejyon’ statüsü
edinir ana resmin kompozisyonunda.
Kıyafetler
üzerinde modern zamanlara değin süregelen sınıflaş(tır)ma, markaların temsil
gücüyle yeniden üretilir; bu, bir tür geri dönüş, eşitsizliğin kamusal alana
hâkimiyeti olarak değerlendirilebilir. Markalar, modern totemlerdir; diğer
deyişle totemizm/in pratiklerdir. Simgenin, taşıdığı nesnenin ve/veya kullanım
amacının ya da işlevinin önüne geçmesi, ontolojisini de zorunlu olarak kaydırarak
dönüştürür. Günümüz markaları, sırtında, sınıf (Modern zamanlar, bir musluk
tamircisiyle Amerikan başkanını kıyafet anlamında eşitlemiştir(?) Gündüz
Vassaf’a selam!), dünya görüşü vb. de taşır. Giyilen ve/veya kullanılan, artık
nesne değil, kimliktir, sınıftır, stildir, trenddir, imajdır; bunlar da egemen
iktidarın ideolojisine içkindir. Poptur. Sığlığını zamaneliğinden (de) alır;
kültürün değil Kültür Endüstrisinin ürünüdür. (Adorno ve Harkkeimer’a selam!)
Kitleler, SS’lerin manipülasyonunda ya da manipülasyonuyla “rıza imalatı"
(Chomsky’ye selam!) projesinden ya da tornosundan (Pink Floyd’a selam!) geçerek
birörnek SS üniformalarıyla, mensubu olduğu klan ve totemiyle ve/veya
totemleriyle kamusal alanlarda görülebilirler. İnsanlar ve üyesi oldukları
topluluklar, markaların cemaatleştirdiği gönüllü kullaşmaya, köleliğe doğru
hızla evrilmektedir.
Doğa(l)dan,
kabile üyeliğine, yurttaşa, yurttaştan kula, kuldan yeniden yurttaşa ve nihayet
günümüzde yurttaştan müşteriye, tüketiciye; tüketiciden dijital varlığa,
cyborga, avatara… evrim sürüyor. Bilincin evrimsel izi, bizi, ambalajın
değişmesine karşın özünü, varlığını muhafaza ettirdiğini gösterir. SS’ler ve
türevi egemen bilinç/ler, tarihin ürettiği birtakım toplumsal öznelere kendi
paradigmalarını zerk ederek, özne devşirerek (de) iktidarını berkitmekte.
Bir tür
paganizm olarak da okunabilecek bu dönem ve aktörleri, elbirliğiyle
“Zeitgeist”i inşa etmekteler. Semavi dinlerle dolaşımdaki iktidarını berkiten antroposentrik
bakış ve türevi erkek-iktidar-tanrı/sal sınırlarıyla hayat kavranıp yaşanırken;
tensellik kösnüleştirilip kötücülleştirilerek değersizleştirilirken;
esrikliğin, yerini südrüklüğe bıraktığı günümüzde bir tür kuruluş ya da yeniden
doğuş yaşayan paganizmle yani çoktanrıcılıkla içkiye, kafa yapıcı maddelere
(genel anlamda uyuşturuculara), turizme, metalaş(tırıl)an tene, doğaya, yemeğe,
eğlenceye, sekse, seyahate vb. daha fazla ilgi gösterilmekte. Bunun sonucu
olarak bir tür hedonist çağın özneleri olarak hedonizmin mutlak olmasa dahi
göreli iktidarında nefes aldığımız iddia edilebilir.
Hedonizm,
İbrahimî dinlerin iktidarını parçalamakta ya da çoktan parçalamış olan en büyük
anti-tezdir; o nedenle kapitalizmin üzerine inşa edildiği her şey İbrahimî
dinlerce (diğer dinler ihmal edilerek) “günah” ilan edilmiştir. Bunlar, bir tür
anti-kapitalist reaksiyonlar olarak da okunabilir. Kapitalizmin, en azından
kuruluş evresinde, püritenliği, protestan ahlakını kendine kalkan olarak
kullanması, kaidesindeki rasyonalizmle de açıklanabilir. Post-kapitalizmin
küreselleşmeyle görünür hale gelen bilincinin SS üzerinden tanrılaşması,
tanrılaştıkça da iktidarının a priorileşmesinin ve üretimin
yerine konan tüketim dinamiğinin ihtiyaç duyduğu bilinç, artık püriten bir
ahlaktan ziyade hedonizmdir.
İktidarlarının
(sembolik düzeyde) son demlerini yaşayan konvansiyonel dinler, İslam üzerinden
-ki konvansiyonel dinlerin bir tür ‘akıncı’ kuvveti ve/veya 'intihar bombacısı'
‘partizanı’dır- kapitalizme ve/veya post-kapitalizmle savaşımı, hayat
üzerindeki denetim gücünün zayıflamasına bağlanabilir. Konvansiyonel din/ler,
uzun zamandır değişen, sekülerleşen gündelik ve ekonomi-politik hayattaki
görünürlüğünü yitirmekte; egemenle kurduğu iktidar, görece daha köklü bir yapı,
kurum olması hasebiyle halesi içine alarak kendine tabi kılarken
post-kapitalizmin (SS), ürünü, tali hale getiren ambalajıyla yani markalarıyla
yarattığı iktidar altında ezilmekte. Günümüz insanı, satın aldıklarının,
tükettiklerinin %20’siyle ihtiyaçlarını, kalanıyla da üretilmiş, yapay
‘ihtiyaçları'nı karşılamakta; bütün ömrünü, ihtiyaç illüzyonu olan ürünleri
satın alabilmek adına heba etmekte; bu, insanın tüketim tarafından esir
alındığı şeklinde de yorumlanabilir. Analojik bir ifadeyle günde 16 saat oruç
tutmakla (suni ihtiyaçları satın almak için aynı oranda çalışmak arasında) bir
tür özsel aynılık, benzerlik arz etmekte tüketim: tüketmek, ibadettir. “Alın, verin, ekonomi can verin!” (SS’e
selam!)
Tanrının
ölüm ilanıyla (Nietzsche’ye selam!) atomun parçalanması arasında kurulabilecek
analojiyle iktidarın parçalanıp heryerdeliği (Foucault’a selam!) üretilir. Oysa
her yerde olan hiçbir yerde değildir; tıpkı panteizm gibi: yokluğunun ya da O’na
yok demenin, O’nu görünmez kılmanın felsefecesidir. (Spinoza’ya selam!)
Futbol maçlarının
oynadığı günümüz stadyumlarının “mabed”, “arena” gibi kadim zamanların dinsel,
sivil ikonlarıyla adlandırılması, yeni dönemin, henüz tanımlanmamış olgunun
seyriyle ilgili ipuçları vermekte, sunmakta. Artık kutsal mekânlar, içerikten
boşal(tıl)mış devletin resmigeçit törenleri ve takvim günleri değil, turizmin
‘sat(ıl)mak’ üzere ürünleştirdiği dinsel ayinler (örn. Konya, Mevlana, Derviş
vb.) hiç değil, stadyumlar ve mağazalar şehri AVM’lerdir ya da markaların
Olympos’ları AVM’ler; ülkelerin markaları ve popüler kültüre dâhil ettikleri
kişiler(i)dir. Kapitalizm, anneler günü, yeni yıl, sevgililer günü vb. ile
kendi takvim günlerini yani kutsallarını yaratarak iktidarını, ekonomi-politiği
yanında diniyle de kurumsallaştırmakta, öğelerini kurumsallaştırarak,
kendini dine dönüştürerek de safını berkitmekte.
LV Üzerine
'Güzelleme'
Genelinde
Avrupa özelinde Fransa 19. yüzyıl ile gücünün şahikasına erişir. İmparatorluk
merkezi olan Paris, genişleyen, güçlenen, zenginleşen, karmaşıklaşan yönetime, endüstrileşmeyle
on kat artan nüfusuna ‘hizmet’ için planlanır. Tek aklın, bilimin neşteri
kararlılıkla vurulur kadim “Sallanır ama batmaz.”* şiarlı Roma kentine. Paris,
19. yüzyılda atılan neşterle yaşamaktadır hala. Her şehir plancısı gibi Georges-Eugène
Haussmann da iktidarın celladı olur. (Mimarlığa selam!)
Akıl,
sekülerleşme ve türevi devrimle yeniden organize olur. İktidar, tanrısal
akıldan dünyevi –parasal– akla geçer; endüstrileşmeyle merkezini, gücünü,
nesnelleştirdiği bibloya dönüştürerek görünür kılar. Kendini Paris’te ve
mimarisinde cisimleştirir. Kentin kendisi endüstrinin bir ürünü ve/veya
endüstrinin kendisidir. Concorde Meydanı’nından cetvelle çizilen ve I. Dünya
Savaşı’nda yaşamları çalınan askerlerin/gençlerin anısına dikilen Zafer Takı’na
çıkan kentin, tıpkı AVM'ler gibi üretilmiş, tanımlı mekansallıklardan biri olan
Şanzelize Caddesi, söz konusu cisimleşmenin nesnelerinden, bir başka deyişle
SS’in ana aktörlerinden biridir.
İmparatorluğun
bakiyesi olan Fransa Cumhuriyeti’nin daha öncekiler gibi 6.sının (da), organize
aklın, tek aklın, nesnel aklın, gücünü, iktidarını, hegomoyanın SS’in kendini
ifşa ettiği keskin düşünce ve köşeli ürünleriyle çevrelenmişlik içinde insanı
hiçleştirip tutsaklaştıran, yutan, ürküten, sığınmaya sevk eden, öldüren
plancılık içinde kişiye düşen, itaat edip iman ederek ibadet etmektir; ona
kurban olmak ve/veya vermektir; bu da ancak
sağlığını, ömrünü ve özsaygısını SS’e, düzene, çağa, sisteme satarak kazandığı
statü ve parayla yapabildiği tüketimdir.
Cadde, bir
tür podyumdur. İnsan, o fonun içinde müminleşir, kendi olmaktan çıkar,
ilahileşir. Bir tür tüketim sirki olan podyumda herkes oyuncudur, şaklabandır.
Maskeli balodaymışçasına imajlar(ıy)la giyiniktirler. Sınıfsallık, zahiri
unsurlarla sağlanır. Her oyuncu, onlarca prosesten geçerek
ürünleş(tiril)miştir; bu nedenle dokunulmazdırlar, seyirliktirler; izle(n)me
nesneleridir. Bakan ile bakılanın özdeşliğidir bir bakıma sahnedekiler.
Bakıldığında yaşayan, sınıfı berkinen özneler.
Seyirlik
öze sahip bu ontolojik düzlemde caddeye çıkan sokağın başında, sokak ve cadde
cepheli, 101 numaradaki LV mağazası: müstakil, monolitik yapı. Konseptini “Süs cinayettir."den alarak
ağırlığını, şatafatını yapıyla değil, yapıyı görünmez kılarak bibloya, dinsel
mekâna dönüş(türül)en teşhir ortamına ve dikkatlerin yoğunlaştığı, her birini
iktidar çapına göre ‘yaşam’ ya da ‘teşhir’ alanına sahip olduğu tapıncaklarına
(put) dayanan pazarlama stratejisi ve fondaki “algı yönetimi”, ibadetin hûşû
içinde gerçekleşmesi için t a s a r l a
n m ı ş t ı r . Raflardaki ürünler biblodur. Sanki orayı mesken tutmuş,
alınınca eksilecekmiş efektiyle yabancılaştırılan, tüketiciye/mümine, o putlar
içinde ‘hac’ vazifesini yerine getiren bir müminin vecd hali/ni yaşa(tılı)r.
Ürünün kutsallığı, bizatihi iktidarıdır, onu alıp hayat vermek, ona hizmet
etmek, onu kullanmak değil; mümin, ancak ona vesile olabilir onu taşıyarak;
zaten, müminin ibadetini, tapınışını anlatmasının koşulu puta ya da putlara
hayat vererek onu sosyo-ekonomik hayata çıkarmaktır; bakışları mümkün kılan
üründür, taşıyan değil. Sanki büyükçe bir el dokunuvermiş de o masallar gerçek
oluvermiş gibi; sanki, o buluşmayla hayat, masala dönüşüvermiş gibidir; bir tür
anlık orgazm, tutulma hali, kendinden ve/veya gerçekliğinden uzaklaşma, s a n k
i !
Bugün,
inşası süren ve henüz kurumsallaşmamış, bu nedenle konvansiyonel anlamda dine
dönüşmemiş yeni paganizmle tanrısal buyruk, yazılıma; kulsa arayüze dönüşür.
Arayüz, tüketimle yani ibadet(iy)le özneleşebilir yani müşterileşebilir.
Yeni
maneviyat, günahkâr insanın kefaretini ödeyerek kurtuluş sağlama iddiasındaki
İsa Peygamber’den mülhem, küreyi ve evreni kurtarmak odaklıdır. Kurtuluşsa
tanrısızlaşmakla olanaklıdır; önkoşulu da gerekli koşulu da tanrısızlaşmaktır.
Arayüz olmaya itiraz etmek, marka kullanmayı reddetmek yani bağlamsal anlamda
tanrısızlaşmaktır.
İnsan türü,
kendi felaketini adım adım gerçekleştirdiği bu tüketim kültürü döneminde
sorumluluk, sıklıkla, bir tür tanrısallık atfedilerek görünmez kılınan sisteme,
tarihe, hayata delege edilmekte. Sorumluluğun devri, hiçleşmeye, aracılığa,
arayüz olmaklığa rıza göstermeyi –rıza imalatıyla– getirmekte.
Sihir,
büyü, anlam, maneviyat, bir elin dokunarak her şeyi değiştireceği düşüncesi,
totemizmin bakiyesi bir gerçekliği kabulleniş ve/veya reddediş pratiğidir. Yeni
bir metafiziğe, Batı Metafiziğini tanrılarından soyan bir metafiziğe; buna
giden yolu, Heideggerce söylersek, filozof değil düşünür açacaktır. Mânâya
teslim olanlar değil. Mânâ, SS’in imece usulüyle topluca ürettiği bir maneviyat
halesidir. İş, bu haleyi dağıtabilmektir. Metafiziği, mânâdan kürtaj etmektir.
Tanrıyı değil tapınışı ‘sapkın’ bulmaktır. Mânâyı, hariçte değil, kendi
özdeşliğinde aramaktır.
Simgenin
gösterdiği, ürettiği mânâ, semantik ile sentaksın diyalektiğiyle kamusal bir
üretimdir, anonimdir bir bakıma, Simgeleşme, eşzamanlı iktidara dönüşmedir de.
Simge, biçim değil, ona zerk edilen mânâdır, mânâysa iktidara içkinliktir.
Biçimin, iktidarla ittifak kurarak sentaksı/nı aşma/sı/dır. Tözsel/reel varlığa
sahip biçimi öldürerek onu semantikle metafizikleştirmesidir. İktidar, bu
sürecin kendisidir. Tanrılaşma da. Tanrısallaş(tır)ma da.
Özgürlük,
simgeye dönüşmemektir, ona teslim olmamaktır. Biçimi haleli kılıp
simgeleşmesini sağlayıp onu, taşıyıcısı olan strüktürden ve biçiminden kazıyıp
ideal bir varlığa dönüştürmektir. Bu, Kafka'nın G.Samsası’nın böceğe dönüşmesinden
kategorik olarak farklı bir olgudur. Tözsel olarak canlıdır. Olgudur. Oysa
biçimin simgeleşmesi, ontolojik bir kaymadır. G.Samsa ise ilineksel.
Dinsellik,
ibadet, ittifak, güç, iktidar, bilince tahammül, şüphesiz, metafiziğe varan
anlama, anlamlandırma sürecini yaratmakta. İnsan türünün her geçen gün -dinamik
yapıya sahip algısı nedeniyle-, evrilen bilinci, bilincin/in grameri, hayatın
sentaksını değiştirmekle, buna bağlı olarak da semantiğini. Simgenin iktidarı,
insanın arayüze dönüşmesiyle insanın kulluğa, düşmüş varlığa dönüşmesi, özsel
olarak benzerdir. Din ve türevi simgelerin mutlak egemenliği ile yapay zekânın
ve/veya yazılımın yaşam üzerindeki etkileri arasında ne tür ilişkiler
kurulabilir? Soruları çoğaltıp ısrarla sormaya devam edelim.
Yazılamaya
“Gücün Simgelleşmesi Üzerine” başlığıyla başlandı, kaçınılmazcasına “Simgelerin
İktidarı Üzerine”yi doğurdu, üretti; çünkü mânânın gücü, “Önce söz vardı.”da hakikate dönüşmekte. Hakikat, sözün/mânânın
büyüsünün devam ettiğini göstermekte. Yazılmada, SS’in ‘önde gelen’
aktörlerinden birinin yapısal özellikleri, tarihsel paranteze alınarak simge
okuması, dilin, mananın, gücün kendini ifşa ettiği araçlardan yola çıkılarak
çeşitli anolojiler kurularak ileri sürülen tezler, ‘paradigma’yı görme, inşa
etme, yapılandırma çabaları olarak anlaşılabilir. Yazılama, bu çabanın, örtük
biçimde statükoya teslim olmak anlamına geldiğinin zorunlu farkındalığıyla
Zeitgeist’in mânâsına karışıverdi, lâkin söz, kendi hikâyesini inşa ederek
anla(t)maya devam ediyor. (Wittgeinstein’a selam!)
Zeitgeist’i
taşıyan 'apolitik gençler’in “simgelerin
iktidarı"na bir diyeceği var: Gezi ve/veya occupy kültürü, yeni nesil
ya da kosmopolitasın apoletleri söküp atarak tanrısızlaşma talebidir bir
bakıma, antropolojik olmayan maneviyatın, dolaşımdakinin anti-tezi olarak baş
vermiş, toprağı çatlatarak hayata doğduğunun habercisidir. Gücünü, simgelerin
töz-ilinek ilişkisini tersine çeviren, simgelere aldırmamaktan alır. Zaman,
simgelerin hayattan kürtajla alınacağı, marka görünümündeki tanrıların
öldürülme zamanıdır. Nietzsche'den bir asır sonra, tanrıyı ve/veya tanrı(cık)ları
yeniden öldürmek zamanıdır. Özgürlük, simgelerin üzerindeki örtüleri,
ambalajları kaldırarak yeniden hem de yüksek sesle “Kral çıplak!” demekte!
Söz,
simgeye teslim olmaktır; her sözle simgeler/in iktidarı/nı berki(t)mekte,
olguyu tapındırmakta kendine. Yurdumuz, paralel evrenimiz: S i m g e l e r i m i z.
Simgeler(iniz)e selam!
Eylül 2015
– Ocak 2016, Manisa -Muğla
V. Metin
Bayrak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder