“Ucube” Üzerinden Bugüne Dair Tezler
Türkiye, sıklıkla dile getirildiği gibi “gündemi çok
hızlı değişen” bir ülke. Algıyı olanaklı kılan nesne-fon ya da şekil-zemin
ilişkisidir. Şekil ya da nesne değişse de fon aynı kalıyor: gündelik yaşam
faşizmi. Ne Naipul’da ne Kustirica’da ne Defne Joy Foster’da… gündeme taşınan
konuların tartışılmasında Antik Yunan sözünü hatırlamaya şiddetle ihtiyaç
olduğu kanaatindeyim: “Duruşmalar karanlıkta yapılırdı ki konuşana değil de
konuşulana bakılsın diye.”
Eğer Başbakan Erdoğan yerine İnsanlık Abidesi adlı
henüz bitmemiş ve keyfi biçimde yerine konmamış bir heykel ile ilgili “ucube”
deyimini Osmanlı’nın Batı’da ilk heykel öğrenimi gören Oskan Efendi (Yervant),
İhsan Özsoy, Hadi Bara, Zühtü Müridoğlu, Hüseyin Anka Özkan, Sadi Çalık,
Hüseyin Gezer, İlhan Koman, Rahmi Aksungur, Giacometti, Roden… Hasan Bülent
Kahraman ya da Hilmi Yavuz’un söylediğini / söylemiş olduğunu düşünelim bir an,
bu denli infial yaratır mıydı? Ötekileştirme, bu toprakların kaderi midir?
Adama göre muamele de? Söylenene değil de kimin söylediğine verdiğimiz önem
tartışmaya konu olan “şey”in ontolojisi kaydırmıyor mu? Ne hakkında
konuşmaktayız? Tartıştığımız nedir bilen var mıdır? Serinkanlılık, saygı,
hoşgörü, dinleme, anlama, emeğe saygı… sıklıkla “kimliğimiz”i
temellendirdiğimiz bu kavramlar nerede durmakta tartışmada?
Bu felsefeleştiride “ucube” deyimi üzerinden güncel
bir zihniyet eleştirisi çeşitli tezlerle yapılmaya çalışılacaktır.
Önce, Türk Dil Kurumu’nun “Çok acayip, şaşılacak
kadar çirkin olan” diye açıklayıp H. E. Adıvar’dan alınan alıntıyla
örneklendiğini hatırlayalım “ucube”nin: “Bakımsızlıktan, pislikten yaralı,
karınları şiş, yüzleri sarı, sıska iki ucube halinde süründükten sonra
ölçüşler.”
Şimdi Erdoğan’ın konu heykel ile ilgili söylediklerini.
Erdoğan, kullandığı tabirle ilgili kendisine sorulan
“Ucube ifadesini heykel için mi çevresindeki gecekondular için mi
kullandınız?” sorusunu:
“Heykel için kullandım. Oradaki olayı değerlendirenler, TV'lere çıkanlar, o heykeli ve yeri gidip görmemişler. Belediye Başkanı sıfatıyla söylüyorum. Heykelin olduğu yerde tarihi eserler var. Heykelin içeriği ile ilgilenmiyorum. Heykelin ne olduğunu az çok bilirim. Heykel ile ilgili takdir yetkisi kullanmak için illa güzel sanatlar mezunu olmak şart değil. Şarkı türkü için yoldan geçen vatandaşa 'Beğendin mi?' diye soruyorlar. Konservatuar mezunu musun diye sormuyorlar. O arkadaş (Kars Ak Parti eski Belediye Başkanı) neden yeniden aday yapılmadı? Çünkü aradığımız vasıflar o arkadaşta yoktu. Muhafazakâr demokrat anlayışımıza uymadığı için bir daha aday gösterilmedi.” diye yanıtlar.
“Heykel için kullandım. Oradaki olayı değerlendirenler, TV'lere çıkanlar, o heykeli ve yeri gidip görmemişler. Belediye Başkanı sıfatıyla söylüyorum. Heykelin olduğu yerde tarihi eserler var. Heykelin içeriği ile ilgilenmiyorum. Heykelin ne olduğunu az çok bilirim. Heykel ile ilgili takdir yetkisi kullanmak için illa güzel sanatlar mezunu olmak şart değil. Şarkı türkü için yoldan geçen vatandaşa 'Beğendin mi?' diye soruyorlar. Konservatuar mezunu musun diye sormuyorlar. O arkadaş (Kars Ak Parti eski Belediye Başkanı) neden yeniden aday yapılmadı? Çünkü aradığımız vasıflar o arkadaşta yoktu. Muhafazakâr demokrat anlayışımıza uymadığı için bir daha aday gösterilmedi.” diye yanıtlar.
Şimdi de konu heykelin sanatçısını dinleyelim: Aksoy, yaptığı açıklamada “Sarıkamış’ta,
Kars‘ta, Çanakkale‘de ölen tüm şehitlerimizin barış arzularını, ruhlarını göğe
yükseltiyor bu anıt . Savaşları mahkûm ediyor. İnsan olma yolunda ilerleme
kaydetmek istiyorsak; barış içinde yan yana yaşamak, hayatı daha derinden
anlamlı hoşgörü içinde birbirimizi kucaklamak gerekir duygusunu veriyor...
Böyle bir içerikteki heykele Başbakanın
karşı olacağını düşünemiyorum. Heykel
ortadan ikiye bölünmüş bir
insanın bölünen parçaların karşı karşıya
konularak kendi kendine düşman
edilmesini simgeliyor. Aralarındaki boşluk bir duvar gibi onları ayırıyor. Boşlukta uzanan el
insanlığa uzanıyormuş gibi tutulmayı bekliyor. Bu el şu anda heykel yapımı
durdurulduğu için yerde yerine takılmayı bekliyor.
Yapılması
bitmeyen engellenen bir parça da insani vicdanı sembolize eden göz ve ondan
savaşların acısıyla akan gözyaşı...” diyor.
Son
olarak yakın tarihten içinde heykel, Aksoy, belediye olan bir tartışmayı
hatırlayalım:
Mehmet Aksoy, daha önce de “Periler
Ülkesi” adlı eserine hakaret ettiği için Ankara Büyükşehir Belediyesi Başkanı
Melih Gökçek’i mahkemeye vermişti. Gökçek 1994 yılında “Periler Ülkesi” için “tükürürüm
böyle sanatın içine” demiş ve heykeli parçalatmak için yerinden kaldırtmıştı.
“Ucube” üzerinden bu felsefeleştiride ilki genel,
diğerleri özel olmak üzere çeşitli tezler ileri sürülecektir.
Genel tez
Liberalizmden popüler vandalizmi ve linci anlayanların
gazıyla megalomaninin fütursuzluğunda körleşen zihniyet marjinalleştikçe
sertleşecektir.
Erivan ve Iğdır’da farklı zamanlarda aynı konuyu
işleyen iki heykel, kentlerin önemli noktalarına devlet töreniyle dikilmiştir.
Heykeller, ideolojik olarak birer iddiayı dillendirirler: soykırım. Erivan’daki
Türkler’in, Iğdır’dakiyse Ermeniler’in. 1915, neresinden bakılırsa bakılsın
trajik bir olaydır. Siyasi nedenlerle başlayan ve tarihte Ermeni Meselesi
olarak adlandırılan sorunu tartışmak değil bu yazının amacı. Farklı öznelerce
sürekli dillendirilen iddiaların havada uçuştuğu ve konunun özünün
serinkanlılıkla ele alınamadığı tıpkı hakkında olduğu olay gibi bir anlamda
trajiktir konunun ele alınma biçimi.
Kars’taki “Ucube”, Erivan ve Iğdır’daki iddiaların
dışında Roma’nın, Bizans’ın, Osmanlı’nın şimdi de AB’nin refleksleriyle hareket
ederek kuşatan, bütünleştiren, birleştiren, geleceğe bakan… bir kaygıyla
yükselmekteydi. Geçmiş zaman kipi kullandım çünkü süreç, bizzat yerleşik
statükocu zihniyet tarafından sekteye uğratılmıştır. Üstelik özü gereği sanat
gibi popüler siyasal söylemin uzağında olan bir alt kültür olarak varoş söylemiyle
ele alınması manidardır.
Şimdi “ucube”den yola çıkarak felsefeleştiriye konu
olan olayı mikro anlamda temele alıp çeşitli özel tezler üretmeye çalışalım.
Birinci
özel tez
Erdoğan’ın, ister bir Başbakan isterse de sade –ne
demekse- bir yurttaş olarak belli türden bir konu ya da obje ile ilgili
düşüncelerini ifade etmeye hakkı vardır; bu hakkı kullanmakta da özgürdür;
kuşkusuz sonuçlarını üstlenmek de sorumluluğudur.
Erdoğan, “belli kesimlerce” adeta linç edilmektedir.
Üretilen karşı tezlerin okunabilen altmetinlerinde a. Sanat, yüce bir kurumdur
ve tartışma dışıdır; bu anlamıyla da bir tür fetiştir. b. Sanatı, ancak ve ancak bu konuda “ehil” kişiler
yapabilirler. c. “Benim gibi düşünmeyenler” ötekidir; benim “kutsallarım”
hakkında konuşmazlar. d. Sanata dair üretilen söylemler, üslup ve içerik
anlamında sanatın yüceliğini kabul etmelidir. Yapılan tartışmalarda
dillendirilen düşünceler ve kullanılan üsluplar, birinci tezin altmetinlerinde
dile gelen dört alt tezi doğrulamaktadır.
İkinci özel
tez
Erdoğan’ın dillendirdiği kimlik, referans olarak İslamiyet’i
değil faşist vandal bir pragmatizmle kenti sosyal-iktisadi-siyasal anlamda
talan eden varoş altkültürüdür.
İslamiyet referanslı olduğu iddia edilen “kimlik”, kentliliğinin
varoş kültürünü aş(a)mayan faşist bir temel(i) üzerinde yükselir; bu alt
kültür, devlet adamı kimliği üretemez, Erdoğan’ın kimlikler üstü, farklı
geleneklerden gelen ve farklı dünya görüşleri olan kitleleri –kendisine oy
vermelerine rağmen- kucaklamaması, dar bir çevrenin sözcüsü bir söylemi
dillendirmesi bu felsefeleştiride ileri sürülen ikinci özel tezi doğrulamaktadır.
Üçüncü özel
tez
Osmanlı kimliği, İslam ile özdeşleştirilerek
anakronik yapay bir Osmanlı yaratılmaktadır.
Bugün, İslami kesimlerce anakronik ve ideolojik
biçimde yaratılan Osmanlı kimliği fetişleştirilerek dokunulmaz, sorgulanmaz
kılınmıştır. İslam ve küresel aktörlük, dokunulmazlığın iki ana öğesini
oluşturmaktadır. Osmanlı, hiç kuşku yok ki çarpıtılarak üretilen Osmanlı
kimliği –ama Osmanlı kimliğini oluşturan pek çok öğeden İslam- üzerinden
kendilerini tanımlayan AKP’nin 2000’lerde ürettiği “kimlik” sipariş üzerine
başka Gülen Cemaati olmak üzere cemaatlerin anonim üretimleridir. Bu
felsefeleştiride ileri sürülen üçüncü özel tezi, bir ulusal kanalda yayımlanan –Muhteşem
Yüzyıl- ve son günlerde kamuoyunu meşgul eden Osmanlı tartışmalarında cemaatlerin
ve “belli kesimler”in takındıkları tutum(lar) doğrulamaktadır.
Dördüncü
özel tez
Türkiye’de büyüyen sosyal-iktisadi-siyasal dalga,
cemaatleri, AKP’yi ve Erdoğan’ı aşan bir olgudur.
Erdoğan, İslam’ın bir tür çağcıl yorumunu üreten bu
halkın kavrayışının ne yazık ki gerisinde kaldığını hem Türkiye’yi hem de
dünyayı kavrayışında görmekteyiz. AB süreci, küreselleşme, artan dış ticaret
hacmi, ülkeye gelen 30 milyonu turist ve yurtdışına çıkan 5 milyonu aşkın
yurttaşımız, birlikte düşünüldüğünde ülkenin yalnızca rakamsal anlamda değil
sosyal anlamda da dünya ile entegre olduğunu göstermektedir. Süreç, Türkiye’nin
yıllardır olduğu gibi yalnızca İstanbul ile değil sayıları Bursa, Gaziantep,
Kahramanmaraş, Diyarbakır, Van, Erzurum, Trabzon, Samsun, Sivas, Kayseri,
Konya, Mersin, Anada, Antalya, Bursa, Denizli, Manisa ve daha pek çok şehrin
dünya ile bağını ne Ankara ne de İstanbul üzerinden değil doğrudan kendilerinin
kurması, rüştünü ispatladığını ve bypass ile yaşamadığının göstergesidir.
Süreç, taşrada yaşayan insanlarımızın vizyonunu da genişletmiştir. Artık İslam
ve kimlikle ilgili başka kavramlar, ergenlik dönemine sıkışıp kalmış ve onu
aşamamış toplumlar için önemini korumaktadır. Oysa Türkiye’nin, göreli olarak
bir anlamda ergenlik dönemini atlatmış yetişkin olmasa bile “post
adolesen” dönemi yaşadığı ileri
sürülebilir. Göstergeler, Erdoğan gibi yaşamayan ama Erdoğan’a oy veren
milyonlarca insanın var olduğunun kanıtıdır. Dar bir kesimin “gururunu” okşasa
da huzura hizmet etmeyen gerginliği kimse onaylamamaktadır. Son “Ucube”
tartışmasında mütedeyyin kesimlerin de Erdoğan’ın hoşgörüsüzlüğünü
dillendirmeleri, bu felsefeleştiride ileri sürülen dördüncü özel tezi doğrular
nitelikteki göstergelerden yalnızca biridir.
Beşinci
özel tez
Yeni-Osmanlıcılık, geç ergenlik dönemindeki bir
toplumun megalomani psikozu altında abuklamasıdır.
Üretilen ve gururumuzu pek çok açıdan okşayan ama
okşandıkça da sertleşen gururumuz sonucu saldırganlaşmamıza neden olacak
Yeni-Osmanlıcılık, Erdoğan ve ekibinin çürük hipotezlerden hareket ettiklerini;
Cumhuriyet’in “mefhum-u muhalif”i olarak bir kimlik üretme telaşı içinde
olduklarını göstermekte. Osmanlı şemsiyesini İslamiyet’ten mürekkep görmek ya
da İslamiyet’ten oluştuğunu sanmak, tarihsel hakikatlerin eğilip bükülüp
1984vari bir biçimde tarihin yeniden yazılması ile üretilmiş bir gerçekliğe
zihinlerin hapsedilmesidir. Cemaat kanallarının ve yayınlarının gerçekliği
ideolojik bir kaygıyla belli sabit bir açıdan tekboyutlu ele almaları, yeni bir
hakikatin üretilmesini sağlamakta. Erdoğan, çeşitli vesilelerle dillendirdiği,
“Türkiye’nin çimentosu İslamiyet’tir” sözüyle ülkeyi ve heterojen toplumu anakronik
bir kimliğe hapsetmektir. Yeni-Osmanlıcılık, AKP ve Erdoğan’ın Ortadoğu ve Arap
dünyasındaki popülaritesiyle birlikte düşünülürse ciddi çelişkiler
taşımaktadır. Yeni-Osmanlıcılık, mazideki Osmanlı tebaası üzerinde emperyal bir
çatı kurmak ve bölgede üretilen artı değerlerin İstanbul’a taşınması demektir. Bu
talebe ne bölge ne de dünya izin verir. Talebin dillendirilmesi bile bölgede ve
dünyada infial yaratır ve Saddam Hüseyin’in “deha” kokan hareketlerine benzer
politikaların yaşanmasına neden olur. AKP, BOP ile gündeme gelen genelinde
Batı’nın özelinde ABD’nin bölge ve dünya üzerindeki egemenliğinin sigortası
olan politikaların göreli olarak başarıya ulaşabilmesi için Türkiye’ye uzatılan
bir havuçtur. Sonuç olarak Yeni-Osmanlıcılık, romantik bir taleptir ve bölge ve
dünya için yeni Kudüsler, Beyrutlar, Bağdatlar, Tahranlar demektir. Bu
felsefeleştiride ileri sürülen Yeni-Osmanlıcılık’ın fantezi ürünü ve ABD tarafından
verilen bir havuç olduğunu dillendiren beşinci özel tezi, bölgenin tarihi ve konjonktür
bizzat doğrulamaktadır.
Altıncı
özel tez
Erdoğan ve ekibinin sürekli dillendirdikleri “vesayet
rejimi”, “Ucube”nin ortadan kaldırılma “operasyonunda” bizzat Erdoğan ve ona
biat edenlerce icra edilmektedir.
Kars Belediye Başkanı, Belediye Meclisi üyeleri,
Erdoğan’ın “talebini” jet hızıyla hayata geçirmişler ve belediye meclisinden
yıkım kararını çıkarmışlardır. Kars Belediye Başkanı, Erdoğan’ın kenti
ziyaretinden önce kentte bulunan çeşitli heykelleri kaldırtarak faşizmin en
önemli ideolojik aracı olan “otosansür” ile hareket etmesi bu felsefeleştirinin
altıncı özel tezinde ileri sürülen “vesayet” iddiasının iliklere değin sindiğinin
göstergesidir.
Sonuç
Türkiye’de sanat ve sanatın kucaklayıcılığı,
içtenliğin oportünizmle savaşının ölü doğmuş hoşgörüsüzlüğüdür.
“Ucube!”, Türkiye’nin, başta Osmanlı’dan ardından
Roma’dan, Pers’ten, Bizans’tan hatta Atina’dan gelen emperyal şemsiyesinin bir
tür yeniden doğuşunun nesnelleşmesidir. Kars, “Ucube!” ile, Erivan – Iğdır
kamplaşmasında (Ermenistan – Türkiye) Iğdır ve Erivan’ı (Fransa’yı, ABD’yi,
diasporayı ve dünyayı) aşıp Kafkasya’yı kucaklar. Erdoğan ve ekibinin
çapsızlığı, Osmanlı şemsiyesini İslam’dan mürekkep görmeleridir. Sanatın içine
tüküren, iktidarın şımarttığı ve kendini en çok megalomanide gösteren (bu)
tutum, iddia edilenin tersine liberalizmden değil popüler kültürün sığ
kavrayışından beslenmektedir. Geçmişin patolojik megalomanisinde anakronik
kavrama faşizmi yaşayan bir halkın sığ ve bulanık irinlere saplatılan kimliksel
tarih arayışları, yeniden kimlik yaratma girişimleri, 1994 ile 2011’in
söylemsel analizlerinde görülebilir.
V. Metin Bayrak
Bahçeşehir, İstanbul, 2011
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder