26 Mart 2012 Pazartesi

Türk Eğitim Ortamının Şizoid Yapısı Üzerine


Türk Eğitim Ortamının Şizoid Yapısı ve Uyarılma Olgusu Bağlamında Neden Olduğu Verimsizlikler[1]
Burada metaforik anlamda nitelikli fikir alışverişine imkân sağlayan bir masa etrafında nitelikli insanlarla tartışmak sevindirici olmaktan öte mutluluk verici. Konuşma yapılan ortam,  öğretmen – öğrenci iletişiminde olduğu gibi bir tür hiyerarşi doğurmakta; buradaysa konuşan – dinleyen. Ama ben, konuşma yapan bir özne olarak andığım hiyerarşik durumun sakıncalarının olabildiğince farkında olmaya çalışarak buyurucu dogmatiklikten uzak kalmaya çalışarak önceden ilan edilen ve Gökhan Bey ile uzun telefon görüşmelerimiz neticesinde belirlediğimiz konu ve içerik hakkındaki mütevazı kanaatlerimi felsefi bir bakış açısıyla sizlerle paylaşmaya çalışacağım.
Uyarılma olgusu, temelinde Türk Eğitim Sisteminin gün geçtikçe derinleşen şizoid yapısı ve neden olduğu psikolojik, sosyal, ekonomik sorunlar tartışma konusu edilecek; ardından alanımızla ilgisinde kişileşme sürecindeki bireyin psiko-sosyal-fiziksel gelişimine etkileri ayrıntılı olarak işlenip ekonomik maliyetleri ihmal edilerek konu soruna ilişkin mütevazı çözüm önerileri sunulacaktır.
İnsan yavrusu, diğer canlılardan farklı olarak açar dünyaya gözlerini. O, yalnızca doğal bir varlık değil; aynı zamanda sosyal, ahlaksal, ekonomik varlıktır da. Freud, bu olguyu şu örnekle somutlaştırır: Freud’a göre çocuk, daha doğmadan babasının ismini aldığından toplum tarafından bir özne olarak kurulur. Yani insan yavrusu, daha doğmadan önce kültürel bir varlık haline getirilir. İnsan yavrusunun daha doğar doğmaz fiziksel ve psikolojik anlamda sağlıklı ve dengeli gelişebilmesi için “yeterli” düzeyde uyarılma gereksinimi vardır. Her organizma ya da birey için yeterlilik oranı ya da düzeyi hiç kuşkusuz farklıdır ve bunun da bir normu yoktur; normal ise her alanda olduğu gibi burada da bir tür soyutlamadır.
Burada, özellikle ilköğretimin ikinci kademesi ve lise sürecindeki öğrencilerin daha net bir ifade ile kişileşme sürecini oldukça sert yaşayan bireylerin özellikle öğretim yılı sürecindeki yaşamlarına odaklanılacaktır. Bu süreçte ciddi bir “yer” teşkil eden dershane olgusuna.
Şimdi sorumuzu hiç uzatmadan doğrudan sorarsalım: SBS ve ÖSS nedir?
Sınavların içerikleri, okullarda görülen alanlara ya da derslere dair SBS’de 4, ÖSS’de 5 seçenekli çoktan çekmeli test sorularından oluşmaktadır. Burada sıkıntıya neden olan ve bu bildirinin de tartışmak istediği noktalar, sırasıyla, şunlardır:
Olanağı olan her öğrenci SBS için 6., 7. ve 8. ÖSS içinse 10., 11. ve 12. sınıflarda özel kurslara gitmekte; çocuklar, oyun oynayarak sosyalleşmesi gereken ve kendilerini çeşitli etkinliklerle ifade edebilecekleri bir dönemde okuldaki eğitimin farklı bir anlamda benzeri olan bir "mekan"a tıkılarak haftanın her günü aynı uyarıcıya maruz kalmaktadırlar. Geleceğimizi oluşturacak birer değer olan çocukları, ergenliğe girdiklerinde ve geç ergenlik dönemlerinde dershanelere sokarak; onların gelişim süreçlerini sekteye uğratıcı nitelikte aynılıklar yaşatarak oluşumlarını ve/veya gelişimlerini birbirinin kopyasına dönüştüren cenderelere sokmaktayız. Bu, öylesine bir sarmal ki, ortadan kaldıralım derken ‘sistem’, iliklerine değin göbekten dershane adı verilen ‘kurum’lara bağlanıyor.
Şimdi bu durum:
* Mekân: eğitim verilen bir yerdir; küçük ya da büyük mimari bir özgünlüğü olmayan köşeli bina
* Uyarıcılar: ders konuları, ders materyali, öğretici, sınıf, tahta
* Ortam: yaşıtlarından oluşan, tıpkı sınıfındaki gibi, öğrenciler
Her şey aynı da o halde burada okullardan farklı ne yapılmaktadır; burada tartışmak istediğimiz ana konu dershanelerde ne öğretildiğinden çok bu durumun kişilik gelişiminde, pedagojik ve diğer anlamlarda neden olduğu handikaplar. Mevcut durumun neden olduğu kaynak israfı. Bu nedenle de konunun bu yanı “ihmal” edilerek konu kritik edilecektir. Lakin, bir “dipnot” olarak şunu söylemekte fayda var: dershanelerde milli eğitimde 8 (sekiz) birim zamanda işlenen bir konu 1 (bir) birim zamanda işlenmektedir.
Bu süreçte öğrenciler, görece hıza geliştikleri bir dönemde akademik anlamda aşırı uyarılırken fiziksel, duygusal ve sosyal anlamda yeterince uyarılmamaktadırlar. İşin daha trajik yanı ise şudur: insan, kendi seçimlerini yaşadığı vakit onun sorumluluklarını taşır; oysa, bugün konunun bütün tarafları yani öğrenciler, veliler ve biz eğitimciler, içerikten yoksun ezbere dönüşmüş yargıların mahkûmuyuz. Örnek mi? “Dershanesiz olmaz!”, “Önce dersler.”, “Dersler çok önemli.”… Dershanenin bir tür zorunluluk olarak değerlendirilmesi. Burada, ilgi çekici olan dershane olgusunun örgün eğitimi anlamsızlaştırması. Kararlarımız bizim olmadığı için sorumluluklarını da taşımamaktayız. Bir başka önemli noktaysa, akademik başarının her şeyin önünde görülmesi ve çocukların kaba materyalist bir dünya görüşüyle yetiştirilmeleri. Bu, ilerleyen süreçte şekillenecek insan profilinin de facto toplum profilinin ne denli trajedilere gebe olduğunu da gösterir.
Bir ergen ya da ergenliğe giren bir birey, kişiselleşme sürecinde nelere ihtiyaç duyar. Ali'yi Veli'den ayırt etmemizi sağlayan ana öğe ya da öğeler nelerdir? Ülkenin geleceği olan çocuklar ve gençler, askeri bir kışla ya da bir cemaat üyeleri gibi birbirinin aynı olmak yolundalar. Bu durum, insanların, öncelikle öğrenciler ve velilerce, konunun taraflarınca kendi inisiyatifleri dışında görülüp "koşulsuzca" kabul edilmekte. Sonuç olarak, dershane olgusu, bir tür "zorunluluk" olarak değerlendirilmekte; bu algı, "gerçek"; o nedenle daha çok bu algı ele alınmalı ve başlatılacak bir kampanya ile konu algının “mutlaklık”ı tartışılmalıdır. İnsanın gelişim sürecindeki bir evresi olan öğrenci adını verdiğimiz öznenin gereksinimleri genelleştirilip soyutlanırsa beş temel kategoriye ulaşırız; bunlar: fiziksel, seksüel, psikolojik, sosyal, entelektüel.
Biz, geleceğimiz ve şimdimiz olan öğrencilerimizin bu kategorilerde yeterince uyarılmalarına olanak sağlıyor muyuz? Fiziksel anlamda hızla gelişirken spor yapmak imkânları var mıdır? Ailesiyle, özellikle de anne ve babasıyla duygusal ve sosyal gelişimi için yeterince vakit geçirebilmekte midir? Sosyal ilişkileri nerelerde kazanmaktadır? Ne tür ilişkilerle sosyalleşmeyi yaşamaktadır? Artistik anlamda yeterince uyarılmakta mıdır? Artık sınavlarda çıkmadığı gerekçesiyle ne müzik ne resim ne de beden eğitimi dersleri önemsenmekte? Ayrıca, 8-9 yaşına değin düşen ergenlik yaşına karşın eğitim ve öğretim sistemimiz yanında biz eğitimciler bu gerçekliğin ne denli farkındayız? Onlarla olan ilişkilerimizi maniple eden bu derin olguyu nasıl yönetirsek her anlamda sağlıklı yetişmelerinden sorumlu olan biz eğitimciler görevlerimizi tam anlamıyla yerine getirmiş oluruz? Bu noktada kısa bir hesap ile bir şeye dikkatinizi çekmek istiyorum: bir öğrenci öğrenim hayatı boyunca yaklaşık 2000 saat matematik 3000 saat Türkçe dersi almakta; sadece 8-10 saat dans dersi alsa mesela hayatı boyunca hep yanında olur ve onu bir insan olarak zenginleştirir. Hayata farklı bir anlamda bakmasını sağlar ve zaman zaman hayata katılmak imkânı kazanır. Maliyeti nedir? 10 saat mi? Lütfen bu kıyaslamayı eğitimle ilgili yaptığımız etkinleri düşünürken göz önünde bulundurunuz.
Kimi kategorilerde aşırı kimilerinde yetersiz uyarılan öğrenciler, her anlamda dengesizlikler yaşamaktalar. Yaşadıkları bu dengesizlikler, geleneksel (ailevi) ve modern (psikiyatri) yollarla terbiye edilerek halledilmek istenmekte. Tam bu noktada özellikle son yıllarda, artış yılının, ilköğretim kademesindeki öğrencilerin büyük çoğunluğunda hiperaktif tanısı konularak ilaç tedavisine başlanması sınav maratonuna dâhil edildiği yıllara denk gelmesi hiç de şaşırtıcı olmasa gerektir. Hiperaktif, uyumsuz, tembel, davranış bozukluğu… bunlar, belli türden bir insan doğasının kabulüne dayanır ve bu şablona uymayan örnekleri çoğumuz özellikle de biz eğitimciler yadırgarız; ve yargılarımızın temelinde de yadırgamamız vardır. Bunun dilimizdeki en güzel örneği ise “adam gibi öğrenci” deyimi olsa gerektir.  Artık “adam gibi”den kim neyi anlıyorsa.
Gelişiminin en hızlı ve sert döneminde bu süreci derin yarılmalarla yaşayan öğrenci, kişileşme sürecindeki bir birey olarak nasıl şekillenmektedir ve duygu durumlarında neler yaşamaktadır? Bu noktada, bizlerin beki de en çok bizlerin onları anlaması beklenir: empati kurarak. Bu süreci öncelikle veliler ve öğretmenler nasıl yönetmekteler? Daha doğrusu yönetebilmekte midirler? Öncelikle biz eğitimcilerin pedagojik anlamda bu süreçle ilgili ivedilikle çeşitli araçlar kullanılarak eğitilmeleri gerektiği kanaatindeyim; ardından ulusal bir politika ile ebeveynler / veliler. Çünkü çocukları / öğrencileri değiştirmenin, onlara farkındalık kazandırmanın yolu ağırlıklı olarak ebeveynlerden geçtiği kanaatindeyim.
Evet! Olgu bu! Peki, ne yapmalıyız? Şu an yaptığımız etkinliklere süreklilik kazandırmalıyız. Öncelikle empati kurmalı ve ezber bozmalıyız: eğitimle ilgili içi boş, artık sakıza dönüşmüş sloganvari ifadeleri bir kenara atmalıyız. Atmalıyız, çünkü bu sloganvari sözler, ifadeler, düşünmemize engel olmaktalar.
Bugün burada, öyle sanıyorum ki çok seçkin bir grup toplandı. Tercih hatası nedeniyle öğretmen olmamış, olsa bile okumaya ya da yapmaya başlayınca büyük bir mutlulukla işini yapan, işini severek yaptığı için de işini yaparken zenginleşen ve işini zenginleştiren ve meslektaşları olmaktan büyük mutluluk duyduğum bu seçkin kitlenin bireysel deneyimleri, süreci yönetmede en önemli araçlarımız olacağına inanıyorum. Yeter ki “saha” deneyimlerimizi paylaşacağımız ve etkin olarak kullanacağımız platformlarımız olsun. Bu toplantıyı bu açıdan da çok önemsiyorum.
Evet, empati kurmalıyız dedim; çünkü biz bir zamanlar hem çocuk hem de öğrenciydik. Kaldı ki hizmet veren profesyonel de biziz. Bir öğretmenim, öğretmenlik yapmaya başladığımı öğrendiğinde bana tek bir şey söylemişti: “nasıl bir öğrenci olduğunu(zu) unutmazsan iyi değil çok iyi bir öğretmen olursun!”
Konunun tartışılmasına katkıda bulunmak amacıyla birkaç noktayla ilgili hayata geçirilebilir olduğunu düşündüğüm önerilerim:
a.     Meslek liseleri – genel liseler, makro bir planlamayla ihtiyaçlar gözetilerek dengelenmeli
b.     Orta ve uzun erimde ihtiyaç duyulan alanlarla ilgili mesleki eğitimler yaygınlaştırılmalı
c.      Dershanelerin örgün eğitime entegre edilmesi yapısal olarak sağlanmalı
d.     Dershaneye yönelik sivil inisiyatifle milli eğitimin de dâhil olduğu bir mücadele başlatılmalı
e.    “Başarı” kavramı yeniden içeriklendirilmeli; okuma parçaları olarak kitaplarımızda yer almalı Suni şekilde üretilen öğrenci / insan doğarı kavramı yıkılıp küresel dünyanın gereksinimleriyle doku uyuşmazlığı yaşamayan dünya yurttaşlığı perspektifine sahip bir öğrenci kavramı içeriklendirilmeli
g.     Eğitimciler, yasa ve yönetmeliklerde daha fazla temsil edilmeli ve inisiyatif almalı
Sözlerimi bir Anglo-Saksonların bir atasözü ile bitirmek istiyorum: “Roma bir günde kurulmadı.” Bu, bir süreç, inisiyatif aldığımız ölçüde kurulacak dünyada bizim de payımız olacak. Hiçbir şeyin doğmadan önce şekli belli değildir. Yasaların ve yönetmeliklerin de. Her kim o sürece dahil olup kanaatlerini inisiyatif alıp şekillenmekte olan sürece dokunursa ürün, ondan da izler taşıyarak doğar.
Beni sabırla dinlediğiniz için teşekkür ederim. Umarım girişteki sözüme bağlı kalabilmişimdir.

V. Metin Bayrak
Felsefe Öğretmeni
Kağıthane, İstanbul, 2009



[1] Kasım 2009’da İgeder tarafından İstanbul’da yapılan I. Ulusal Öğretmenim Sempozyumunda sunulan bildiri metni; konuşma videosu için: http://www.igeder.org.tr/sayfa.php?id=292

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder