Mahşerin
Atlısı
Engin Türker'in Resim ve Heykel Sergisi Üzerine
Engin Türker'in Resim ve Heykel Sergisi Üzerine
Dolmabahçe Sanat Galerisi’nde 1–15 Eylül tarihleri
arasında Engin Türker’e ait “zaman barışa karşıt zaman” adlı resim ve heykel
sergisini serginin açılışının ertesi gün gezmek imkânı buldum. Bir büyükelçi
olan sanatçının “zaman” üzerine değil belki ama “barış” üzerine düşünmesi ve
görece güç konuları iki ‘klişe’ simgeye yedirerek ete kemiğe büründürmesi
manidardır.
Sergiye –nedense hep sağdan başlarız ya gezmeye-
dalar dalmaz sanatçının şiiri karşılıyor sizi. Ardından hemen sağda serginin başyapıtı:
Mahşerin Atlısı! Zaman, zamanın bir umut olarak barışa gebeliği, hiçbir şeyin
onun hızına yetişememesi, sanki kaçarcasına “hızla” sürmesi kendini sonsuzluğa
sınırlı bir varlık olan insan öznesini şaşırtmakta. Zaman, kuşkusuz, özellikle
modern zamanların öznelerinin üzerinde / ensesinde Demokles’in kılıcı gibi
sürekli sallanmakta. Hangimiz onun nefesini duymadan bir an bile olsa nefes
alabiliyoruz?
Serginin ‘klişe’ simgeler üzerine inşa ettiği
düşünce: Zamana yaşamın kurban edilmesi. Evet, durmaksızın süren zaman –imkânımız
olmasına karşın- dışına bir anlığına bile olsa dışına çıkıp zaman içinde akan
yaşamamıza baktığımızda bütün yaşamların cehennem cıngılında kendi kendinin
celladı olup sonunu getirdiğine tanık olmak imkanı veriyor.
İnsan, nereye?, ne zamana dek? Ve nereye dek?
Sorularını sormaktan kendini alamıyor. Kuşkusuz zaman, sonsuzluk demek. Zaman,
sonsuzluksa yaşam sonsuzluk içindedir. Belki de trajedi, sonsuzluğun içinde
sonluluğun travmasını yaşayan insan öznesinin trajedisidir. Sanat, bir anlamda
da bu trajedinin ete kemiğe bürünüp zamana “nanik” yapmak değil midir?
Zaman, hayatı içinde eritiyor; yaşamsa, insanın diğer
umutları gibi barışı(nı). Özlem duymaktan öte rasyonel tartışılmazcasına ister
barışı; barışın ihtiyaçlığı tartışılmaz; ortak aklın ortak isteğidir barış.
Bunca isteğe karşın gerçekleşmemesi ise fazlasıyla manidardır. Lacan’ın dediği
gibi, insan, kültürle bilinçdışı kıldığı evrenini mi aramaktadır? Sanat, insana
kaybettiğini geri getirebilir mi? Sanat, insanın arınması mıdır? Bu arınışın
insanın ruh durumunda yarattığı şizofreni, artık “insanlık durumu” mudur?
Serginin mütevazı “cocukları olan kilden heykeller,
öylesine bütünlemiş ki anlayışı –konsept demek istemiyorum- resimler, gayet
yerinde sergilenmiş ama yer yer aynı konu aynı yerde –peş peşe- değil farklı
yerlere serpiştirilmiş. Aralardaki boş alanlara ise bıçak gibi uzanan yatay
platformlar üzerine resimlerde işlenen “düşünce(ler)” üçboyutlu hale
getirilerek sergilenmişler. Bütün heykeller, heykelden ‘yumurtalar’ arasında;
bunlar, ne denli düzgün, tornadan çıkmışçasına durmalarına karşın onlardan
‘çıkan’ heykellerse o denli non-figüratif. Bu tezat, insanların yaptıklarıyla
barışa ilişkin düşünceleri arasındaki aykırılığa bir tür gönderme; ya da o
“olgu”yu yansıtıyor. Heykeller, gerek işlediği konuda nesnelleştirdiği figürler
gerek bunların biçemleri göz önünde bulundurulduğunda biçem giacometti’yi
figürlerse dali’yi çağrıştırıyor. Sanatçının olgunluk dönemini “ben geldim ve
buradaki gözünüzün önündekilerde varlık buldum…” dercesine sesini gizlemeden
perdelemeden göstermekte.
Sanatçı, ele aldığı düşünceyi, ‘klişe’ simgelere
hapsetmeden zihnin duvarlarını kırarak iyimserliğe hapsolan imgelere
indirgemediği yapıtlarında insan öznesinin barışa olan özlemi ve zaman karşısındaki
çaresizliği, güçsüzlüğü, ona yetişememenin çıplaklaştırdığı, umutsuzlaştırdığı
sanatla kültür üreterek zamanın dışına çıkarabildiği insanı maskesiz çizip ete
kemiğe büründürüyor.
V. Metin Bayrak
Gümüşsuyu, İstanbul, 2007
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder