MAHREMİYETİN
MASUMİYETSİZ SONU
KENDİ KENDİNİ TÜKETEN KENT
KENDİ KENDİNİ TÜKETEN KENT
"İyi bir soru en parlak yanıttan daha
değerlidir."[1]
Louis I. Kahn
YÖNTEM
Dışa kapalı konut yerleşmeleri, pek çok açıdan ele
alınabilir. Bir felsefeci olarak ilkin, mimariye, felsefi bir gözle bakıp çeşitli
kavramsallaştırmalarla ve bunlara dayanarak ileri sürülen hipotetik yargılarla kimi
noktaları seçik hale getirip olgunun tartışılmasına katkıda bulunmayı
amaçlamaktayım.
İkinci olarak da dışa kapalı konut yerleşimlerine ya
da sitelere, mimariye, kente ve kent sosyolojisine; yine, felsefi bir gözle
bakıp çeşitli kavramsallaştırmalarla ele almaya ve bu kavramları tarihsel birer
"özne" olarak kurup aktörü oldukları hayatı nasıl manipüle
ettiklerini serimleyip görünür kılmaya gayret edeceğim.
Ben, buna, "eleştiri" ve
"felsefe" sözcüklerinden yola çıkarak kavramsallaştırdığım
"felsefeleştiri"[2] adını
veriyorum. Dolayısıyla bildirim, kavramsallaştırmaya çalıştığım felsefeleştiri
metodolojisine dayanmaktadır ve formel akademik ilkeleri ihmal etmektedir. Burada
yapmaya çalışacağım şey, felsefeleştiri metodolojisiyle bir tür kent ontolojisi
ve buna bağlı olarak da kent epistemolojisidir.
Bunu yaparken de site olgusunun Hartmann ontolojisini
temele alan felsefeleştiri metodolojisine dayanan analizinde ele alınan
noktalarına dair çeşitli sorular sorup söz konusu noktalara ilişkin hipotetik
tezler ileri sürerek bitireceğim. Nihai amacım, zihinlerde Kahn’ın girişte
andığım sözüne sadık kalarak çeşitli sorular oluşturmaktır.
HARTMANN
ONTOLOJİSİ
Varlık, bütündür ve tarzları bakımından zaman ve mekân
boyutları dışında kalan ve değişmeyen “ideal varlık” ile zaman ve mekân
boyutları içinde yer alan “real varlık” alanı kategorilerinden oluşur. N. Hartmann, real varlık alanını dört tabakaya
ya da alana ayırır: Maddi varlık alanı; organik varlık alanı; psişik ve
tarihsel (düşünce dünyası, Geistik) varlık alanı. Geistik alan ya da düşünce
dünyası real alanın en üst basamağıdır. Alt tabakalara bağımlıdır ama diğer
yandan özgürdür. En alt alan güçlüdür ama otonom değildir. “Her sferin varlığı,
kendinden önceki, yani alttaki sferi yahut sferleri şart koşar. Her sfer,
kendinden önceki sfere göre “bağımsızdır”; fakat aynı zamanda kendinden önceki
sfere dayanır. Demekki, autonomi ve dayanma aynı zamanda vardır.”[3] Real
varlık, anorganik, organik ve tarihsel varlık tabakalarından oluşur. Anorganik
tabakada cansız varlıklar yer alır ve fizik biliminin inceleme alanıdır;
organik tabaka, biyolojinin konusu olan bütün canlı varlıkları içine alır;
tarihsel varlık tabakası ise bilinçli varlıklar ve bilinçli varlıkların
ürünlerini içine alır ve psikolojinin konusunu oluşturur. İnsan ve insan
değerleri bu tabakada yer alır ve felsefenin inceleme alanıdır.
Kente, Hartmann’ın yeni ontoloji adını verdiği varlık
görüşü ile bakıldığında iki temel kavramla karşılaşırız: birincisi, kentin real,
diğeri kentin irreal alanı. Kent, burada onun bir alt birimi olan sitenin real
bir varlık alanı olarak kentsel alandaki fiziksel yeri ve kent kimliğine
etkileri hepimizce malumdur. Burada mimarinin bir varlık alanı olarak tarihsel
ya da geistik alanı objeleştirilmektedir. “Bu varlık alanı dilin, hukukun,
ahlakın, politik akımların, bilginin ve sanatların varlık alanıdır. Fakat
tarihi varlık yalnız büyük çapta ve tarihi ölçüde değil, aynı objektiv içyapısı
ve şekillenmesi ile de teklerin bilgi dünyasında vardır.”[4]
Hartmann, ontoloji - epistemoloji ilişkisinde önce,
insanın varlık alanını nasıl kavradığını serimler. Ardından bilme konusu
yapılan varlık alanının objelerini, estetik objelerden ayırır. “Demek oluyor
ki, estetik obje veya san'at eseri, varlık tarzı bakımından real olan bir
ön-yapı ile irreal olan bir arka-yapı'dan meydana gelmiş ontik bir “bütün”dür
(Madde, Hayat, Ruh, Mana).[5] Estetik
obje irreal bir arka-yapıya sahip olması nedeniyle otonomdur; bu otonomluk onun
süje için varlığının bir diğer göstergesidir.
Dolayısıyla insan, iki ayrı varlık alanı arasındaki
bağlantıyı, ilişkiyi kuran bir varlıktır. Hartmann, yeni ontoloji adını verdiği
ontolojisiyle insanı ve varlığı bütüncül olarak kavramlaştırır.
"Gerçekten, varlık hakkındaki bazı temel görüşleri olmaksızın, hiçbir
felsefe ayakta duramaz. Bu, dünya görüşü, yönü ve çıkış noktasından bağımsız
olarak geçerlidir."[6]
KENT VE/VEYA
SİTE ONTOLOJİSİ
Şimdi, site ve içinde yer aldığı kent kavramlarını
girişte andığımız metodoloji ve kuramsal bakışla ele almaya çalışalım:
"Dış", içinde yaşanılan kenttir. "Konut", kente kapalıdır.
Site, konutlar ve içindeki özneler, faşizmin ve totaliter iktidarların tahammül
edemediği heterojenliğe kapalıdır ve bunu dışlarlar. Güvenlik, bizbizeliğin
sembolik garantisidir tıpkı AVM'lerdeki gibi. Verili tarihsel süreçlerde
semboller hep olagelmiştir. "Dış", "kapalılık",
"konut", "yerleşme" ve "kent" kavramlarına tarihsel
ve sosyo-politik ekonomik bir perspektifle ayrı ayrı bakıldığında bütün bu
kavramların birleştiği noktanın -Antik dönemdeki içeriği anımsandığında-,
ironik biçimde "site" olması, site problematiği üzerine
düşünenlerinin kavramsallaştırmalarında ve Türkçe’de bu olgunun nasıl yer
aldığını seçik biçimde göstermektedir.
Mimari mekânların organizasyonu olan kent, real bir
varlık alanıdır. Real varlık alanının tinsel tabakası, düşüncenin mimaride
nesnelleşmesidir. Ontolojik bir varlık olarak her mimari mekan bir düşünce
içerir; ama içerdiği hiçbir düşünce real alan(ın)dan bağımsız değildir. Hartmann’ın
kuramsal bakışı temele alındığında siteler, kent ontolojisi bağlamında dört açıdan
objeleştirilebilir. Burada sitelerin ve kent(ler)in real alanın tarihsel /
tinsel varlık tabakası merkeze alınmıştır. Ayrıca, yine, Hartmann’ın
ontolojisine tamamen bağlı kalınmayarak kavramsal içerik genişletilmiştir. Buradaki
amaç, varlığı, bu bir mimari varlık da olsa içindeki katmanları görüp onları
objeleştirmektir.
Bunlardan birincisi, görece kent dışında olmaları
nedeniyle sakinlerinin trafikte geçirdikleri sürenin uzunluğu ve buna bağlı
olarak yaşadıkları öğrenilmiş mazoşizm: Bunun neden olduğu verimsizlik ve yaşam
kalitesine duygusal, fiziksel ve sosyal maliyetleri. Bunların her biri ayrı
birer başlık altında ele alınabilir. Kaldı ki, buralarda yaşayan öznelerinin
büyük kısmı bu olguyu her gün iliklerine değin yaşamakta. Sitede yaşamanın
birey ve ailesi üzerindeki etkileri günümüzde ihmal edilemez boyuttadır. Aile
üyeleri, zamanlarının büyük kısmını trafikte geçirdiklerinden yeterince
birlikte olamamaktalar. Bu, aile içinde varlık kazanan bireyin kişisel
gelişimini de etkilemektedir. Bu bağlamda, örneğin yaşlı insanı kentle olan
ilişkisinde düşündüğümüzde otomobil kullanamayan, toplu taşıma araçlarıyla bir
yerden bir yere gidemeyen yaşlılar, yıllardır çeşitli paylaşımları olan arkadaş
ve dostlarıyla değil, erişebildiği kimselerle iletişim kurmaya mahkûm
edilmektedir. Bunun, sosyal bir problem
olarak her geçen gün daha da derinleşeceği vakıadır.
İkincisi, sitelerdeki mimarinin ve planların özgün
olmaması ve içindeki insanların ve kültürlerin homojenleştiriliyor olmasıdır. Burada
sorulması gereken soru, “Aynılaştır(ıl)ma sürecinde bir iktidar aracı olarak
“plan” nasıl kullanılmaktadır?” sorusudur. Kentin temel dinamiklerinden biri
olan kültürel çeşitlilik, sitelerin birer ideolojik araca dönüşmesiyle önemini
her geçen gün yitirmekte. Kentsellik, her açıdan heterojenlik ile beslenirken
sitelerdeki hazır planlarla[7]
estetik açıdan da bir felaket yaratılmaktadır. İşin estetik yanı bir yana, bu,
tamamen dışarıdan dayatılan, öznenin konut üretim sürecine dahil edilmediği
uygulamalardır. Bir tür jakoben zihniyet olan bu konut üretme yaklaşımı,
barınma ihtiyacı duyan –özellikle konut demedim- kitleyi birörnek planlara
tıkmakta.
Üçüncüsü, satın alanların davranışlarını manipüle
eden rant, prestij, sakinlik ve güvenlik gibi dört değişkenden barınma için
güvenlik ihtiyacıdır. ‘Güvenlik ihtiyacı’, siteyi ve sakinlerini dışarıya karşı
korurken site sakinlerinden gelecek tehditler de ideolojik bir manipülasyonla ihmal
edilmekte. Cezaevi standartlarındaki güvenlik ve gözlenme olgusuna, ultra lüx
sitelerde, AVM'lerde, okullarda, cafelerde ve görece ucuzlayan teknolojik
aygıtlarla artık her yerde rastlanmakta. G. Orwell'in "Big Brother"i her
yerde bizi gözlemekte. Diğer taraftan kaçıp saklanmanın, belki de en anlamsız
olduğu bir çağda gözlenme ihtiyacı hiç de anlamsız ve temelsiz olmasa gerektir.
Mahremiyetin sonu özel alana olan ihtiyacı artırmakta. Foucault'nun Bentham'dan
alıp bir başka bağlamda iktidarla ilişkisinde kavramsallaştırdığı
"panoptik" ve G. Orwell'in "Big Brother" kavramlarının,
yaratılan güvenlik ihtiyacının toplumca talep görmesi sonucu ortaya çıkan
mahremiyetin sonu ve totalitarizmin beslendiği tekdüze homojenlik, toplumsallığın
temelini oluşturmakta. Bu nedenle, aynılaşan hayatta her özne, farklı olmak
istemekte; ancak bu özde değil şekilde olmaktadır. Öz, ihmal edilebilir ama
biçim asla. Özneler, özlerini şekillendirmek için biçimlere gereksinim duymaktalar.
Bunun tipik örneklerin biri, bir konfeksiyon firmasının ya da herhangi bir
firmanın, herhangi bir 50-60 USD’lik ürünlerinden birini 1 adet üretip konu
ürünü 50 bin USD'ye satabilmesidir. Bu örnek, yani aynı ama farklı olana bu
denli duyulan ihtiyaç, yaşanan çelişkinin boyutunu göstermesi açısından
manidardır.
Dördüncüsü, tarihsel köklerinden koparılmış,
sosyolojik bir öğenin evrimleşmesi ve/veya kendini dönüştürüp yeniden
üretmesiyle oluşmayan siteler ve yapay sosyolojileridir. Kenti oluşturan
kentsel öğelerden biri olan siteler, kentlerdeki mahalle örgütlenmelerinin
biçimsel anlamdaki işlevlerini yüklenmekteler. Güncel durum bu! Peki,
Türkiye’nin bir üstyapı kurumu olan kentleşme ve mimarlık birikimine dönüp
baktığımızda neler görmekteyiz? Tarihteki en tipik örnek Osmanlı
kentleşmesidir. Osmanlı kentleşmesinde mahalle örgütlenmeleri esastı. Zaviye
etrafında beşeri münasebetler gözetilerek örgütlenen mahallelerin Ulu Camii
etrafındaki organizasyonu ile kentler oluşmaktaydı. Mahalleye ruhunu veren,
felsefe tarihinde nesnel akıl olarak kavramsallaştırılan “ortak akıl”dı.
Mahalleler, beşeri münasebetler bağlamında görece homojendi. Oysa günümüz mahallesini
ya da siteyi oluşturan öznelerin ortak özellikleri aynı şeyi satın alabilme
güçleridir. Toplumsallık ya da sosyoloji, olgudan, yaşantılardan doğar. Oysa
burada hayat ya da sosyoloji üretebilecek bir sosyolojiden yeterince söz
edilemeyeceği kanaatindeyim. Çünkü bunun temel dinamiklerinden yoksundurlar. Bu
analiz, hiç kuşkusuz "iç"in analizidir; "dış"a
bakıldığında, dış ile ilişkisi, geçişkenliği de yeterince söz konusu değildir
ya da ihmal edilebilir boyuttadır. O halde sonuç olarak şu tez ileri
sürülebilir: site, ne içle ne de dışla hayatı dönüştürebilmenin temel
dinamiklerine sahiptir. Hayatı dönüştürebilmenin temel dinamiklerinden
yoksunluk, onun yapay sosyoloji olduğunun bir diğer göstergesidir. Site, ancak
suni teneffüsle ayakta durabilir. Site içindeki beşeri münasebetler, on bin
yıllık yerleşik hayatın birikimlerinin yadsınması üzerine kuruludur.
KENT VE/VEYA
SİTE EPİSTEMOLOJİSİ
Kentsel mirasa dayanmayan ya da yeterince bu mirastan
beslenmeyen siteler, yukarıda da işaret edildiği gibi ortak aklın
parçalanmasıdır. Ortak akılla üretilen kültürün de de facto kentlerden
kürtaj edilip alışverişin bir eklentisi şeklinde AVM içlerine, kültür merkezlerine,
müzelere, okullara, üniversitelere, vb. mekânlara tıkıldığı bir dönem
yaşanmakta. Kentselliğin, kentin dışına itilmesiyle iç içe geçen mekânlar
Alexander'in işaret ettiği gibi kent birimlerinin sonsuz işlevselliğini sona
erdirmekte. Bunun sonucunda kent de sosyoloji de çoraklaşmaktadır. Tekil bir
iradenin stratejisi sonucu olmasa bile mimarinin ürettiği çözümler kitleyi ya
da özneleri, işlevi başka işlevler barındırmayan mimari çözümlere (site, yol,
plaza, AVM, SPA, tatil köyü, vb.) sıkıştırmakta; dolayısıyla, tabir yerindeyse tanımlı
ilişkiler yaşatmaktadır. Bu bağlamda şu tez ileri sürülebilir: Özne, bu anlamıyla üretilen,
sınırlandırılan bir varlıktır ve Mimarlık, üretilen İktidarın (ama büyük harfle
üretilen İktidarın) temel araçlarından biridir.
Mekânların ortak özellikleri ise steril, hayatın
dışında, satın alınabilir olmaları ve bu anlamıyla da Adorno’nun “Kültür
Endüstrisi”[8]
kavramının içine sıkışmalarıdır. Bu olguyla ilgili şu tez ileri sürülebilir: Kentlerin temel birimlerine dönüşen
siteler, türevleri olan yeni mekânlar yaratarak kentsel ontolojiyi yeniden
üretmekte; bu da bir tür ontolojik kayma doğurmaktadır.
Bu ontolojik analizi temele alarak kent epistemolojisi
yapmanın, kente dair farklı bir bakış kazandıracağı kanaatindeyim. Bu bakış,
son zamanlarda sıkça anılan interdisipliner bakışı da içerir. Kentler, verili
tarihsel dönemlerdeki kimliklerinden daha karmaşık bir yapı göstermekte.
Ayrıca, dinamik yapıları da hızla evirilerek varlığını korumakta. Hızlı
dönüşüm, kent olgusunun kavranılmasını güçleştirmekte. Üretilen kavramların
hızla eskimesi, mevcut olguyu kategorize edip anlamayı sorunlu hale getirmekte
ve bakışların anakronik kalmasına
neden olmaktadır. Daha dinamik kavram ve kuramlarla kentsellik kavramının ele
alınmasını zorunlu kılmakta. Son zamanlarda Mimarlık alanının kuramsal –
kavramsal çalışmalara boğulmasının ve mimarların, mimarlık pratiği yanında
kuramsal çalışmalara da kafa yormasının önemli bir nedeni de bu olsa gerektir.
Bu noktada, özellikle kentsel dönüşüm projelerinde ‘sosyolog’ kimliği taşıyan
mimarlara da rastlamaktayız; çünkü mimarlar, mimari kaygılar yanında sosyolojik
kaygılarla da hareket etmekteler. Mimar öznesi de tıpkı kentler gibi hızla evirilmekte
ve bir tür kimlik karmaşası yaşamakta. Mimarların yaşadığı bu kimlik karmaşası
kentlerin yaşadığı karmaşadan bağımsız olmasa gerektir.
Peki, ontolojisi kayan kentleri ve kentlileri
gelecekte neler beklemekte? Kent, kentsellik, kentleşme, kentlilik, kültür…
kavramlarına yönelik şu soru şiddetle sorulmayı beklemekte: Kent ve kentsellik,
İktidarın (Foucault) bir tür ideolojik aygıta (Althusser) dönüştürüp manipüle
edebildiği “şeyleşmiş” (Adorno) bir varlık alanı mıdır? Kent, siteler,
sitelerde yaşayanlar ve kent kültürünü ‘tüketip’ kent kültürünü ‘üreten’ler
Adorno’nun “kültür endüstrisi” diye kavramsallaştırdığı olgunun öznelerine
dönüşmüş yine Adorno’nun deyimiye insan, site ve kent şeyleşmiştir. Mimarlık da
plazalar, siteler, gökdelenler… ile popüler kültürün içinde her geçen gün daha
fazla erimekte ve şeyleşmektedir.
Kent, canlı bir organizma olarak değerlendirildiğinde
onun beslenmesi gerekir; yaşam kanalları açık olduğu sürece içinde yaşayanları
besleyebilir. Bizler, kentlerin özneleri, hem Türkiye'nin hem de İstanbul'un
hızla değişip dönüştüğü sürece yalnızca kuramsal kitaplardan değil bizzat
içinde yaşayarak ve birer özne olarak bizim de 'destek'imizle tanık olduk / olmaktayız.
Bu bağlamda sürdürülebilir kentsel yaşam için barınma ihtiyacı yerine konut
ihtiyacı kavramının da ötesinde kalıcı yerleşim kavramının ikame edilmesi
gerektiği kanaatindeyim.
Ulaşılabilirlik açısından ele alındığında ne sitede
yer alan konutlar birbirleriyle ne de siteler kentle ilişki halindedir. Bu
ilişkisizlik, kent kültürünü zenginleştirmekten ziyade çoraklaştırmaktadır.
Kent, problem çözen bir “değer”den sitelerle
problemleri derinleştiren kentsel bir ‘değer’e dönüşmekte; kentler, hızla büyürken
sosyolojileri de değişmekte ve artık eskiden imparatorluk merkezleriyle sınırlı
olan internasyonel kentlerin sayıları her geçen gün daha da artmakta.
"Küresel kent, toplumsallık duygusunun zayıflatılması ve sosyal yaşamın
renklerini yitirmesi sorunuyla karşı karşıya durmaktadır."[9] Bu
iklimde toplumsallık, eskiden olduğundan daha fazla önem kazanmıştır ve
kentlerde bu özellik dikkate alınmalıdır. Bilgi, yaşamı dönüştürmediği sürece
acı verir; oysa bilgi güçtür; yaşamı dönüştürme gücü.
Kent, mekânların, yapıların, kentsel öğelerin bir tür
örgütlenmesidir. Sonuç itibariyle bir örgütlenme kavramına indirgenerek
açıklanabilir; ama bu örgütlenmenin nasıl bir silsile içinde gerçekleştiği
önemlidir. Sitelerin ana aktör oldukları bir kent tipolojisinde toplumsal
hafıza nedir? Ya da oluşabilir mi? Burada yaşayan öznelerin ortak bir belleği
olabilir mi? Ortak belleğin olmaması, ortak akıla dayanan birlikte yaşamı nasıl
tesis edebilir? "Birincil ve ikincil tipler vardır, yani anıtlarla,
kamusal yapılarla onların tekil varlığıyla doku bütünlüklerini oluşturan
konutun tipolojisi farklıdır ve kent bu iki farklı tipolojinin mantıklı
örgütlenmesinden oluşur. Sonuçta, tipoloji ve onun kent morfolojisinde
bütünleşmesi bize kentin mantığını, mekânın mantığını açıklar ve bu toplumsal
hafızayı yani kent toplumunun tarihsel belleğini oluşturur."[10]
TİPİK BİR
SİTE ÖRNEĞİ OLARAK BAŞAKŞEHİR
Sonuç olarak burada, tipik bir örnek olan
Başakşehir’i, yukarıda anılan noktalarda kritik etmek istiyorum. Bir felsefeci
olarak mimarlık alanında haddimi aşan tezler ileri sürersem bilin ki bir
felsefecinin hoyratça cesaretindendir.
Anacağım örnek, hızla hayata geçirilen yeni kentsel alanlardan birine
ilişkindir. Konu bölgedeki yapılaşma hala hızla devam etmekte. Başakşehir,
kentsel tasarım anlamında kentsel mirasa dayanmadan üretilen konut tipi ve
sitelerden oluşmakta. Kısaca, “sitelerden oluşan bir site; siteyi aşamayan ‘kentsel’
bir birim” diye ifade edilebilir.
Başakşehir, çok tipik bir örnek olarak karşımıza
çıkmakta. Yaklaşık 40 bin konut olan bölgede arsa ve konut üretimi hızla devam
etmekte. İstanbul’da makro anlamda kentsel planlama yapılıyor olsa bile
yeterince hayata geçirilemediği için konutlar, işyerleri ile ilişkileri
gözetilerek üretilmemiştir. Sonuç olarak hafta içi her sabah onbinlerce insan
yolara düşüp saatlerce işlerine gitmeye çalışmaktalar; akşamları da evlerine
dönmeye. Hafta sonları da eğlence mekânlarına gidip gelmek için aynı sıkıntıyı
yaşamaktalar. Başakşehir, orada oturanlarca daha çok Türkçe’deki “otel gibi”
deyiminde anlatılan işleve indirgenmiş durumdadır ya da sadece bu işlevi
görebilmektedir. Daha sert bir ifade ile “kentsel cezaevi” ya da “kentsel
çilehane” diye de kavramsallaştırılabilir.
SONUÇ
Siteler, yukarıda ontolojik analizde de özetlendiği
gibi zengin işlevselliklerinden soyulmuş mahallelere dönüştürülmesi nedeniyle
içinde yaşayanlar için kentsel alan üretememektedir. Fakat tüketiciler, üretilen
bu konutları satın almaktalar ve çok kısa sürede tüketmekteler. Evet tüketmekteler.
Tüketme deyimini özellikle kullandım. Oysa kent, kentsel dinamikleriyle ve
özellikle içinde yaşayanlarca kendini sürekli üretebilen bir yapıya sahiptir.
Siteler, birçok açıdan bu dinamiklerden yoksundur; bu yoksunluk, orada nefes
alan kent öznelerinin kentli olmalarına destek olmak bir yana onların
kentlileşmesinin önündeki en önemli engel olarak durmakta. Bu noktada şu tez
ileri sürülebilir: Ne kendi kentsellik
özelliğine sahip olan ne de içindeki özneleri kentlileştirebilen siteler, kent
ve kent özneleri için kentli olmanın önündeki ideolojik engeldir. İdeolojik
bir engeldir dedim; çünkü bu, belli bir tekil irade manipülasyonuyla hayata
geçirilmese de sonuçları itibariyle ideolojik sonuçlar doğurmaktadır.
Foucault’nun “Gelecek şimdiye yapılan müdahaledir” sözü şu anda genelinde Türkiye,
özelinde İstanbul’da yapılanın ne olduğuna dair bize ipuçları vermekte. Bizler,
öncelikle kent epistemolojisi yapıp mevcut ontolojik yapıdan nelerin
çıkarılabileceğini ve bu yapıya dair bilgiler üretmeliyiz. Üretilen bilgilerle
de “şimdi”ye müdahale etmeliyiz.
Şimdi bu bağlamda denebilir ki, "Konut, barınma
sorununa mimari bir yanıt aramanın ötesinde, bir yaşam biçimi önerisidir. Bu
nedenle de çevresi ile kurduğu çok boyutlu ilişki, tasarım sürecinin önemli bir
araştırma alanını oluşturur."[11] Bu
alıntıda İncedayı’nın iki cümle ile ifade ettiği şey çok açıktır. Şimdi,
sitelere, bu mimarlık bilgisi ile baktığımızda ne görebiliriz? Başakşehir bu
özellikleri taşımakta mıdır? O halde bu sürecin nasıl parçası olunmakta? Hiç
kuşkusuz bu nokta bu yazının sınırları dışında kalmaktadır.
Bugün, Türkiye’de ne yazık ki kent, yağmurdan ya da
doludan kaçarken bir yere, mesela bir ağaç kovuğuna ya da mağaraya sığınanlar
için neyse odur. Türkçe’deki “başımızı sokacak bir yer” deyimi, kentli öznenin
konuta bakışını çok tipik biçimde anlatmaktadır. Kaldı ki Türkçe’de “barınmak”
ve “konmak” eylemlerinden türetilen isimler olan “barınak” ve “konut”
kavramları yerleşmenin gelip geçici bir ihtiyaç olarak görüldüğünü de gösterir.
Kent, sığınılan bir yer değil, yaşanılan bir alan olup konut, sığınılan, kentse
sadece doyulan bir mekâna indirgendiğinde, konut da kent de işlevsel anlamda
tekilleştirilmektedir.
Bütün bunlar, 19. y.y. ortalarından beri yüzü batıya
dönük olan yenilenme ya da çağdaşlaşma çabalarının Cumhuriyetle sertleşen
gidişinin 1980'lerden sonra Atlantik’i de aşarak Amerikancı bir üslupla
yaşanmasıdır; ama bu, burada yaşayanları kendilerine yabancılaştırdığı gibi
"ideolojinin agresif bir objesi" olan mimariyi de kendi birikimlerine
hem kent kültürü hem de mimari çözümlemeler anlamında yabancılaştırmaktadır.
SORULAR
VE/VEYA SORUNLAR
Kent ontolojisi kent kavramına yeni boyutlar
kazandırabilir mi?
Kent epistemolojisi olanaklı mıdır?
Kentleşmenin temel birimine dönüşen sitelerle
sürdürülebilir bir kentleşme olanaklı mıdır?
Kentsel değerlere dayanmadan bir kentleşme olanaklı
mıdır?
Kentler, kentsellik üretmeden kentleşebilir mi?
Kentler, geleneklerinden yeterince beslenmeden ne
ölçüde kentleşebilir?
Siteler, kentlerin mahallesi midir?
Site konut üretimi demokratik midir? Değilse
demokratikleştirilebilir mi? Nasıl?
ANAHTAR
KELİMELER
“kent-ontolojisi”, “kent-epistemolojisi”, “mimaride
kültür endüstrisi”, “mimaride iktidar”, “kentsel sürdürülebilirlik”, “mimariye
felsefeyle bakmak”
V. Metin Bayrak
2010, İstanbul
[1]
CONRADS, Ulrich. (1991) 20.
Yüzyıl Mimarisinde Program ve Manifestolar, Şevki Vanlı Mimarlık Vakfı
Yayınları, İstanbul
[2] Felsefeleştiri: Mevcut olguları
kavramsallaştırma denemeleri; henüz düşünülmemiş ve/veya felsefi açıdan ele
alınmamış olgulara ilişkin düşünme denemeleri ve bunların sonucu hipotetik ham
tezler ileri süren ve hipotetik yargılar üretmeyi amaçlayan düşünme
metodolojisidir.
[3] HARTMANN, N. (1968) Almanya’da Yeni Ontoloji, Felsefe Arkivi, Sayı. 16. Çev. Uluğ
Nutku, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul, s.16
[4] HARTMANN, N. (1968) Almanya’da Yeni Ontoloji, Felsefe Arkivi, Sayı. 16. Çev. Uluğ
Nutku, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul, s.26
[5] TUNALI, İsmail. (1957) İntegral Bir Estetik Olarak Ontolojik Estetik, Felsefe Arkivi,
Cilt: III - sayı 3, Ayrı Baskı, s. 160
[6] HARTMANN, N., (2003), Ontolojide Yeni Yollar, Çev: Lütfi Yarbaş, İlya yayınları,
İzmir, s.8
[7] Hazır planların her yerde aynılığının estetik açıdan
doğurduğu sonuçlar, bu çalışmanın kapsamı dışında kaldığından olgu, bu yanı
ihmal edilerek ele alınmıştır.
[8] Adorno, neden “kültür
endüstrisi” kavramını kullandığını şu şekilde açıklar: “kitle kültürü yerine “kültür endüstrisi” terimini
kullanmayı uygun bulduk; ne de olsa onun, kitlelerden kendiliğinden çıkan bir kültür
sorunu olduğunu ortaya atabilirler, onu popüler sanatın çağdaş formu
sayabilirlerdi ki bu ikincisinin kültür endüstrisinden kesin olarak ayırt
edilmesi gerekmektedir. Kültür endüstrisi eski olanla tanıdık olanı yeni bir
nitelikte birleştirir.” ADORNO, T., (2003) Kültür Endüstrisini Yeniden
Düşünürken, Cogito, sayı: 36, s. 76
[9] İNCEDAYI, Deniz. (2005) Mimarist sayı 16,
Tasarım Felsefesinde
"Farklı"yı Algılama Biçimi Üzerine, İnsanın Farklı Durumları
Karşısında Mimar(lığ)ın İşlevi, s.101-106, s. 106
[10] YÜCEL, Atilla. (1999) Mimarlıkta Dil ve Anlam: Seminer, TMMOB
Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi Eğitim ve Kültür Araştırmaları Mesleki
Bilimsel Çalışma Kurulu (EKA-MBÇK) Felsefeden Mimarlığa Bakışlar Dizisi, İstanbul, s.43
[11] İNCEDAYI, Deniz. (2003) Mimarist, sayı 7,
s. 81-86, s.81
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder