26 Mart 2012 Pazartesi

Mahremiyetin Masumiyetsiz Sonu


MAHREMİYETİN MASUMİYETSİZ SONU
KENDİ KENDİNİ TÜKETEN KENT

"İyi bir soru en parlak yanıttan daha değerlidir."[1] Louis I. Kahn

YÖNTEM
Dışa kapalı konut yerleşmeleri, pek çok açıdan ele alınabilir. Bir felsefeci olarak ilkin, mimariye, felsefi bir gözle bakıp çeşitli kavramsallaştırmalarla ve bunlara dayanarak ileri sürülen hipotetik yargılarla kimi noktaları seçik hale getirip olgunun tartışılmasına katkıda bulunmayı amaçlamaktayım.

İkinci olarak da dışa kapalı konut yerleşimlerine ya da sitelere, mimariye, kente ve kent sosyolojisine; yine, felsefi bir gözle bakıp çeşitli kavramsallaştırmalarla ele almaya ve bu kavramları tarihsel birer "özne" olarak kurup aktörü oldukları hayatı nasıl manipüle ettiklerini serimleyip görünür kılmaya gayret edeceğim.

Ben, buna, "eleştiri" ve "felsefe" sözcüklerinden yola çıkarak kavramsallaştırdığım "felsefeleştiri"[2] adını veriyorum. Dolayısıyla bildirim, kavramsallaştırmaya çalıştığım felsefeleştiri metodolojisine dayanmaktadır ve formel akademik ilkeleri ihmal etmektedir. Burada yapmaya çalışacağım şey, felsefeleştiri metodolojisiyle bir tür kent ontolojisi ve buna bağlı olarak da kent epistemolojisidir.

Bunu yaparken de site olgusunun Hartmann ontolojisini temele alan felsefeleştiri metodolojisine dayanan analizinde ele alınan noktalarına dair çeşitli sorular sorup söz konusu noktalara ilişkin hipotetik tezler ileri sürerek bitireceğim. Nihai amacım, zihinlerde Kahn’ın girişte andığım sözüne sadık kalarak çeşitli sorular oluşturmaktır.

HARTMANN ONTOLOJİSİ
Varlık, bütündür ve tarzları bakımından zaman ve mekân boyutları dışında kalan ve değişmeyen “ideal varlık” ile zaman ve mekân boyutları içinde yer alan “real varlık” alanı kategorilerinden oluşur.  N. Hartmann, real varlık alanını dört tabakaya ya da alana ayırır: Maddi varlık alanı; organik varlık alanı; psişik ve tarihsel (düşünce dünyası, Geistik) varlık alanı. Geistik alan ya da düşünce dünyası real alanın en üst basamağıdır. Alt tabakalara bağımlıdır ama diğer yandan özgürdür. En alt alan güçlüdür ama otonom değildir. “Her sferin varlığı, kendinden önceki, yani alttaki sferi yahut sferleri şart koşar. Her sfer, kendinden önceki sfere göre “bağımsızdır”; fakat aynı zamanda kendinden önceki sfere dayanır. Demekki, autonomi ve dayanma aynı zamanda vardır.”[3] Real varlık, anorganik, organik ve tarihsel varlık tabakalarından oluşur. Anorganik tabakada cansız varlıklar yer alır ve fizik biliminin inceleme alanıdır; organik tabaka, biyolojinin konusu olan bütün canlı varlıkları içine alır; tarihsel varlık tabakası ise bilinçli varlıklar ve bilinçli varlıkların ürünlerini içine alır ve psikolojinin konusunu oluşturur. İnsan ve insan değerleri bu tabakada yer alır ve felsefenin inceleme alanıdır.

Kente, Hartmann’ın yeni ontoloji adını verdiği varlık görüşü ile bakıldığında iki temel kavramla karşılaşırız: birincisi, kentin real, diğeri kentin irreal alanı. Kent, burada onun bir alt birimi olan sitenin real bir varlık alanı olarak kentsel alandaki fiziksel yeri ve kent kimliğine etkileri hepimizce malumdur. Burada mimarinin bir varlık alanı olarak tarihsel ya da geistik alanı objeleştirilmektedir. “Bu varlık alanı dilin, hukukun, ahlakın, politik akımların, bilginin ve sanatların varlık alanıdır. Fakat tarihi varlık yalnız büyük çapta ve tarihi ölçüde değil, aynı objektiv içyapısı ve şekillenmesi ile de teklerin bilgi dünyasında vardır.”[4]

Hartmann, ontoloji - epistemoloji ilişkisinde önce, insanın varlık alanını nasıl kavradığını serimler. Ardından bilme konusu yapılan varlık alanının objelerini, estetik objelerden ayırır. “Demek oluyor ki, estetik obje veya san'at eseri, varlık tarzı bakımından real olan bir ön-yapı ile irreal olan bir arka-yapı'dan meydana gelmiş ontik bir “bütün”dür (Madde, Hayat, Ruh, Mana).[5] Estetik obje irreal bir arka-yapıya sahip olması nedeniyle otonomdur; bu otonomluk onun süje için varlığının bir diğer göstergesidir.

Dolayısıyla insan, iki ayrı varlık alanı arasındaki bağlantıyı, ilişkiyi kuran bir varlıktır. Hartmann, yeni ontoloji adını verdiği ontolojisiyle insanı ve varlığı bütüncül olarak kavramlaştırır. "Gerçekten, varlık hakkındaki bazı temel görüşleri olmaksızın, hiçbir felsefe ayakta duramaz. Bu, dünya görüşü, yönü ve çıkış noktasından bağımsız olarak geçerlidir."[6] 


KENT VE/VEYA SİTE ONTOLOJİSİ
Şimdi, site ve içinde yer aldığı kent kavramlarını girişte andığımız metodoloji ve kuramsal bakışla ele almaya çalışalım: "Dış", içinde yaşanılan kenttir. "Konut", kente kapalıdır. Site, konutlar ve içindeki özneler, faşizmin ve totaliter iktidarların tahammül edemediği heterojenliğe kapalıdır ve bunu dışlarlar. Güvenlik, bizbizeliğin sembolik garantisidir tıpkı AVM'lerdeki gibi. Verili tarihsel süreçlerde semboller hep olagelmiştir. "Dış", "kapalılık", "konut", "yerleşme" ve "kent" kavramlarına tarihsel ve sosyo-politik ekonomik bir perspektifle ayrı ayrı bakıldığında bütün bu kavramların birleştiği noktanın -Antik dönemdeki içeriği anımsandığında-, ironik biçimde "site" olması, site problematiği üzerine düşünenlerinin kavramsallaştırmalarında ve Türkçe’de bu olgunun nasıl yer aldığını seçik biçimde göstermektedir.

Mimari mekânların organizasyonu olan kent, real bir varlık alanıdır. Real varlık alanının tinsel tabakası, düşüncenin mimaride nesnelleşmesidir. Ontolojik bir varlık olarak her mimari mekan bir düşünce içerir; ama içerdiği hiçbir düşünce real alan(ın)dan bağımsız değildir. Hartmann’ın kuramsal bakışı temele alındığında siteler, kent ontolojisi bağlamında dört açıdan objeleştirilebilir. Burada sitelerin ve kent(ler)in real alanın tarihsel / tinsel varlık tabakası merkeze alınmıştır. Ayrıca, yine, Hartmann’ın ontolojisine tamamen bağlı kalınmayarak kavramsal içerik genişletilmiştir. Buradaki amaç, varlığı, bu bir mimari varlık da olsa içindeki katmanları görüp onları objeleştirmektir.

Bunlardan birincisi, görece kent dışında olmaları nedeniyle sakinlerinin trafikte geçirdikleri sürenin uzunluğu ve buna bağlı olarak yaşadıkları öğrenilmiş mazoşizm: Bunun neden olduğu verimsizlik ve yaşam kalitesine duygusal, fiziksel ve sosyal maliyetleri. Bunların her biri ayrı birer başlık altında ele alınabilir. Kaldı ki, buralarda yaşayan öznelerinin büyük kısmı bu olguyu her gün iliklerine değin yaşamakta. Sitede yaşamanın birey ve ailesi üzerindeki etkileri günümüzde ihmal edilemez boyuttadır. Aile üyeleri, zamanlarının büyük kısmını trafikte geçirdiklerinden yeterince birlikte olamamaktalar. Bu, aile içinde varlık kazanan bireyin kişisel gelişimini de etkilemektedir. Bu bağlamda, örneğin yaşlı insanı kentle olan ilişkisinde düşündüğümüzde otomobil kullanamayan, toplu taşıma araçlarıyla bir yerden bir yere gidemeyen yaşlılar, yıllardır çeşitli paylaşımları olan arkadaş ve dostlarıyla değil, erişebildiği kimselerle iletişim kurmaya mahkûm edilmektedir.  Bunun, sosyal bir problem olarak her geçen gün daha da derinleşeceği vakıadır.

İkincisi, sitelerdeki mimarinin ve planların özgün olmaması ve içindeki insanların ve kültürlerin homojenleştiriliyor olmasıdır. Burada sorulması gereken soru, “Aynılaştır(ıl)ma sürecinde bir iktidar aracı olarak “plan” nasıl kullanılmaktadır?” sorusudur. Kentin temel dinamiklerinden biri olan kültürel çeşitlilik, sitelerin birer ideolojik araca dönüşmesiyle önemini her geçen gün yitirmekte. Kentsellik, her açıdan heterojenlik ile beslenirken sitelerdeki hazır planlarla[7] estetik açıdan da bir felaket yaratılmaktadır. İşin estetik yanı bir yana, bu, tamamen dışarıdan dayatılan, öznenin konut üretim sürecine dahil edilmediği uygulamalardır. Bir tür jakoben zihniyet olan bu konut üretme yaklaşımı, barınma ihtiyacı duyan –özellikle konut demedim- kitleyi birörnek planlara tıkmakta.

Üçüncüsü, satın alanların davranışlarını manipüle eden rant, prestij, sakinlik ve güvenlik gibi dört değişkenden barınma için güvenlik ihtiyacıdır. ‘Güvenlik ihtiyacı’, siteyi ve sakinlerini dışarıya karşı korurken site sakinlerinden gelecek tehditler de ideolojik bir manipülasyonla ihmal edilmekte. Cezaevi standartlarındaki güvenlik ve gözlenme olgusuna, ultra lüx sitelerde, AVM'lerde, okullarda, cafelerde ve görece ucuzlayan teknolojik aygıtlarla artık her yerde rastlanmakta. G. Orwell'in "Big Brother"i her yerde bizi gözlemekte. Diğer taraftan kaçıp saklanmanın, belki de en anlamsız olduğu bir çağda gözlenme ihtiyacı hiç de anlamsız ve temelsiz olmasa gerektir. Mahremiyetin sonu özel alana olan ihtiyacı artırmakta. Foucault'nun Bentham'dan alıp bir başka bağlamda iktidarla ilişkisinde kavramsallaştırdığı "panoptik" ve G. Orwell'in "Big Brother" kavramlarının, yaratılan güvenlik ihtiyacının toplumca talep görmesi sonucu ortaya çıkan mahremiyetin sonu ve totalitarizmin beslendiği tekdüze homojenlik, toplumsallığın temelini oluşturmakta. Bu nedenle, aynılaşan hayatta her özne, farklı olmak istemekte; ancak bu özde değil şekilde olmaktadır. Öz, ihmal edilebilir ama biçim asla. Özneler, özlerini şekillendirmek için biçimlere gereksinim duymaktalar. Bunun tipik örneklerin biri, bir konfeksiyon firmasının ya da herhangi bir firmanın, herhangi bir 50-60 USD’lik ürünlerinden birini 1 adet üretip konu ürünü 50 bin USD'ye satabilmesidir. Bu örnek, yani aynı ama farklı olana bu denli duyulan ihtiyaç, yaşanan çelişkinin boyutunu göstermesi açısından manidardır.

Dördüncüsü, tarihsel köklerinden koparılmış, sosyolojik bir öğenin evrimleşmesi ve/veya kendini dönüştürüp yeniden üretmesiyle oluşmayan siteler ve yapay sosyolojileridir. Kenti oluşturan kentsel öğelerden biri olan siteler, kentlerdeki mahalle örgütlenmelerinin biçimsel anlamdaki işlevlerini yüklenmekteler. Güncel durum bu! Peki, Türkiye’nin bir üstyapı kurumu olan kentleşme ve mimarlık birikimine dönüp baktığımızda neler görmekteyiz? Tarihteki en tipik örnek Osmanlı kentleşmesidir. Osmanlı kentleşmesinde mahalle örgütlenmeleri esastı. Zaviye etrafında beşeri münasebetler gözetilerek örgütlenen mahallelerin Ulu Camii etrafındaki organizasyonu ile kentler oluşmaktaydı. Mahalleye ruhunu veren, felsefe tarihinde nesnel akıl olarak kavramsallaştırılan “ortak akıl”dı. Mahalleler, beşeri münasebetler bağlamında görece homojendi. Oysa günümüz mahallesini ya da siteyi oluşturan öznelerin ortak özellikleri aynı şeyi satın alabilme güçleridir. Toplumsallık ya da sosyoloji, olgudan, yaşantılardan doğar. Oysa burada hayat ya da sosyoloji üretebilecek bir sosyolojiden yeterince söz edilemeyeceği kanaatindeyim. Çünkü bunun temel dinamiklerinden yoksundurlar. Bu analiz, hiç kuşkusuz "iç"in analizidir; "dış"a bakıldığında, dış ile ilişkisi, geçişkenliği de yeterince söz konusu değildir ya da ihmal edilebilir boyuttadır. O halde sonuç olarak şu tez ileri sürülebilir: site, ne içle ne de dışla hayatı dönüştürebilmenin temel dinamiklerine sahiptir. Hayatı dönüştürebilmenin temel dinamiklerinden yoksunluk, onun yapay sosyoloji olduğunun bir diğer göstergesidir. Site, ancak suni teneffüsle ayakta durabilir. Site içindeki beşeri münasebetler, on bin yıllık yerleşik hayatın birikimlerinin yadsınması üzerine kuruludur.

KENT VE/VEYA SİTE EPİSTEMOLOJİSİ
Kentsel mirasa dayanmayan ya da yeterince bu mirastan beslenmeyen siteler, yukarıda da işaret edildiği gibi ortak aklın parçalanmasıdır. Ortak akılla üretilen kültürün de de facto kentlerden kürtaj edilip alışverişin bir eklentisi şeklinde AVM içlerine, kültür merkezlerine, müzelere, okullara, üniversitelere, vb. mekânlara tıkıldığı bir dönem yaşanmakta. Kentselliğin, kentin dışına itilmesiyle iç içe geçen mekânlar Alexander'in işaret ettiği gibi kent birimlerinin sonsuz işlevselliğini sona erdirmekte. Bunun sonucunda kent de sosyoloji de çoraklaşmaktadır. Tekil bir iradenin stratejisi sonucu olmasa bile mimarinin ürettiği çözümler kitleyi ya da özneleri, işlevi başka işlevler barındırmayan mimari çözümlere (site, yol, plaza, AVM, SPA, tatil köyü, vb.) sıkıştırmakta; dolayısıyla, tabir yerindeyse tanımlı ilişkiler yaşatmaktadır. Bu bağlamda şu tez ileri sürülebilir: Özne, bu anlamıyla üretilen, sınırlandırılan bir varlıktır ve Mimarlık, üretilen İktidarın (ama büyük harfle üretilen İktidarın) temel araçlarından biridir. 

Mekânların ortak özellikleri ise steril, hayatın dışında, satın alınabilir olmaları ve bu anlamıyla da Adorno’nun “Kültür Endüstrisi”[8] kavramının içine sıkışmalarıdır. Bu olguyla ilgili şu tez ileri sürülebilir: Kentlerin temel birimlerine dönüşen siteler, türevleri olan yeni mekânlar yaratarak kentsel ontolojiyi yeniden üretmekte; bu da bir tür ontolojik kayma doğurmaktadır.

Bu ontolojik analizi temele alarak kent epistemolojisi yapmanın, kente dair farklı bir bakış kazandıracağı kanaatindeyim. Bu bakış, son zamanlarda sıkça anılan interdisipliner bakışı da içerir. Kentler, verili tarihsel dönemlerdeki kimliklerinden daha karmaşık bir yapı göstermekte. Ayrıca, dinamik yapıları da hızla evirilerek varlığını korumakta. Hızlı dönüşüm, kent olgusunun kavranılmasını güçleştirmekte. Üretilen kavramların hızla eskimesi, mevcut olguyu kategorize edip anlamayı sorunlu hale getirmekte ve bakışların anakronik kalmasına neden olmaktadır. Daha dinamik kavram ve kuramlarla kentsellik kavramının ele alınmasını zorunlu kılmakta. Son zamanlarda Mimarlık alanının kuramsal – kavramsal çalışmalara boğulmasının ve mimarların, mimarlık pratiği yanında kuramsal çalışmalara da kafa yormasının önemli bir nedeni de bu olsa gerektir. Bu noktada, özellikle kentsel dönüşüm projelerinde ‘sosyolog’ kimliği taşıyan mimarlara da rastlamaktayız; çünkü mimarlar, mimari kaygılar yanında sosyolojik kaygılarla da hareket etmekteler. Mimar öznesi de tıpkı kentler gibi hızla evirilmekte ve bir tür kimlik karmaşası yaşamakta. Mimarların yaşadığı bu kimlik karmaşası kentlerin yaşadığı karmaşadan bağımsız olmasa gerektir.

Peki, ontolojisi kayan kentleri ve kentlileri gelecekte neler beklemekte? Kent, kentsellik, kentleşme, kentlilik, kültür… kavramlarına yönelik şu soru şiddetle sorulmayı beklemekte: Kent ve kentsellik, İktidarın (Foucault) bir tür ideolojik aygıta (Althusser) dönüştürüp manipüle edebildiği “şeyleşmiş” (Adorno) bir varlık alanı mıdır? Kent, siteler, sitelerde yaşayanlar ve kent kültürünü ‘tüketip’ kent kültürünü ‘üreten’ler Adorno’nun “kültür endüstrisi” diye kavramsallaştırdığı olgunun öznelerine dönüşmüş yine Adorno’nun deyimiye insan, site ve kent şeyleşmiştir. Mimarlık da plazalar, siteler, gökdelenler… ile popüler kültürün içinde her geçen gün daha fazla erimekte ve şeyleşmektedir.

Kent, canlı bir organizma olarak değerlendirildiğinde onun beslenmesi gerekir; yaşam kanalları açık olduğu sürece içinde yaşayanları besleyebilir. Bizler, kentlerin özneleri, hem Türkiye'nin hem de İstanbul'un hızla değişip dönüştüğü sürece yalnızca kuramsal kitaplardan değil bizzat içinde yaşayarak ve birer özne olarak bizim de 'destek'imizle tanık olduk / olmaktayız. Bu bağlamda sürdürülebilir kentsel yaşam için barınma ihtiyacı yerine konut ihtiyacı kavramının da ötesinde kalıcı yerleşim kavramının ikame edilmesi gerektiği kanaatindeyim.

Ulaşılabilirlik açısından ele alındığında ne sitede yer alan konutlar birbirleriyle ne de siteler kentle ilişki halindedir. Bu ilişkisizlik, kent kültürünü zenginleştirmekten ziyade çoraklaştırmaktadır.

Kent, problem çözen bir “değer”den sitelerle problemleri derinleştiren kentsel bir ‘değer’e dönüşmekte; kentler, hızla büyürken sosyolojileri de değişmekte ve artık eskiden imparatorluk merkezleriyle sınırlı olan internasyonel kentlerin sayıları her geçen gün daha da artmakta. "Küresel kent, toplumsallık duygusunun zayıflatılması ve sosyal yaşamın renklerini yitirmesi sorunuyla karşı karşıya durmaktadır."[9] Bu iklimde toplumsallık, eskiden olduğundan daha fazla önem kazanmıştır ve kentlerde bu özellik dikkate alınmalıdır. Bilgi, yaşamı dönüştürmediği sürece acı verir; oysa bilgi güçtür; yaşamı dönüştürme gücü.

Kent, mekânların, yapıların, kentsel öğelerin bir tür örgütlenmesidir. Sonuç itibariyle bir örgütlenme kavramına indirgenerek açıklanabilir; ama bu örgütlenmenin nasıl bir silsile içinde gerçekleştiği önemlidir. Sitelerin ana aktör oldukları bir kent tipolojisinde toplumsal hafıza nedir? Ya da oluşabilir mi? Burada yaşayan öznelerin ortak bir belleği olabilir mi? Ortak belleğin olmaması, ortak akıla dayanan birlikte yaşamı nasıl tesis edebilir? "Birincil ve ikincil tipler vardır, yani anıtlarla, kamusal yapılarla onların tekil varlığıyla doku bütünlüklerini oluşturan konutun tipolojisi farklıdır ve kent bu iki farklı tipolojinin mantıklı örgütlenmesinden oluşur. Sonuçta, tipoloji ve onun kent morfolojisinde bütünleşmesi bize kentin mantığını, mekânın mantığını açıklar ve bu toplumsal hafızayı yani kent toplumunun tarihsel belleğini oluşturur."[10]

TİPİK BİR SİTE ÖRNEĞİ OLARAK BAŞAKŞEHİR
Sonuç olarak burada, tipik bir örnek olan Başakşehir’i, yukarıda anılan noktalarda kritik etmek istiyorum. Bir felsefeci olarak mimarlık alanında haddimi aşan tezler ileri sürersem bilin ki bir felsefecinin hoyratça cesaretindendir. Anacağım örnek, hızla hayata geçirilen yeni kentsel alanlardan birine ilişkindir. Konu bölgedeki yapılaşma hala hızla devam etmekte. Başakşehir, kentsel tasarım anlamında kentsel mirasa dayanmadan üretilen konut tipi ve sitelerden oluşmakta. Kısaca, “sitelerden oluşan bir site; siteyi aşamayan ‘kentsel’ bir birim” diye ifade edilebilir.

Başakşehir, çok tipik bir örnek olarak karşımıza çıkmakta. Yaklaşık 40 bin konut olan bölgede arsa ve konut üretimi hızla devam etmekte. İstanbul’da makro anlamda kentsel planlama yapılıyor olsa bile yeterince hayata geçirilemediği için konutlar, işyerleri ile ilişkileri gözetilerek üretilmemiştir. Sonuç olarak hafta içi her sabah onbinlerce insan yolara düşüp saatlerce işlerine gitmeye çalışmaktalar; akşamları da evlerine dönmeye. Hafta sonları da eğlence mekânlarına gidip gelmek için aynı sıkıntıyı yaşamaktalar. Başakşehir, orada oturanlarca daha çok Türkçe’deki “otel gibi” deyiminde anlatılan işleve indirgenmiş durumdadır ya da sadece bu işlevi görebilmektedir. Daha sert bir ifade ile “kentsel cezaevi” ya da “kentsel çilehane” diye de kavramsallaştırılabilir.

SONUÇ
Siteler, yukarıda ontolojik analizde de özetlendiği gibi zengin işlevselliklerinden soyulmuş mahallelere dönüştürülmesi nedeniyle içinde yaşayanlar için kentsel alan üretememektedir. Fakat tüketiciler, üretilen bu konutları satın almaktalar ve çok kısa sürede tüketmekteler. Evet tüketmekteler. Tüketme deyimini özellikle kullandım. Oysa kent, kentsel dinamikleriyle ve özellikle içinde yaşayanlarca kendini sürekli üretebilen bir yapıya sahiptir. Siteler, birçok açıdan bu dinamiklerden yoksundur; bu yoksunluk, orada nefes alan kent öznelerinin kentli olmalarına destek olmak bir yana onların kentlileşmesinin önündeki en önemli engel olarak durmakta. Bu noktada şu tez ileri sürülebilir: Ne kendi kentsellik özelliğine sahip olan ne de içindeki özneleri kentlileştirebilen siteler, kent ve kent özneleri için kentli olmanın önündeki ideolojik engeldir. İdeolojik bir engeldir dedim; çünkü bu, belli bir tekil irade manipülasyonuyla hayata geçirilmese de sonuçları itibariyle ideolojik sonuçlar doğurmaktadır. Foucault’nun “Gelecek şimdiye yapılan müdahaledir” sözü şu anda genelinde Türkiye, özelinde İstanbul’da yapılanın ne olduğuna dair bize ipuçları vermekte. Bizler, öncelikle kent epistemolojisi yapıp mevcut ontolojik yapıdan nelerin çıkarılabileceğini ve bu yapıya dair bilgiler üretmeliyiz. Üretilen bilgilerle de “şimdi”ye müdahale etmeliyiz.

Şimdi bu bağlamda denebilir ki, "Konut, barınma sorununa mimari bir yanıt aramanın ötesinde, bir yaşam biçimi önerisidir. Bu nedenle de çevresi ile kurduğu çok boyutlu ilişki, tasarım sürecinin önemli bir araştırma alanını oluşturur."[11] Bu alıntıda İncedayı’nın iki cümle ile ifade ettiği şey çok açıktır. Şimdi, sitelere, bu mimarlık bilgisi ile baktığımızda ne görebiliriz? Başakşehir bu özellikleri taşımakta mıdır? O halde bu sürecin nasıl parçası olunmakta? Hiç kuşkusuz bu nokta bu yazının sınırları dışında kalmaktadır.

Bugün, Türkiye’de ne yazık ki kent, yağmurdan ya da doludan kaçarken bir yere, mesela bir ağaç kovuğuna ya da mağaraya sığınanlar için neyse odur. Türkçe’deki “başımızı sokacak bir yer” deyimi, kentli öznenin konuta bakışını çok tipik biçimde anlatmaktadır. Kaldı ki Türkçe’de “barınmak” ve “konmak” eylemlerinden türetilen isimler olan “barınak” ve “konut” kavramları yerleşmenin gelip geçici bir ihtiyaç olarak görüldüğünü de gösterir. Kent, sığınılan bir yer değil, yaşanılan bir alan olup konut, sığınılan, kentse sadece doyulan bir mekâna indirgendiğinde, konut da kent de işlevsel anlamda tekilleştirilmektedir.

Bütün bunlar, 19. y.y. ortalarından beri yüzü batıya dönük olan yenilenme ya da çağdaşlaşma çabalarının Cumhuriyetle sertleşen gidişinin 1980'lerden sonra Atlantik’i de aşarak Amerikancı bir üslupla yaşanmasıdır; ama bu, burada yaşayanları kendilerine yabancılaştırdığı gibi "ideolojinin agresif bir objesi" olan mimariyi de kendi birikimlerine hem kent kültürü hem de mimari çözümlemeler anlamında yabancılaştırmaktadır.

SORULAR VE/VEYA SORUNLAR
Kent ontolojisi kent kavramına yeni boyutlar kazandırabilir mi?
Kent epistemolojisi olanaklı mıdır?
Kentleşmenin temel birimine dönüşen sitelerle sürdürülebilir bir kentleşme olanaklı mıdır?
Kentsel değerlere dayanmadan bir kentleşme olanaklı mıdır?
Kentler, kentsellik üretmeden kentleşebilir mi?
Kentler, geleneklerinden yeterince beslenmeden ne ölçüde kentleşebilir?
Siteler, kentlerin mahallesi midir?
Site konut üretimi demokratik midir? Değilse demokratikleştirilebilir mi? Nasıl?

ANAHTAR KELİMELER
“kent-ontolojisi”, “kent-epistemolojisi”, “mimaride kültür endüstrisi”, “mimaride iktidar”, “kentsel sürdürülebilirlik”, “mimariye felsefeyle bakmak”

V. Metin Bayrak
2010, İstanbul


[1] CONRADS, Ulrich. (1991) 20. Yüzyıl Mimarisinde Program ve Manifestolar, Şevki Vanlı Mimarlık Vakfı Yayınları, İstanbul
[2] Felsefeleştiri: Mevcut olguları kavramsallaştırma denemeleri; henüz düşünülmemiş ve/veya felsefi açıdan ele alınmamış olgulara ilişkin düşünme denemeleri ve bunların sonucu hipotetik ham tezler ileri süren ve hipotetik yargılar üretmeyi amaçlayan düşünme metodolojisidir.
[3] HARTMANN, N. (1968) Almanya’da Yeni Ontoloji, Felsefe Arkivi, Sayı. 16. Çev. Uluğ Nutku, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul, s.16
[4] HARTMANN, N. (1968) Almanya’da Yeni Ontoloji, Felsefe Arkivi, Sayı. 16. Çev. Uluğ Nutku, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul, s.26
[5] TUNALI, İsmail. (1957) İntegral Bir Estetik Olarak Ontolojik Estetik, Felsefe Arkivi, Cilt: III - sayı 3, Ayrı Baskı, s. 160
[6] HARTMANN, N., (2003), Ontolojide Yeni Yollar, Çev: Lütfi Yarbaş, İlya yayınları, İzmir, s.8
[7] Hazır planların her yerde aynılığının estetik açıdan doğurduğu sonuçlar, bu çalışmanın kapsamı dışında kaldığından olgu, bu yanı ihmal edilerek ele alınmıştır.
[8] Adorno, neden “kültür endüstrisi” kavramını kullandığını şu şekilde açıklar: kitle kültürü yerine “kültür endüstrisi” terimini kullanmayı uygun bulduk; ne de olsa onun, kitlelerden kendiliğinden çıkan bir kültür sorunu olduğunu ortaya atabilirler, onu popüler sanatın çağdaş formu sayabilirlerdi ki bu ikincisinin kültür endüstrisinden kesin olarak ayırt edilmesi gerekmektedir. Kültür endüstrisi eski olanla tanıdık olanı yeni bir nitelikte birleştirir.” ADORNO, T., (2003) Kültür Endüstrisini Yeniden Düşünürken, Cogito, sayı: 36, s. 76

[9] İNCEDAYI, Deniz. (2005) Mimarist sayı 16, Tasarım Felsefesinde "Farklı"yı Algılama Biçimi Üzerine, İnsanın Farklı Durumları Karşısında Mimar(lığ)ın İşlevi, s.101-106, s. 106
[10] YÜCEL, Atilla. (1999) Mimarlıkta Dil ve Anlam: Seminer, TMMOB Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi Eğitim ve Kültür Araştırmaları Mesleki Bilimsel Çalışma Kurulu (EKA-MBÇK) Felsefeden Mimarlığa Bakışlar Dizisi, İstanbul, s.43

[11] İNCEDAYI, Deniz. (2003) Mimarist, sayı 7, s. 81-86, s.81

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder