26 Mart 2012 Pazartesi

“Ucube” Üzerinden Bugüne Dair Tezler


“Ucube” Üzerinden Bugüne Dair Tezler

Türkiye, sıklıkla dile getirildiği gibi “gündemi çok hızlı değişen” bir ülke. Algıyı olanaklı kılan nesne-fon ya da şekil-zemin ilişkisidir. Şekil ya da nesne değişse de fon aynı kalıyor: gündelik yaşam faşizmi. Ne Naipul’da ne Kustirica’da ne Defne Joy Foster’da… gündeme taşınan konuların tartışılmasında Antik Yunan sözünü hatırlamaya şiddetle ihtiyaç olduğu kanaatindeyim: “Duruşmalar karanlıkta yapılırdı ki konuşana değil de konuşulana bakılsın diye.”
Eğer Başbakan Erdoğan yerine İnsanlık Abidesi adlı henüz bitmemiş ve keyfi biçimde yerine konmamış bir heykel ile ilgili “ucube” deyimini Osmanlı’nın Batı’da ilk heykel öğrenimi gören Oskan Efendi (Yervant), İhsan Özsoy, Hadi Bara, Zühtü Müridoğlu, Hüseyin Anka Özkan, Sadi Çalık, Hüseyin Gezer, İlhan Koman, Rahmi Aksungur, Giacometti, Roden… Hasan Bülent Kahraman ya da Hilmi Yavuz’un söylediğini / söylemiş olduğunu düşünelim bir an, bu denli infial yaratır mıydı? Ötekileştirme, bu toprakların kaderi midir? Adama göre muamele de? Söylenene değil de kimin söylediğine verdiğimiz önem tartışmaya konu olan “şey”in ontolojisi kaydırmıyor mu? Ne hakkında konuşmaktayız? Tartıştığımız nedir bilen var mıdır? Serinkanlılık, saygı, hoşgörü, dinleme, anlama, emeğe saygı… sıklıkla “kimliğimiz”i temellendirdiğimiz bu kavramlar nerede durmakta tartışmada?
Bu felsefeleştiride “ucube” deyimi üzerinden güncel bir zihniyet eleştirisi çeşitli tezlerle yapılmaya çalışılacaktır.
Önce, Türk Dil Kurumu’nun “Çok acayip, şaşılacak kadar çirkin olan” diye açıklayıp H. E. Adıvar’dan alınan alıntıyla örneklendiğini hatırlayalım “ucube”nin: “Bakımsızlıktan, pislikten yaralı, karınları şiş, yüzleri sarı, sıska iki ucube halinde süründükten sonra ölçüşler.”
Şimdi Erdoğan’ın konu heykel ile ilgili söylediklerini. Erdoğan, kullandığı tabirle ilgili kendisine sorulan
“Ucube ifadesini heykel için mi çevresindeki gecekondular için mi kullandınız?” sorusunu:
Heykel için kullandım. Oradaki olayı değerlendirenler, TV'lere çıkanlar, o heykeli ve yeri gidip görmemişler. Belediye Başkanı sıfatıyla söylüyorum. Heykelin olduğu yerde tarihi eserler var. Heykelin içeriği ile ilgilenmiyorum. Heykelin ne olduğunu az çok bilirim. Heykel ile ilgili takdir yetkisi kullanmak için illa güzel sanatlar mezunu olmak şart değil. Şarkı türkü için yoldan geçen vatandaşa 'Beğendin mi?' diye soruyorlar. Konservatuar mezunu musun diye sormuyorlar. O arkadaş (Kars Ak Parti eski Belediye Başkanı) neden yeniden aday yapılmadı? Çünkü aradığımız vasıflar o arkadaşta yoktu. Muhafazakâr demokrat anlayışımıza uymadığı için bir daha aday gösterilmedi.” diye yanıtlar.

Şimdi de konu heykelin sanatçısını dinleyelim: Aksoy, yaptığı açıklamada “Sarıkamış’ta, Kars‘ta, Çanakkale‘de ölen tüm şehitlerimizin barış arzularını, ruhlarını göğe yükseltiyor bu anıt . Savaşları mahkûm ediyor. İnsan olma yolunda ilerleme kaydetmek istiyorsak; barış içinde yan yana yaşamak, hayatı daha derinden anlamlı hoşgörü içinde birbirimizi kucaklamak gerekir duygusunu veriyor...
Böyle bir içerikteki heykele Başbakanın karşı olacağını düşünemiyorum. Heykel ortadan ikiye bölünmüş bir insanın bölünen parçaların karşı karşıya konularak kendi kendine düşman edilmesini simgeliyor. Aralarındaki boşluk bir duvar gibi onları ayırıyor. Boşlukta uzanan el insanlığa uzanıyormuş gibi tutulmayı bekliyor. Bu el şu anda heykel yapımı durdurulduğu için yerde yerine takılmayı bekliyor.
Yapılması bitmeyen engellenen bir parça da insani vicdanı sembolize eden göz ve ondan savaşların acısıyla akan gözyaşı...” diyor.
Son olarak yakın tarihten içinde heykel, Aksoy, belediye olan bir tartışmayı hatırlayalım:
Mehmet Aksoy, daha önce de “Periler Ülkesi” adlı eserine hakaret ettiği için Ankara Büyükşehir Belediyesi Başkanı Melih Gökçek’i mahkemeye vermişti. Gökçek 1994 yılında “Periler Ülkesi” için “tükürürüm böyle sanatın içine” demiş ve heykeli parçalatmak için yerinden kaldırtmıştı. 

“Ucube” üzerinden bu felsefeleştiride ilki genel, diğerleri özel olmak üzere çeşitli tezler ileri sürülecektir.


Genel tez
Liberalizmden popüler vandalizmi ve linci anlayanların gazıyla megalomaninin fütursuzluğunda körleşen zihniyet marjinalleştikçe sertleşecektir.

Erivan ve Iğdır’da farklı zamanlarda aynı konuyu işleyen iki heykel, kentlerin önemli noktalarına devlet töreniyle dikilmiştir. Heykeller, ideolojik olarak birer iddiayı dillendirirler: soykırım. Erivan’daki Türkler’in, Iğdır’dakiyse Ermeniler’in. 1915, neresinden bakılırsa bakılsın trajik bir olaydır. Siyasi nedenlerle başlayan ve tarihte Ermeni Meselesi olarak adlandırılan sorunu tartışmak değil bu yazının amacı. Farklı öznelerce sürekli dillendirilen iddiaların havada uçuştuğu ve konunun özünün serinkanlılıkla ele alınamadığı tıpkı hakkında olduğu olay gibi bir anlamda trajiktir konunun ele alınma biçimi.

Kars’taki “Ucube”, Erivan ve Iğdır’daki iddiaların dışında Roma’nın, Bizans’ın, Osmanlı’nın şimdi de AB’nin refleksleriyle hareket ederek kuşatan, bütünleştiren, birleştiren, geleceğe bakan… bir kaygıyla yükselmekteydi. Geçmiş zaman kipi kullandım çünkü süreç, bizzat yerleşik statükocu zihniyet tarafından sekteye uğratılmıştır. Üstelik özü gereği sanat gibi popüler siyasal söylemin uzağında olan bir alt kültür olarak varoş söylemiyle ele alınması manidardır.

Şimdi “ucube”den yola çıkarak felsefeleştiriye konu olan olayı mikro anlamda temele alıp çeşitli özel tezler üretmeye çalışalım.

Birinci özel tez
Erdoğan’ın, ister bir Başbakan isterse de sade –ne demekse- bir yurttaş olarak belli türden bir konu ya da obje ile ilgili düşüncelerini ifade etmeye hakkı vardır; bu hakkı kullanmakta da özgürdür; kuşkusuz sonuçlarını üstlenmek de sorumluluğudur.
Erdoğan, “belli kesimlerce” adeta linç edilmektedir. Üretilen karşı tezlerin okunabilen altmetinlerinde a. Sanat, yüce bir kurumdur ve tartışma dışıdır; bu anlamıyla da bir tür fetiştir. b. Sanatı, ancak ve ancak bu konuda “ehil” kişiler yapabilirler. c. “Benim gibi düşünmeyenler” ötekidir; benim “kutsallarım” hakkında konuşmazlar. d. Sanata dair üretilen söylemler, üslup ve içerik anlamında sanatın yüceliğini kabul etmelidir. Yapılan tartışmalarda dillendirilen düşünceler ve kullanılan üsluplar, birinci tezin altmetinlerinde dile gelen dört alt tezi doğrulamaktadır.

İkinci özel tez
Erdoğan’ın dillendirdiği kimlik, referans olarak İslamiyet’i değil faşist vandal bir pragmatizmle kenti sosyal-iktisadi-siyasal anlamda talan eden varoş altkültürüdür.
İslamiyet referanslı olduğu iddia edilen “kimlik”, kentliliğinin varoş kültürünü aş(a)mayan faşist bir temel(i) üzerinde yükselir; bu alt kültür, devlet adamı kimliği üretemez, Erdoğan’ın kimlikler üstü, farklı geleneklerden gelen ve farklı dünya görüşleri olan kitleleri –kendisine oy vermelerine rağmen- kucaklamaması, dar bir çevrenin sözcüsü bir söylemi dillendirmesi bu felsefeleştiride ileri sürülen ikinci özel tezi doğrulamaktadır.

Üçüncü özel tez
Osmanlı kimliği, İslam ile özdeşleştirilerek anakronik yapay bir Osmanlı yaratılmaktadır.
Bugün, İslami kesimlerce anakronik ve ideolojik biçimde yaratılan Osmanlı kimliği fetişleştirilerek dokunulmaz, sorgulanmaz kılınmıştır. İslam ve küresel aktörlük, dokunulmazlığın iki ana öğesini oluşturmaktadır. Osmanlı, hiç kuşku yok ki çarpıtılarak üretilen Osmanlı kimliği –ama Osmanlı kimliğini oluşturan pek çok öğeden İslam- üzerinden kendilerini tanımlayan AKP’nin 2000’lerde ürettiği “kimlik” sipariş üzerine başka Gülen Cemaati olmak üzere cemaatlerin anonim üretimleridir. Bu felsefeleştiride ileri sürülen üçüncü özel tezi, bir ulusal kanalda yayımlanan –Muhteşem Yüzyıl- ve son günlerde kamuoyunu meşgul eden Osmanlı tartışmalarında cemaatlerin ve “belli kesimler”in takındıkları tutum(lar) doğrulamaktadır.

Dördüncü özel tez
Türkiye’de büyüyen sosyal-iktisadi-siyasal dalga, cemaatleri, AKP’yi ve Erdoğan’ı aşan bir olgudur.
Erdoğan, İslam’ın bir tür çağcıl yorumunu üreten bu halkın kavrayışının ne yazık ki gerisinde kaldığını hem Türkiye’yi hem de dünyayı kavrayışında görmekteyiz. AB süreci, küreselleşme, artan dış ticaret hacmi, ülkeye gelen 30 milyonu turist ve yurtdışına çıkan 5 milyonu aşkın yurttaşımız, birlikte düşünüldüğünde ülkenin yalnızca rakamsal anlamda değil sosyal anlamda da dünya ile entegre olduğunu göstermektedir. Süreç, Türkiye’nin yıllardır olduğu gibi yalnızca İstanbul ile değil sayıları Bursa, Gaziantep, Kahramanmaraş, Diyarbakır, Van, Erzurum, Trabzon, Samsun, Sivas, Kayseri, Konya, Mersin, Anada, Antalya, Bursa, Denizli, Manisa ve daha pek çok şehrin dünya ile bağını ne Ankara ne de İstanbul üzerinden değil doğrudan kendilerinin kurması, rüştünü ispatladığını ve bypass ile yaşamadığının göstergesidir. Süreç, taşrada yaşayan insanlarımızın vizyonunu da genişletmiştir. Artık İslam ve kimlikle ilgili başka kavramlar, ergenlik dönemine sıkışıp kalmış ve onu aşamamış toplumlar için önemini korumaktadır. Oysa Türkiye’nin, göreli olarak bir anlamda ergenlik dönemini atlatmış yetişkin olmasa bile “post adolesen”  dönemi yaşadığı ileri sürülebilir. Göstergeler, Erdoğan gibi yaşamayan ama Erdoğan’a oy veren milyonlarca insanın var olduğunun kanıtıdır. Dar bir kesimin “gururunu” okşasa da huzura hizmet etmeyen gerginliği kimse onaylamamaktadır. Son “Ucube” tartışmasında mütedeyyin kesimlerin de Erdoğan’ın hoşgörüsüzlüğünü dillendirmeleri, bu felsefeleştiride ileri sürülen dördüncü özel tezi doğrular nitelikteki göstergelerden yalnızca biridir.

Beşinci özel tez
Yeni-Osmanlıcılık, geç ergenlik dönemindeki bir toplumun megalomani psikozu altında abuklamasıdır.
Üretilen ve gururumuzu pek çok açıdan okşayan ama okşandıkça da sertleşen gururumuz sonucu saldırganlaşmamıza neden olacak Yeni-Osmanlıcılık, Erdoğan ve ekibinin çürük hipotezlerden hareket ettiklerini; Cumhuriyet’in “mefhum-u muhalif”i olarak bir kimlik üretme telaşı içinde olduklarını göstermekte. Osmanlı şemsiyesini İslamiyet’ten mürekkep görmek ya da İslamiyet’ten oluştuğunu sanmak, tarihsel hakikatlerin eğilip bükülüp 1984vari bir biçimde tarihin yeniden yazılması ile üretilmiş bir gerçekliğe zihinlerin hapsedilmesidir. Cemaat kanallarının ve yayınlarının gerçekliği ideolojik bir kaygıyla belli sabit bir açıdan tekboyutlu ele almaları, yeni bir hakikatin üretilmesini sağlamakta. Erdoğan, çeşitli vesilelerle dillendirdiği, “Türkiye’nin çimentosu İslamiyet’tir” sözüyle ülkeyi ve heterojen toplumu anakronik bir kimliğe hapsetmektir. Yeni-Osmanlıcılık, AKP ve Erdoğan’ın Ortadoğu ve Arap dünyasındaki popülaritesiyle birlikte düşünülürse ciddi çelişkiler taşımaktadır. Yeni-Osmanlıcılık, mazideki Osmanlı tebaası üzerinde emperyal bir çatı kurmak ve bölgede üretilen artı değerlerin İstanbul’a taşınması demektir. Bu talebe ne bölge ne de dünya izin verir. Talebin dillendirilmesi bile bölgede ve dünyada infial yaratır ve Saddam Hüseyin’in “deha” kokan hareketlerine benzer politikaların yaşanmasına neden olur. AKP, BOP ile gündeme gelen genelinde Batı’nın özelinde ABD’nin bölge ve dünya üzerindeki egemenliğinin sigortası olan politikaların göreli olarak başarıya ulaşabilmesi için Türkiye’ye uzatılan bir havuçtur. Sonuç olarak Yeni-Osmanlıcılık, romantik bir taleptir ve bölge ve dünya için yeni Kudüsler, Beyrutlar, Bağdatlar, Tahranlar demektir. Bu felsefeleştiride ileri sürülen Yeni-Osmanlıcılık’ın fantezi ürünü ve ABD tarafından verilen bir havuç olduğunu dillendiren beşinci özel tezi, bölgenin tarihi ve konjonktür bizzat doğrulamaktadır.

Altıncı özel tez
Erdoğan ve ekibinin sürekli dillendirdikleri “vesayet rejimi”, “Ucube”nin ortadan kaldırılma “operasyonunda” bizzat Erdoğan ve ona biat edenlerce icra edilmektedir.
Kars Belediye Başkanı, Belediye Meclisi üyeleri, Erdoğan’ın “talebini” jet hızıyla hayata geçirmişler ve belediye meclisinden yıkım kararını çıkarmışlardır. Kars Belediye Başkanı, Erdoğan’ın kenti ziyaretinden önce kentte bulunan çeşitli heykelleri kaldırtarak faşizmin en önemli ideolojik aracı olan “otosansür” ile hareket etmesi bu felsefeleştirinin altıncı özel tezinde ileri sürülen “vesayet” iddiasının iliklere değin sindiğinin göstergesidir.

Sonuç
Türkiye’de sanat ve sanatın kucaklayıcılığı, içtenliğin oportünizmle savaşının ölü doğmuş hoşgörüsüzlüğüdür.
“Ucube!”, Türkiye’nin, başta Osmanlı’dan ardından Roma’dan, Pers’ten, Bizans’tan hatta Atina’dan gelen emperyal şemsiyesinin bir tür yeniden doğuşunun nesnelleşmesidir. Kars, “Ucube!” ile, Erivan – Iğdır kamplaşmasında (Ermenistan – Türkiye) Iğdır ve Erivan’ı (Fransa’yı, ABD’yi, diasporayı ve dünyayı) aşıp Kafkasya’yı kucaklar. Erdoğan ve ekibinin çapsızlığı, Osmanlı şemsiyesini İslam’dan mürekkep görmeleridir. Sanatın içine tüküren, iktidarın şımarttığı ve kendini en çok megalomanide gösteren (bu) tutum, iddia edilenin tersine liberalizmden değil popüler kültürün sığ kavrayışından beslenmektedir. Geçmişin patolojik megalomanisinde anakronik kavrama faşizmi yaşayan bir halkın sığ ve bulanık irinlere saplatılan kimliksel tarih arayışları, yeniden kimlik yaratma girişimleri, 1994 ile 2011’in söylemsel analizlerinde görülebilir.

V. Metin Bayrak
Bahçeşehir, İstanbul, 2011

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder