26 Mart 2012 Pazartesi

Özgürlük Üzerine


Özgürlük Üzerine


İnsan, belli türden bir toplumu hazır bularak yaşama gözlerini açar. O, daha doğar doğmaz kelimenin birinci anlamıyla ve yan anlamlarıyla giydirilir: kıyafet ve inançlar davranış kalıplarını belirleyen ilkeler. İnsan türünün bir bireyi olan o canlı varlık yavaş yavaş bilen, kavrayan, anlayan bir özneye dönüştürülür; bu süreç, aynı zamanda bireyin kişiye evirildiği bir süreçtir. Birey, artık kişiliği olan bir varlıktır; o, kişilik sahibi olmaya bilerek, anlayarak, algılayarak, değerlendirerek kendi kendini kurarak ulaşmıştır.


Kişileşme nedir? Bireyin, içinde yaşadığı toplumsal çevreye uyum sağlayıp kendinin ve/veya toplumun ona sunduğu “yer”lerin gereklerini yerine getirmektir. Bu süreç, toplumsallaş(tır)ma olarak adlandırılmaktadır. Konu süreçte insan, önce, daha doğar doğmaz hazır bulduğu toplumsal çevrenin ahlaksal yapısına itaat etmeyi öğrenir; ardından daha karmaşık bir yapısı olan “devlet”in kurallarına.


İnsan, iradi olarak itaat eder; peki neden? Bu, biri görünür diğeri örtük iki nedene indirgenerek analiz edilebilir; bir başka deyişle felsefeleştirilebilir.


İnsan, özü itibariyle toplumsal bir varlık olması nedeniyle yine özü gereği yaşamında ilişki arar; zaten, onun yaşamını toplumsal kılan yaşamda kurduğu ilişkilerdir. İşte insan, doğası gereği aradığı ilişkilerini sürdürmenin yolunun koşulsuzca itaat etmekten geçtiğini bilmekte; bunun bilinci ile hareket edip etmediği tali bir konu olup bu yazının ele aldığı noktanın dışında kalmakta.


İnsan, ayağa kalkması nedeniyle, diğer canlı türlerinden daha fazla bakıma ama uzun süreli bakıma ihtiyaç duyar; hatta bakım onun için gereklilikten öte zorunluluktur bu nedenle de bakıma muhtaçtır.  Doğal muhtaçlığın yerini, toplumsallaştırma sürecinin yapılandırdığı varlıkta toplumsal / ilişkisel muhtaçlık alır. Kuşkusuz bu ihtiyaç türü için kullanılacak yüklem zorunluluk değil gerekliliktir.


Bu, toplumsal varlık olmasından ötürü, yalnız kalmamak için kaçınılmazcasına iççinde yaşadığı toplumun kurallarına “itaat etmesi”, görünür bir başka deyişle de suyun üzerindeki nedendir. (Burada, itaatin araçlarından söz edilmeyecektir; her ne kadar yazılı ya da sözlü normların yaptırım güçlerinin birey üzerinde yadsınamaz etkisi ve konu normları uygulama araçlarının –ki ölüme varıncaya dek pek çok türü vardır- birey üzerindeki etkileri yadsınmıyor ama bu yazının dışında bırakılmıştır.)


Örtük neden ya da bu felsefeleştirinin objesi olan hatta burada felsefeleştirilen bu örtük nedendir. İnsan, ahlaksal, toplumsal bir varlık olarak iradi bir öznedir. İradi olması, onu, yaşam karşısında kararlar almaya sevk eder; aldığı her karar, kuşkusuz ahlaki bir nitelik taşır; her ahlaki karar gibi, karar vericisi sonucu ile muhataptır; bir başka deyişle kararı kim verdi ise o kararın sorumluluğunu taşıyacak olan kararı veren öznedir. İnsan, özü gereği kolaya, acısıza yönelmek eğilimi duyar ya da bunları ister. Ahlaki kararın getirdiği sorumluluğun yükü, öznelerin pek çoğunca kaldırılamaz bulunur; bu, kuşkusuz bilinç düzeyinde değildir ama bunun bilinçdışı gerçekleştiği de iddia edilemez: arada olduğu iddia edilebilir ki burada işte bu aralık da seçikleştirilmeye çalışılacaktır. İnsanın, konu sorumluluğun getirdiği yükten kendini yalıtmak istemesi, itaatini temellendirir ya bir açıdan anlaşılır kılar. İtaatin ontolojik yapısı, sorumluluğun varlığıyla anlam kazanır; itaat, özneyi sorumluluktan kurtararak özgürleştirir; bu özgürlük, sorumluluksuzluktur; kuşkusuz, iradi olarak “bu” da seçilmiştir. Geniş genelimizin bu türden bir tasarrufta bulunması manidardır; tarihe yün verme gücünde olup bu yönün tayininde etkisi olanlar itaat ederek elde edilen özgürlükten bir başka deyişle bağsızlıktan ziyade mazoşistçe sorumluluk almak telaşındadırlar; bu mazoşistçe sorumluluk, belirsizliklere neden olur ve bu da zihni sürekli anık tutar; “her an her şey olabilir”in bilincidir ruhu cendereye alan.


İnsanın otoriteye olan “gereksinimi” buradan kaynaklanır. Otorite, insanın bu yapısal özelliği hesaba katılmadan analiz edilemez. İnsanın otorite olan ilişkisi, öncelikle doğal bir varlık olarak sınırlılıkla başlar; ardından anne ile olan ilişkisi ve bu ilişkideki bağımlılığı; bu bağımlılık, ki sınırlılıktan da kaynaklanmaktadır, gerilimin her evresinde farklı içerikler kazanarak varlığını sürdürmektedir. Buradaki amaç, insanın itaatini doğal yapısıyla temellendirmek değil, itaatin doğal yapımızdaki yerini, temelini de göstermek, hiç kuşkusuz itaat, yalnızca insanın bir canlı türü olarak sınırlılığıyla açıklanamaz.


Özgürlük ve itaat birbirlerinin göreli kavramlarıdır.; özgürlük, sorumlulukla temellendirilir. Peki, bir öznenin itaat etmesi, bir başka deyişle yaşam karşısındaki seçme inisiyatifini itaat etmeme olarak değil de itaat etme olarak seçmesi, bir özne olarak insanı sorumluluktan yalıtıp kurtarır mı? Her ne kadar sorumluluktan kaçıp genelin iradesine kendi özneliğini, iradesini karıştırıp eriten insanın, bu eritme ile, genelin iradesinin emrettiği şekilde davrandığında sorumluluğu “das man”a yani boş özneye mi bırakmış oluyor; yoksa bilinç düzeyinde değilse bilinçdışında dıştalamaya ve de kurtulmaya çalıştığı sorumluluğu yüklendiği ağırlıktan bilinçdışı olarak kurtulamamasının getirdiği duygulanımlar mıdır “acaba” dedirten her durumda bu “acaba” değil midir her an ensesinde insanın ve bir türlü rahat bırakmadan sürekli onunla olan.

Ara sonuç
Hipotetik yargı: itaatte örtük de olsa sorumluluk vardır; genelin iradesini seçen özne, bu seçiminden sonra seçtiğini kendi öznesine mal etmiş ve bu irade, artık “o”nun iradesidir; bu durum, öznenin sorumluluktan kaçarken bir başka noktaya götürür; o da:

Kategorik yargı: genelin iradesi, hiç kuşkusuz, temelinde itaat eden öznenin yer almadığı bir iradedir: bu anlamıyla o iradenin kararında o iradeye itaat edenin özü yer almaz; aslında, kendi(nin) olmayan bir hayatın yaşandığını gösterir. Samimiyetsizlik, kaçınılmaz olarak bu durumda açığa çıkar, saklanamaz hiçbir biçimde o!

V. Metin Bayrak
İstanbul, 2010

1 yorum:

  1. İkinci maddede yer alan "kişileşme" ile "toplumsallaşma" neden aynı anlamda kullanılıyor?

    Yazının kendi bütünlüğü içinde bakarsak, sözgelimi birinci maddedeki "O, daha doğar doğmaz kelimenin birinci anlamıyla ve yan anlamlarıyla giydirilir: kıyafet ve inançlar davranış kalıplarını belirleyen ilkeler. İnsan türünün bir bireyi olan o canlı varlık yavaş yavaş bilen, kavrayan, anlayan bir özneye dönüştürülür; bu süreç, aynı zamanda bireyin kişiye evirildiği bir süreçtir. Birey, artık kişiliği olan bir varlıktır;" ifadesi ile düşünürsek,

    Toplumsallaşmak, kişileşmekten daha çok, "herkesleşmek" anlamına gelmez mi!.. Toplumsallaşmanın ya da "herkesleşmenin" olduğu bir yerde, "kişi" olarak kendi hayatının öznesi yerine, "sürünün parçası" olarak toplumun bir nesnesi ya da istatistiksel bir "rakam" olmak anlamına gelmez mi?

    (Kişileşmek, topluma aykırı olmak anlamına asla gelmemeli... bu apayrı bir konu)...

    YanıtlaSil