Burada metaforik
anlamda nitelikli fikir alışverişine imkân sağlayan bir masa etrafında
nitelikli insanlarla tartışmak sevindirici olmaktan öte mutluluk verici.
Konuşma yapılan ortam, öğretmen –
öğrenci iletişiminde olduğu gibi bir tür hiyerarşi doğurmakta; buradaysa
konuşan – dinleyen. Ama ben, konuşma yapan bir özne olarak andığım hiyerarşik
durumun sakıncalarının olabildiğince farkında olmaya çalışarak buyurucu
dogmatiklikten uzak kalmaya çalışarak önceden ilan edilen ve Gökhan Bey ile
uzun telefon görüşmelerimiz neticesinde belirlediğimiz konu ve içerik
hakkındaki mütevazı kanaatlerimi felsefi bir bakış açısıyla sizlerle paylaşmaya
çalışacağım.
Uyarılma olgusu,
temelinde Türk Eğitim Sisteminin gün geçtikçe derinleşen şizoid yapısı ve neden
olduğu psikolojik, sosyal, ekonomik sorunlar tartışma konusu edilecek; ardından
alanımızla ilgisinde kişileşme sürecindeki bireyin psiko-sosyal-fiziksel
gelişimine etkileri ayrıntılı olarak işlenip ekonomik maliyetleri ihmal
edilerek konu soruna ilişkin mütevazı çözüm önerileri sunulacaktır.
İnsan yavrusu,
diğer canlılardan farklı olarak açar dünyaya gözlerini. O, yalnızca doğal bir
varlık değil; aynı zamanda sosyal, ahlaksal, ekonomik varlıktır da. Freud, bu
olguyu şu örnekle somutlaştırır: Freud’a göre çocuk, daha doğmadan babasının
ismini aldığından toplum tarafından bir özne olarak kurulur. Yani insan
yavrusu, daha doğmadan önce kültürel bir varlık haline getirilir. İnsan
yavrusunun daha doğar doğmaz fiziksel ve psikolojik anlamda sağlıklı ve dengeli
gelişebilmesi için “yeterli” düzeyde uyarılma gereksinimi vardır. Her organizma
ya da birey için yeterlilik oranı ya da düzeyi hiç kuşkusuz farklıdır ve bunun
da bir normu yoktur; normal ise her alanda olduğu gibi burada da bir tür
soyutlamadır.
Burada, özellikle
ilköğretimin ikinci kademesi ve lise sürecindeki öğrencilerin daha net bir
ifade ile kişileşme sürecini oldukça sert yaşayan bireylerin özellikle öğretim
yılı sürecindeki yaşamlarına odaklanılacaktır. Bu süreçte ciddi bir “yer”
teşkil eden dershane olgusuna.
Şimdi sorumuzu hiç
uzatmadan doğrudan sorarsalım: SBS ve ÖSS nedir?
Sınavların
içerikleri, okullarda görülen alanlara ya da derslere dair SBS’de 4, ÖSS’de 5
seçenekli çoktan çekmeli test sorularından oluşmaktadır. Burada sıkıntıya neden
olan ve bu bildirinin de tartışmak istediği noktalar, sırasıyla, şunlardır:
Olanağı olan her
öğrenci SBS için 6., 7. ve 8. ÖSS içinse 10., 11. ve 12. sınıflarda özel
kurslara gitmekte; çocuklar, oyun oynayarak sosyalleşmesi gereken ve kendilerini
çeşitli etkinliklerle ifade edebilecekleri bir dönemde okuldaki eğitimin farklı
bir anlamda benzeri olan bir "mekan"a tıkılarak haftanın her günü
aynı uyarıcıya maruz kalmaktadırlar. Geleceğimizi oluşturacak birer değer olan
çocukları, ergenliğe girdiklerinde ve geç ergenlik dönemlerinde dershanelere
sokarak; onların gelişim süreçlerini sekteye uğratıcı nitelikte aynılıklar
yaşatarak oluşumlarını ve/veya gelişimlerini birbirinin kopyasına dönüştüren
cenderelere sokmaktayız. Bu, öylesine bir sarmal ki, ortadan kaldıralım derken
‘sistem’, iliklerine değin göbekten dershane adı verilen ‘kurum’lara
bağlanıyor.
Şimdi bu durum:
* Mekân: eğitim
verilen bir yerdir; küçük ya da büyük mimari bir özgünlüğü olmayan köşeli bina
* Uyarıcılar: ders
konuları, ders materyali, öğretici, sınıf, tahta
* Ortam:
yaşıtlarından oluşan, tıpkı sınıfındaki gibi, öğrenciler
Her şey aynı da o
halde burada okullardan farklı ne yapılmaktadır; burada tartışmak istediğimiz
ana konu dershanelerde ne öğretildiğinden çok bu durumun kişilik gelişiminde,
pedagojik ve diğer anlamlarda neden olduğu handikaplar. Mevcut durumun neden
olduğu kaynak israfı. Bu nedenle de konunun bu yanı “ihmal” edilerek konu
kritik edilecektir. Lakin, bir “dipnot” olarak şunu söylemekte fayda var:
dershanelerde milli eğitimde 8 (sekiz) birim zamanda işlenen bir konu 1 (bir)
birim zamanda işlenmektedir.
Bu süreçte öğrenciler,
görece hıza geliştikleri bir dönemde akademik anlamda aşırı uyarılırken
fiziksel, duygusal ve sosyal anlamda yeterince uyarılmamaktadırlar. İşin daha
trajik yanı ise şudur: insan, kendi seçimlerini yaşadığı vakit onun
sorumluluklarını taşır; oysa, bugün konunun bütün tarafları yani öğrenciler,
veliler ve biz eğitimciler, içerikten yoksun ezbere dönüşmüş yargıların mahkûmuyuz.
Örnek mi? “Dershanesiz olmaz!”, “Önce dersler.”, “Dersler çok önemli.”… Dershanenin
bir tür zorunluluk olarak değerlendirilmesi. Burada, ilgi çekici olan dershane
olgusunun örgün eğitimi anlamsızlaştırması. Kararlarımız bizim olmadığı için
sorumluluklarını da taşımamaktayız. Bir başka önemli noktaysa, akademik
başarının her şeyin önünde görülmesi ve çocukların kaba materyalist bir dünya
görüşüyle yetiştirilmeleri. Bu, ilerleyen süreçte şekillenecek insan profilinin
de facto toplum profilinin ne denli trajedilere gebe olduğunu da
gösterir.
Bir ergen ya da
ergenliğe giren bir birey, kişiselleşme sürecinde nelere ihtiyaç duyar. Ali'yi
Veli'den ayırt etmemizi sağlayan ana öğe ya da öğeler nelerdir? Ülkenin
geleceği olan çocuklar ve gençler, askeri bir kışla ya da bir cemaat üyeleri
gibi birbirinin aynı olmak yolundalar. Bu durum, insanların, öncelikle
öğrenciler ve velilerce, konunun taraflarınca kendi inisiyatifleri dışında görülüp
"koşulsuzca" kabul edilmekte. Sonuç olarak, dershane olgusu, bir tür
"zorunluluk" olarak değerlendirilmekte; bu algı, "gerçek";
o nedenle daha çok bu algı ele alınmalı ve başlatılacak bir kampanya ile konu
algının “mutlaklık”ı tartışılmalıdır. İnsanın gelişim sürecindeki bir evresi
olan öğrenci adını verdiğimiz öznenin gereksinimleri genelleştirilip
soyutlanırsa beş temel kategoriye ulaşırız; bunlar: fiziksel, seksüel, psikolojik,
sosyal, entelektüel.
Biz, geleceğimiz ve
şimdimiz olan öğrencilerimizin bu kategorilerde yeterince uyarılmalarına olanak
sağlıyor muyuz? Fiziksel anlamda hızla gelişirken spor yapmak imkânları var
mıdır? Ailesiyle, özellikle de anne ve babasıyla duygusal ve sosyal gelişimi
için yeterince vakit geçirebilmekte midir? Sosyal ilişkileri nerelerde
kazanmaktadır? Ne tür ilişkilerle sosyalleşmeyi yaşamaktadır? Artistik anlamda
yeterince uyarılmakta mıdır? Artık sınavlarda çıkmadığı gerekçesiyle ne müzik
ne resim ne de beden eğitimi dersleri önemsenmekte? Ayrıca, 8-9 yaşına değin
düşen ergenlik yaşına karşın eğitim ve öğretim sistemimiz yanında biz
eğitimciler bu gerçekliğin ne denli farkındayız? Onlarla olan ilişkilerimizi
maniple eden bu derin olguyu nasıl yönetirsek her anlamda sağlıklı
yetişmelerinden sorumlu olan biz eğitimciler görevlerimizi tam anlamıyla yerine
getirmiş oluruz? Bu noktada kısa bir hesap ile bir şeye dikkatinizi çekmek
istiyorum: bir öğrenci öğrenim hayatı boyunca yaklaşık 2000 saat matematik 3000
saat Türkçe dersi almakta; sadece 8-10 saat dans dersi alsa mesela hayatı
boyunca hep yanında olur ve onu bir insan olarak zenginleştirir. Hayata farklı
bir anlamda bakmasını sağlar ve zaman zaman hayata katılmak imkânı kazanır.
Maliyeti nedir? 10 saat mi? Lütfen bu kıyaslamayı eğitimle ilgili yaptığımız
etkinleri düşünürken göz önünde bulundurunuz.
Kimi kategorilerde
aşırı kimilerinde yetersiz uyarılan öğrenciler, her anlamda dengesizlikler
yaşamaktalar. Yaşadıkları bu dengesizlikler, geleneksel (ailevi) ve modern
(psikiyatri) yollarla terbiye edilerek halledilmek istenmekte. Tam bu noktada
özellikle son yıllarda, artış yılının, ilköğretim kademesindeki öğrencilerin
büyük çoğunluğunda hiperaktif tanısı konularak ilaç tedavisine başlanması sınav
maratonuna dâhil edildiği yıllara denk gelmesi hiç de şaşırtıcı olmasa
gerektir. Hiperaktif, uyumsuz, tembel, davranış bozukluğu… bunlar, belli türden
bir insan doğasının kabulüne dayanır ve bu şablona uymayan örnekleri çoğumuz
özellikle de biz eğitimciler yadırgarız; ve yargılarımızın temelinde de
yadırgamamız vardır. Bunun dilimizdeki en güzel örneği ise “adam gibi öğrenci”
deyimi olsa gerektir. Artık “adam
gibi”den kim neyi anlıyorsa.
Gelişiminin en
hızlı ve sert döneminde bu süreci derin yarılmalarla yaşayan öğrenci, kişileşme
sürecindeki bir birey olarak nasıl şekillenmektedir ve duygu durumlarında neler
yaşamaktadır? Bu noktada, bizlerin beki de en çok bizlerin onları anlaması
beklenir: empati kurarak. Bu süreci öncelikle veliler ve öğretmenler nasıl
yönetmekteler? Daha doğrusu yönetebilmekte midirler? Öncelikle biz
eğitimcilerin pedagojik anlamda bu süreçle ilgili ivedilikle çeşitli araçlar
kullanılarak eğitilmeleri gerektiği kanaatindeyim; ardından ulusal bir politika
ile ebeveynler / veliler. Çünkü çocukları / öğrencileri değiştirmenin, onlara
farkındalık kazandırmanın yolu ağırlıklı olarak ebeveynlerden geçtiği
kanaatindeyim.
Evet! Olgu bu! Peki,
ne yapmalıyız? Şu an yaptığımız etkinliklere süreklilik kazandırmalıyız.
Öncelikle empati kurmalı ve ezber bozmalıyız: eğitimle ilgili içi boş, artık
sakıza dönüşmüş sloganvari ifadeleri bir kenara atmalıyız. Atmalıyız, çünkü bu
sloganvari sözler, ifadeler, düşünmemize engel olmaktalar.
Bugün burada, öyle
sanıyorum ki çok seçkin bir grup toplandı. Tercih hatası nedeniyle öğretmen
olmamış, olsa bile okumaya ya da yapmaya başlayınca büyük bir mutlulukla işini
yapan, işini severek yaptığı için de işini yaparken zenginleşen ve işini
zenginleştiren ve meslektaşları olmaktan büyük mutluluk duyduğum bu seçkin
kitlenin bireysel deneyimleri, süreci yönetmede en önemli araçlarımız olacağına
inanıyorum. Yeter ki “saha” deneyimlerimizi paylaşacağımız ve etkin olarak
kullanacağımız platformlarımız olsun. Bu toplantıyı bu açıdan da çok önemsiyorum.
Evet, empati
kurmalıyız dedim; çünkü biz bir zamanlar hem çocuk hem de öğrenciydik. Kaldı ki
hizmet veren profesyonel de biziz. Bir öğretmenim, öğretmenlik yapmaya
başladığımı öğrendiğinde bana tek bir şey söylemişti: “nasıl bir öğrenci
olduğunu(zu) unutmazsan iyi değil çok iyi bir öğretmen olursun!”
Konunun
tartışılmasına katkıda bulunmak amacıyla birkaç noktayla ilgili hayata
geçirilebilir olduğunu düşündüğüm önerilerim:
a.
Meslek liseleri – genel liseler, makro bir planlamayla
ihtiyaçlar gözetilerek dengelenmeli
b.
Orta ve uzun erimde ihtiyaç duyulan alanlarla ilgili mesleki
eğitimler yaygınlaştırılmalı
c.
Dershanelerin örgün eğitime entegre edilmesi yapısal olarak
sağlanmalı
d.
Dershaneye yönelik sivil inisiyatifle milli eğitimin de dâhil
olduğu bir mücadele başlatılmalı
e. “Başarı” kavramı yeniden içeriklendirilmeli; okuma parçaları
olarak kitaplarımızda yer almalı Suni şekilde üretilen öğrenci / insan doğarı kavramı yıkılıp
küresel dünyanın gereksinimleriyle doku uyuşmazlığı yaşamayan dünya yurttaşlığı
perspektifine sahip bir öğrenci kavramı içeriklendirilmeli
g.
Eğitimciler, yasa ve yönetmeliklerde daha fazla temsil
edilmeli ve inisiyatif almalı
Sözlerimi bir
Anglo-Saksonların bir atasözü ile bitirmek istiyorum: “Roma bir günde
kurulmadı.” Bu, bir süreç, inisiyatif aldığımız ölçüde kurulacak dünyada bizim
de payımız olacak. Hiçbir şeyin doğmadan önce şekli belli değildir. Yasaların
ve yönetmeliklerin de. Her kim o sürece dahil olup kanaatlerini inisiyatif alıp
şekillenmekte olan sürece dokunursa ürün, ondan da izler taşıyarak doğar.
Beni sabırla
dinlediğiniz için teşekkür ederim. Umarım girişteki sözüme bağlı
kalabilmişimdir.
V. Metin Bayrak
Felsefe Öğretmeni
Kağıthane, İstanbul, 2009
[1]
Kasım 2009’da İgeder tarafından İstanbul’da yapılan I. Ulusal Öğretmenim
Sempozyumunda sunulan bildiri metni; konuşma videosu için: http://www.igeder.org.tr/sayfa.php?id=292
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder