Hafız
"Önce söz vardı." diye başlar Yaradan'ın kelamı ki, bu kelamın insanlara yol gösterdiği iddia edilir İbrahimi dinlerin mensuplarınca. "Söz" kelimesi, Türkçe sözlüklerde kabaca hem anlam, manâ anlamında hem de tutulmak üzere verilen kararın ardında olunduğunu ifade etmek amacıyla kullanılır. Gazali, "Dil Belası"nda sözün, insanın esiri ama söylendikten sonra söyleyenin esir olduğunu savlar.
Operasyona giden iki zırhlı askeri araca el yapımı kilolarca patlayıcının, mayının vb. uzaktan kumandayla patlatılan bombalarla yapılan saldırı kınanıyor tıpkı benzerleri gibi. Kınamakla kalınmıyor lanetleniyor da. Sakıza dönüşen kelimeler ve ifadelerin hem sloganlaşmış, içeriği boşalmış manâ olarak hem de konuşanın ve dinleyenin düşünmesine ambargo koyucu işlevi görülmez. Bununla birlikte daha ciddi denebilecek bir düşmanlık, kindarlık artırıcı, nefret büyütücü, taraflar arasındaki mesafeyi daha da açıcı, açıldıkça da tarafların birbirini ötekileştirip göreli bir mesafenin ardından tanıyamaz,tanınamaz, hale getirici sarmal süreci işlettiği ıskalanır. Bunların sonucu, sarmalın tezgahındaki özne, konsolide edilerek -hamasetle işlenen bu konsolidasyon sonucu farklı öznelerin oluşturduğu küme, heterojen yapılarını kaybederek ve/veya ihmal edilerek homojenize edilir. - üretilmiş kimliğiyle ve/veya kimlikleriyle daha fazla özdeşleşir. Dünyayı ve/veya yaşamı dikotomik sığlığa hapsederek ikili bir denkleme sıkıştırmaya çalışır sonsuzluğa oysa nafiledir çabası. Canavara dönüştürdüğü "öteki"sinin kendi varlık nedenine dönüş(tür)düğünü ihmal ederek onu -aslında "söz" ile inşa edilen kendisini- öldürmeye girişir. (Tıpkı kendi kabilesi dışındaki türdeşlerini "av" olarak gören ve biz "modern" insan tarafından "yamyamlık" ile itham edilen primitif insanlar gibi.) Bir bakıma kendiyle sürdürdüğü bu "savaş"ın her koşulda kaybedeninin kendisi olduğunun farkında değildir. Bu durum, "kendi kollarını yiyerek hayatta kalabileceğini düşünen ahtapot" metaforuyla ifade edilebilir.
"Operasyona giden..." ile başlayıp "menfur saldırı..." ile devam eden ve "...lanetliyorum." ile biten/sona eren retoriği, "söz"ü analiz etmeye çalışarak devam edelim: Konu retoriğin bağlamı söz konusu edilmedikçe yani algıdaki nesne-fon ilişkisi göz önünde bulundurulmadıkça "olgu"yu anlamaktan uzaklaşır; verili gerçeklik yerine ideolojik tarih yazıcılığıyla paketlenerek kamuoyuna çakılan üretilmişine yani aslı yerine gölgesine kılıç çekeriz tıpkı Don Kişot gibi. Bu, bir tür 'mücadele' illüzyonu yaratır. "İyi de burada olan -yani operasyona gitmek- komşu/luk ziyareti mi/ydi?" diye sorulmaz. "Operasyon" neyin operasyonu peki? Bu zırhlı araçla savaşmaya gidenlerin 'hukuk'ça -siz, egemenlerin hukuku diye anlayın- tanınan bir yapının (T.C), tanınmayan (PKK) karşısındaki üstünlüğü, 'haklılık'ını, 'meşruluk'unu mu ileri süreceksiniz? Yapmayın! Ölüm, ölümdür! Öldürmek de öldürmek! Totoloji (eşsöz) oldu, bağışlayın; bize yeni bir bilgi vermediğini biliyoruz mantık disiplini sayesinde oysa "A'nın A" oluğ olmadığı, 'hukuk'ça (Kulakların çınlasın sevgili G.Orwell, 1984 için emeklerine, bilincine sağlık.) belirlenmiyor mu? O halde durduğumuz "yer"e göre mi anlayacağız olup biteni? O halde sığ dikotomik kavrayışa devam edelim: Dağdan karakola, karakoldan dağa bakalım! Eeeee? Hayatın sonsuz boyutluluğuna da bakmaya gayret edelim dikotomilerin körleştirmesinden kendimizi sıyırarak: Üçüncüde dağ ile karakolun arasından; dördüncüsünde ötekilerden, dışarıdan; beşincide geçmişten; altıncıda gelecekten, yedincide...
Olağanüstü toplanan meclis, ki milletin meclisi olduğu iddia edilir, partilerin kendi reklamlarıyla içi hamaset retorikleriyle dolu mevcudu, statükoyu muhafaza edici 'politika'larını seçmenlere satmaya çalıştıkları platforma dönüş(türül)müş. Toplanma gerekçesiyse çoktan unut(tur)ulmuş. Aynı kapıya çıkan farklı sözler, aynı makamla okunmakta parti sözcülerince. Bu durum, 'ürün'leri parlatıp "müşteri"ye çakmaya çalışan, din adamlarından sonra tarihin en büyük 'yalancı'ları olarak görülen reklamcıların ürün tanıtımından ne kadar farklı?
"Sözün bittiği yerdeyiz!" derken sözün 'adalet'ine teslimiyet yanında sonsuz çözüme, sese seçeneğe de körleşmişlik dile gelir. Söz bitmez lâkin "sözün özü eylemdir." O eylemse yaşamı büyütendir. Sahici olan budur. Sorumluluğumuz, ölümleri çoğaltmak mı yaşamı beslemek mi? Tarihin vicdanı, eğer varsa böyle bir vicdan, yaşamın yanında olanları minnetle hatırla(t)mak için taşır geleceğe.
Polemiğe girmeden "Peki nasıl çözeceğiz?" diye sözü "karşı"ya değil, "başka"lar(ın)a bırakmak, "sen" yerine "biz"i kullanmak, "cumhuriyetin belleği güçlü, demokrasinin zayıf olmalı." sözünde dile gelen hakikate kulak verip kan davasını yaşatmak, yangına körükle/benzinle gitmek yerine çözüme, "ama"sız çözüme odaklanmak. Burada hakkaniyeti gözetmek. "İnsanın en büyük hapishanesi kendisidir." sözü, çağcıl insanlar için de geçerlidir. İnsan, kendi ördüğü duvarları yıkabilir de!
Oysa savaşkan kanasusamışlar güruhu, cemaatinin biçtiği üst kimliğin/in kağıttan duvarları arasına sıkışmış ama gelin görün ki cemaatiyle özdeşleşen özne, özneliğini de hapishanenin dışında bıraktığının farkında değildir. Bu öğrenilmiş çaresizlik içinde Hasan Sabbah'ın fedaileri gibi düşünme melekelerini yitirmiş, iradelerini 'dava' ambalajlı şeyhlerine, liderlerine, seroklarına, patronlarına, büyüklerine.. Delege etmişler.
İradenin dele edilme sürecinde insan/özne ve toplum, diyalektiğini kaybeder; bunun sonucu habitata/hayata Bacon'un putları egemen olur. Putlar, 'hukuk'un araçsallığında liderlerce, büyüklerce vb. teorize edilmiştir. Puta dönüş(türül)en fikirler, pratikler, formüle edilip yardakçılarca belli bir ağızdan üretilir. Müritler, kanla, ölümle, nefretle beslenen ölü(m)sever retorikleri hamasete dönüştüren çığırtkanlara dönüşüverirler 'dava' sürecinde; bununla da "gönüllü kölelik" oksimoronunu realize ederler. Çığırtkanlar, dillendirdikleri ve hamaseti yeniden üreten retorikler/i karşılığında cemaatiyle daha fazla özdeşleşmekte ve "dışarı"nın tehlikelerinden korunmakta; korundukça uzaklaşmakta kendinden ve uzaklaştıkça yitirmekte özsaygısını.
Sonuç: Hiçleşen nesneleşmiş öznenin iradesiz sorumluluğu. İradesiz sorumluluk ise bir tür oksimorondur; bu nedenle fail, fail değildir, yaptıklarından da sorumlu değildir, yani karar verici ya da insiyatif alan olmadığından kendine biçilen cellat rolü/nü gönül rahatlığıyla icra eder; icra, onun 'dava'ya bağlılığının nişanesi ve 'rüşt'ünün ispatıdır. O, artık "hiç" değil, cemaatinde saf alan, yeri/ni bulmuş, kendine, kendinin yaşadığını ispatla(t)mış ama eşzamanlı nesneleşerek hiçleşen, hiçleştikçe kendiliğinden soyulan biridir; bu "bir", artık bir formdur çünkü içi boşal(tıl)an biridir.
Herkesin bağırdığı bir yerde/ortamda sadece susanların sözü duyulur. Ölüm karşısında susmalı insan olan insan. Şehitlik kültüyle ölümü arzu nesnesi kıldıkça yaşamı değil ölmeyi/öldürmeyi besler ve büyütürüz kağıttan duvarlarımızı oysa ölüm, yaşamdan sonra gelir; ölüm, yaşamın önüne geçemez, çünkü ölüm "son"dur.
Asalak, putar, güçser, irinatar, irinsaçar, irinsıçar, kaçansaçar, kanasusar, korkusar, kandar, kancıl, kanemer, ölümsever, boksaçar, boksıvar, namperest, putar, kindar, nefretengiz, iğdiş iradeli, hiçleşmiş, hiçer, savaşkan, gülmez, kangaç... statüko taşıyıcıları susun!
Fantezisinde dondurduğu tarihe/dünyaya tutunmuş, kimliksel orgazm bozukluğunda gözlerinden nefreti, dillerinden laneti, kanı, intikamı, ölümü düşürmeyen sonsuzluk -hayat- düşmanı tekilgelik militanları siz de susun! Susun! Susun! Susalım...
Eylül 1 2015
V.Metin Bayrak
* "Hiçleşen Özne/lik Üzerine" adlı yazılama, Kanlıca'nın (Dağlıca'nın adı, nedense kalemimden "Kanlıca" diye akıverdi.) ardından kaleme alınmış; düzelti, gözden geçirme esnasında Iğdır saldırısı, gecesindeyse Hürriyet'e ikinci saldırı ve HDP Genel Merkezi'nin yakılması ve pek çok temsilciliğe saldırı olmuş ama daha vahimi Antalya'da olan "bayraksız" işyerlerinin yağmalanıp/kırılıp dökülmesi. Yayımlanması için beklerken iyice gerilen ortam, Cizre'deki sokağa çıkma yasağı, Bolu'da 'bayrağa hakaret' iddiası nedeniyle Kürt işçilere yönelik linç girişimi, Beypazarı'ndaki mevsimlik işçilerin ilçenin dışına çıkarılması, ve 'terörist-güvenlik güçleri' savaşının, çatışmalarının artarak devam etmesi. Şiddet paradigması kurumlaşmakta, kurumlaştıkça kendi normlarını doğurmakta, en önemlisiyse ölümlerin/öldürmelerin gündelik hayatın olağanına dönüşmesi. Bu ise hayat için en büyük patoloji demek. Patolojiyse, sağlığın gaspı, bu da hayatın, hayatlarımızın!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder