Ortadoğu Sarmalında
Geleceğini Arayan Türkiye
Küreselleşmenin, yerel konuların uluslar arası platformlarda eşzamanlı
olarak tartışılması olarak da yaşanan bir olgu olduğu son gelişmelerde bir kez
daha anlaşılmış oldu. Türkiye’nin nerede olduğunu haritada göstermekten uzak
ortalama bir Amerikalı bile Türkiye’nin Kuzey Irak’a yapacağı askeri harekâtı
konuşuyor ise bizim, sınırlarımızda olan bu olaylara kayıtsız kalıp üzerine düşünmememiz
beklenemez.
Bundan 17 sene önce geleceğe ilişkin ümitleri olan ve felsefeyle henüz
tanışmış genç bir liseli özne olarak Körfez’de savaşın çıkmayacağını, her ne
kadar ABD’nin, Irak yönetimine -Saddam Hüseyin’in lideri olduğu Baas
yönetimine- verdiği süre dolmadan bir yol(u) bulunup barışın sağlanacağını, bu
devirde, bundan 2500 koca sene önce –bir lise öğrencisine göre ne uzun bir süre
değil mi- neleri düşünen insanoğlu bu devirde bir savaşa izin vermezdi, üstelik
daha kanı kurumamış iki büyük cihan harbi –dünya savaşı anlamsal etkiyi
zayıflatıyor- yaşamış insanoğlu artık o olgunlukta olmalıydı; ya da en azından
bir lise öğrencisi olarak ben öyle düşünüyordum, ama okula gitmek için sabah
kalkıp annemin hazırladığı kahvaltıyı yaparken ABD uçaklarının Bağdat’a
yaptıkları sortileri gördükçe ağzıma götürdüğüm lokmalar boğazıma düğümlenmiş
daha yeni başlayan hayatım işte orada kahvaltı sofrasında sona ermişti sanki,
ne büyük bir hayal kırıklığı idi tanrım! Okulda ve dershanede pek çok arkadaşımla
hatta öğretmenlerimle ciddi polemiklere girer, bu devrideki olgun insanlığın bu
tür geçmişe ait şeylere izin vermeyeceğini savunur dururdum; beni hayal
kırıklığına sevk eden yanılmak değildi, savaşın sürmesiydi bunlara –bilgi birikimine,
çekilen onca acıya- rağmen. Burada liseli bir gencin savaşa dair düşüncelerinin
gerçekleşmemesi üzerine içine düştüğü durum tartışma konusu edilmeyecektir;
aynı öznenin bu sefer, o yaştaki öğrencinin iki katı yaşındaki birinin aynı
yerdeki aynı taraflar arasındaki savaşa ilişkin değerlendirmesi yer alacaktır;
gerçekçi olan hangisinin kavrayışı, hissedişi? Hangisidir arzu edilen? Ya da
yoksunluğu duyulan? Biz, bunca eğitimin ardından çarkın içinde eritiliyor muyuz
yoksa hakikaten de zamanla düşler masalından hakikatlerin alanına mı
çekiliyoruz… Bu sorular, sanırım, zaman zaman da olsa pek çoğumuzun olmasa bile
birçoğumuzun sorduğu sorulardır.
Şimdi, son gelişmelerle ilgili düşündüklerimin ana başlıklar altındaki
analizlerine gelince bunlar:
a. ABD, Irak'a girmek istedi ve girdi; Dolar, yerini Avro’ya bırakmadı;
hala rezerv para olmaklığını sürdürüyor; yakın gelecekte de sürdürecek,
b. ABD, Türkiye'yi Irak’a çekmeye çabalıyor; çünkü:
b.1. Böylece Türkiye, Kürdistan bölgesinde işgalci kuvvet olacak, Kuzey
Irak Kürt yönetimi, daha şimdiden Kürdistan olarak adlandırılmaktadır,
TBMM'deki DTP'lilerle birlikte 'büyük' Kürdistan'ın birleşik meclisini
kuracaklar; bu organizasyona Suriye ve İran’daki Kürt gruplar da entegre
edilmek istenecek ve Türkiye kendi topraklarında işgalci kuvvet olacak, bölgeye
BM askeri gücü istenecek ve böylece kopuşa / ayrılığa hukuki statü kazandırılmış
olacak.
b.2. ABD, bununla birlikte, yani, bölgedeki Kürdistan’a kendi firmaları
aracılığıyla yerleşecek ve Kürt yönetimi, ekonomik, güvenlik, diplomatik
anlamda ABD'ye bağlanacak,
b.3. ABD, İsrail yanında bir müttefike daha sahip olacak ya da
Türkiye’yi, tamamen kendine bağımlı Kürdistan’a tercih edecek; böylece
temelinde pragmatizm yatan ABD için değişen bir şey olmamış olacak: biri
gidecek bir başkası gelecek,
b.4. İsrail, bölgede Türkiye yanında bir müttefike sahip olup görece
rahatlayacak,
b.5. İran, Suriye ve “de facto” Türkiye arasına ciddi bir güç olarak
Kürdistan kurulacak,
c. Türkiye, böylece:
c.1. Sorunlu bölgesinden kurtulmuş olacak,
c.2. Batı diye adlandırılan ve güneydoğu dışındaki nüfus artış hızı ve
kişi başına düşen gelir bakımından görece sorunsuz bir devlet ya da ülke
olacak,
d. AB, sorunlu bölgesinde kurtulan Türkiye'yi içine hazım sorunu yaşamadan
alacak,
d.1. 2050'de bir öngörüye göre yaklaşık 100 - 120 milyon olacak olan
Türkiye ve Avrupa'da yaşayan 10 milyon Türkiye orijinli Türk ve Kürt AB'nin
toplam nüfusunun % 20'den fazlasını oluşturacak ve bunun sonucunda AB, en az 5
yurttaşından birinin Türkçe konuştuğu bir birliğe dönüşecek ve bu haliyle de
Türklerin ve/veya Türkçenin egemen olduğu bir politik - kültürel coğrafya
olacak,
d.2. AB için, güneydoğusundan kurtulan Türkiye bir tehdit olmaktan
çıkacak,
d.3. Küçülen ve sorunlu bölgelerinden kurtulan Türkiye'nin AB'ye
entegrasyon faturası hem ekonomik hem de politik-kültürel tolere edilebilir
seviyelere inecek,
e. Kafkasya, Ortadoğu ve bir anlamda da Balkan ülkeleri, ekonomik ve
siyasal anlamda bölge gücü olarak kendini toparlayan Türkiye'yi bir tehdit olarak
algılamayacaklar. Türkiye, hala toplumsal-siyasal bilinçaltında bölge ülkeleri
için hem seksapeli olan hem de korku duyulan bir emperyal bir güç ya da daha
çok İstanbul bu anlamda bir güç; zaten son zamanlarda özellikle de 2000'li
yıllarla birlikte İstanbul, tarihin kendine yüklediği misyona bürünmeye başladı
her yanıyla; haliyle önümüzdeki birkaç on yıl içinde çehresi tamamen değişen İstanbul,
bir tür kent devleti ve kent devletine dayanan emperyal bir güç olacak,
ABD için win-win-win-win bir oyun bu! Tutar mı? Hiçbir sosyal olay
önceden kestirilemez, beklenmedik ya da öngörülemez sonsuz değişkenlerden biri
durumu etkileyip ve domino etkisiyle tahmin edilen ya da beklenenden bambaşka
bir gelişmeye neden olabilir. Türkiye, bu oyunun ortasında ve görece ne zayıf
ne de güçlü olduğu bir dönemde bir karar vermek zorunda, vereceği karar, kuşkusuz
önümüzdeki birkaç yüzyılı etkileyecek nitelikte olacak; tabii ki kararıyla
birlikte bu kararın ardında yurttaşlarının durup durmayacağı eğer durursa nasıl
duracağı ve Türkiye halkı olarak neler yapacağımız. Buradan asla bir tür
ittihatçılık düşleri çıkarılmasın; burada dile getirmeye çalışılan ya da
anlatılmak istenen nokta, asla Türkiye'nin konu gelişmelere kayıtsız kalamayacağıdır;
değilse, savaş düşleri duyan bir şahin tutumuyla mevcut duruma bakmıyorum.
Türkiye, bir açıdan askeri bir müdahalede bulunursa, egemenliğini AB ile
paylaşan bir ülke olması hasebiyle, AB içinde hukuksal olarak dizginlenebilir
ve siyasi olarak da güdülebilir; bunlar, her anlamda sıkışan bir ülkenin elinde
fazla koz olmadığı bir dönemde görece rahat şekle sokulabileceği anlamına
gelir.
Burada AB'nin tutumu nedir? AB, artık yitirdiği egemenliğini ABD'den
alabilecek mi? Buna tarihsel arkaplanı ya da birikimi yetecek mi? Şimdi, görece
refah içinde ama artık gün geçtikçe yaşlanan kıta Avrupası, aldığı ve entegre
edemediğini göçmenlerle nasıl baş edeceğini bilemeden her geçen gün ötekileştirdiği
insanlarla nasıl bir gelecek kurmayı planlıyor? Onları vatandaşlık sınavını
vermeye zorlayarak mı? Kafası karışık bir AB, Türkiye'ye nasıl yaklaşacak?
Yalnızca Almanya ve Fransa'nın dümeninde gidebilecek mi? Daha şimdiden pek çok
çatlak sesin başta da patronlardan biri olan Fransa'dan çıkmaya başlamışken.
Türkiye, belki ABD'siz düşünülebilir ama kendini tam olarak henüz şekillendirip
kurumsallaştıramasa da AB'siz asla; iki nedenden ötürü:
a. Hukuksal, siyasal, ekonomik ve “de facto” kültürel anlamda birbirine
eklemlenen iki güç olan AB ve Türkiye yakın ve orta vadede birlikte hareket
etmeye ihtiyaç duyan odaklardır.
b. Türkiye, hem AB ile komşu, hem tam üyelik müzakerelerini sürdüren bir
ülkedir.
Türkiye, ABD ile değil, bölge ülkeleriyle değil ama bir barış projesi
olan AB ile hareket ederek yurttaşlarına güvenli bir gelecek oluşturabilir;
bölge, tarihin her döneminde güvenliğin ardından zenginliği ve kültürü getirmiştir.
Haliyle, amaç, güvenli bir gelecek yaratmaktır; ama bunun yolu, çevreye
kayıtsız kalmaktan geçmemekte; kayıtsız kalmak, tehlikeyi ve en önemlisi
tehdidi büyütüyor; Türkiye, istese de istemese de üzerinde bulunduğu coğrafyanın
kendine yüklediği rolleri oynamak zorundadır; bu, bölgenin liderliğidir. Zaman
zaman müstemleke olmuş ama bu yerel anlamda refah içinde yaşamasına asla mani
olmamış ne Drahmi ne Roma ne Bizans ne de Selçuklu ile başlayan Türklerin
egemenliğinde. Bu tarihsel perspektif,
bize, bölgedeki önceliğimizin güvenlik olduğunu söylemektedir. Bölgenin güvenliği
düşünmek, ABD, AB, “trioid” Ortadoğu ( İran, ABD güdümündeki Araplar ve İsrail,
Bass'çılar), Türkiye'nin kendi iç dinamikleri de hesaba katılmalıdır. Haliyle
çokdeğişkenli bir denklemdir ve zamana bırakmak, çözümün parçası olmak değildir;
içinde bir özne ama kanaatleri olan ve kanaatlerini hayata geçirmek isteğinde,
kararlılığında ve gücünde olan bir Türkiye.
Sonuç: Türkiye, ayağa kalkıp
silkinerek öncelikle kendini ve nerede olduğunu düşünüp reel-politikte kalmayan
tarihselliği ve gelecek perspektifi olan bir analizle hareket ederek
stratejilerini geliştirdiği koşulda bulunduğunu yerin hakkını verecektir; değilse,
biz yurttaşlar, her canlının ihtiyaç duyduğu temel gereksinimden yoksun
kalırız: güvenlikten. Güvenli bir “şimdi” ve “gelecek” istiyorsak ki ben
istiyorum; bunun yolunun barıştan geçtiğinin en azından biz bilincinde olalım;
aranan ya da arzu edilen, en azından bizim gibi ‘sıradan’ yurttaşlar için, savaş
değil barıştır. Geliştirilen temel strateji güvenlik üzerine oturduğu koşulda
ortak bir gelecek inşa edilebilir; fonunda güvenlik olmayan hiçbir resimde barış,
refah, zenginlik, kültür ve mutluluk olamaz.
V.Metin Bayrak
Avcılar, İstanbul, 2008
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder