26 Mart 2012 Pazartesi

Mahşerin Atlısı


Mahşerin Atlısı
Engin Türker'in Resim ve Heykel Sergisi Üzerine

Dolmabahçe Sanat Galerisi’nde 1–15 Eylül tarihleri arasında Engin Türker’e ait “zaman barışa karşıt zaman” adlı resim ve heykel sergisini serginin açılışının ertesi gün gezmek imkânı buldum. Bir büyükelçi olan sanatçının “zaman” üzerine değil belki ama “barış” üzerine düşünmesi ve görece güç konuları iki ‘klişe’ simgeye yedirerek ete kemiğe büründürmesi manidardır.

Sergiye –nedense hep sağdan başlarız ya gezmeye- dalar dalmaz sanatçının şiiri karşılıyor sizi. Ardından hemen sağda serginin başyapıtı: Mahşerin Atlısı! Zaman, zamanın bir umut olarak barışa gebeliği, hiçbir şeyin onun hızına yetişememesi, sanki kaçarcasına “hızla” sürmesi kendini sonsuzluğa sınırlı bir varlık olan insan öznesini şaşırtmakta. Zaman, kuşkusuz, özellikle modern zamanların öznelerinin üzerinde / ensesinde Demokles’in kılıcı gibi sürekli sallanmakta. Hangimiz onun nefesini duymadan bir an bile olsa nefes alabiliyoruz?

Serginin ‘klişe’ simgeler üzerine inşa ettiği düşünce: Zamana yaşamın kurban edilmesi. Evet, durmaksızın süren zaman –imkânımız olmasına karşın- dışına bir anlığına bile olsa dışına çıkıp zaman içinde akan yaşamamıza baktığımızda bütün yaşamların cehennem cıngılında kendi kendinin celladı olup sonunu getirdiğine tanık olmak imkanı veriyor.

İnsan, nereye?, ne zamana dek? Ve nereye dek? Sorularını sormaktan kendini alamıyor. Kuşkusuz zaman, sonsuzluk demek. Zaman, sonsuzluksa yaşam sonsuzluk içindedir. Belki de trajedi, sonsuzluğun içinde sonluluğun travmasını yaşayan insan öznesinin trajedisidir. Sanat, bir anlamda da bu trajedinin ete kemiğe bürünüp zamana “nanik” yapmak değil midir?


Zaman, hayatı içinde eritiyor; yaşamsa, insanın diğer umutları gibi barışı(nı). Özlem duymaktan öte rasyonel tartışılmazcasına ister barışı; barışın ihtiyaçlığı tartışılmaz; ortak aklın ortak isteğidir barış. Bunca isteğe karşın gerçekleşmemesi ise fazlasıyla manidardır. Lacan’ın dediği gibi, insan, kültürle bilinçdışı kıldığı evrenini mi aramaktadır? Sanat, insana kaybettiğini geri getirebilir mi? Sanat, insanın arınması mıdır? Bu arınışın insanın ruh durumunda yarattığı şizofreni, artık “insanlık durumu” mudur?

Serginin mütevazı “cocukları olan kilden heykeller, öylesine bütünlemiş ki anlayışı –konsept demek istemiyorum- resimler, gayet yerinde sergilenmiş ama yer yer aynı konu aynı yerde –peş peşe- değil farklı yerlere serpiştirilmiş. Aralardaki boş alanlara ise bıçak gibi uzanan yatay platformlar üzerine resimlerde işlenen “düşünce(ler)” üçboyutlu hale getirilerek sergilenmişler. Bütün heykeller, heykelden ‘yumurtalar’ arasında; bunlar, ne denli düzgün, tornadan çıkmışçasına durmalarına karşın onlardan ‘çıkan’ heykellerse o denli non-figüratif. Bu tezat, insanların yaptıklarıyla barışa ilişkin düşünceleri arasındaki aykırılığa bir tür gönderme; ya da o “olgu”yu yansıtıyor. Heykeller, gerek işlediği konuda nesnelleştirdiği figürler gerek bunların biçemleri göz önünde bulundurulduğunda biçem giacometti’yi figürlerse dali’yi çağrıştırıyor. Sanatçının olgunluk dönemini “ben geldim ve buradaki gözünüzün önündekilerde varlık buldum…” dercesine sesini gizlemeden perdelemeden göstermekte.

Sanatçı, ele aldığı düşünceyi, ‘klişe’ simgelere hapsetmeden zihnin duvarlarını kırarak iyimserliğe hapsolan imgelere indirgemediği yapıtlarında insan öznesinin barışa olan özlemi ve zaman karşısındaki çaresizliği, güçsüzlüğü, ona yetişememenin çıplaklaştırdığı, umutsuzlaştırdığı sanatla kültür üreterek zamanın dışına çıkarabildiği insanı maskesiz çizip ete kemiğe büründürüyor.

V. Metin Bayrak
Gümüşsuyu, İstanbul, 2007

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder