26 Mart 2012 Pazartesi

Ortadoğu Sarmalında Geleceğini Arayan Türkiye


Ortadoğu Sarmalında Geleceğini Arayan Türkiye

Küreselleşmenin, yerel konuların uluslar arası platformlarda eşzamanlı olarak tartışılması olarak da yaşanan bir olgu olduğu son gelişmelerde bir kez daha anlaşılmış oldu. Türkiye’nin nerede olduğunu haritada göstermekten uzak ortalama bir Amerikalı bile Türkiye’nin Kuzey Irak’a yapacağı askeri harekâtı konuşuyor ise bizim, sınırlarımızda olan bu olaylara kayıtsız kalıp üzerine düşünmememiz beklenemez.

Bundan 17 sene önce geleceğe ilişkin ümitleri olan ve felsefeyle henüz tanışmış genç bir liseli özne olarak Körfez’de savaşın çıkmayacağını, her ne kadar ABD’nin, Irak yönetimine -Saddam Hüseyin’in lideri olduğu Baas yönetimine- verdiği süre dolmadan bir yol(u) bulunup barışın sağlanacağını, bu devirde, bundan 2500 koca sene önce –bir lise öğrencisine göre ne uzun bir süre değil mi- neleri düşünen insanoğlu bu devirde bir savaşa izin vermezdi, üstelik daha kanı kurumamış iki büyük cihan harbi –dünya savaşı anlamsal etkiyi zayıflatıyor- yaşamış insanoğlu artık o olgunlukta olmalıydı; ya da en azından bir lise öğrencisi olarak ben öyle düşünüyordum, ama okula gitmek için sabah kalkıp annemin hazırladığı kahvaltıyı yaparken ABD uçaklarının Bağdat’a yaptıkları sortileri gördükçe ağzıma götürdüğüm lokmalar boğazıma düğümlenmiş daha yeni başlayan hayatım işte orada kahvaltı sofrasında sona ermişti sanki, ne büyük bir hayal kırıklığı idi tanrım! Okulda ve dershanede pek çok arkadaşımla hatta öğretmenlerimle ciddi polemiklere girer, bu devrideki olgun insanlığın bu tür geçmişe ait şeylere izin vermeyeceğini savunur dururdum; beni hayal kırıklığına sevk eden yanılmak değildi, savaşın sürmesiydi bunlara –bilgi birikimine, çekilen onca acıya- rağmen. Burada liseli bir gencin savaşa dair düşüncelerinin gerçekleşmemesi üzerine içine düştüğü durum tartışma konusu edilmeyecektir; aynı öznenin bu sefer, o yaştaki öğrencinin iki katı yaşındaki birinin aynı yerdeki aynı taraflar arasındaki savaşa ilişkin değerlendirmesi yer alacaktır; gerçekçi olan hangisinin kavrayışı, hissedişi? Hangisidir arzu edilen? Ya da yoksunluğu duyulan? Biz, bunca eğitimin ardından çarkın içinde eritiliyor muyuz yoksa hakikaten de zamanla düşler masalından hakikatlerin alanına mı çekiliyoruz… Bu sorular, sanırım, zaman zaman da olsa pek çoğumuzun olmasa bile birçoğumuzun sorduğu sorulardır.

Şimdi, son gelişmelerle ilgili düşündüklerimin ana başlıklar altındaki analizlerine gelince bunlar:
a. ABD, Irak'a girmek istedi ve girdi; Dolar, yerini Avro’ya bırakmadı; hala rezerv para olmaklığını sürdürüyor; yakın gelecekte de sürdürecek,
b. ABD, Türkiye'yi Irak’a çekmeye çabalıyor; çünkü:
b.1. Böylece Türkiye, Kürdistan bölgesinde işgalci kuvvet olacak, Kuzey Irak Kürt yönetimi, daha şimdiden Kürdistan olarak adlandırılmaktadır, TBMM'deki DTP'lilerle birlikte 'büyük' Kürdistan'ın birleşik meclisini kuracaklar; bu organizasyona Suriye ve İran’daki Kürt gruplar da entegre edilmek istenecek ve Türkiye kendi topraklarında işgalci kuvvet olacak, bölgeye BM askeri gücü istenecek ve böylece kopuşa / ayrılığa hukuki statü kazandırılmış olacak.
b.2. ABD, bununla birlikte, yani, bölgedeki Kürdistan’a kendi firmaları aracılığıyla yerleşecek ve Kürt yönetimi, ekonomik, güvenlik, diplomatik anlamda ABD'ye bağlanacak,
b.3. ABD, İsrail yanında bir müttefike daha sahip olacak ya da Türkiye’yi, tamamen kendine bağımlı Kürdistan’a tercih edecek; böylece temelinde pragmatizm yatan ABD için değişen bir şey olmamış olacak: biri gidecek bir başkası gelecek,
b.4. İsrail, bölgede Türkiye yanında bir müttefike sahip olup görece rahatlayacak,
b.5. İran, Suriye ve “de facto” Türkiye arasına ciddi bir güç olarak Kürdistan kurulacak,
c. Türkiye, böylece:
c.1. Sorunlu bölgesinden kurtulmuş olacak,
c.2. Batı diye adlandırılan ve güneydoğu dışındaki nüfus artış hızı ve kişi başına düşen gelir bakımından görece sorunsuz bir devlet ya da ülke olacak,
d. AB, sorunlu bölgesinde kurtulan Türkiye'yi içine hazım sorunu yaşamadan alacak,
d.1. 2050'de bir öngörüye göre yaklaşık 100 - 120 milyon olacak olan Türkiye ve Avrupa'da yaşayan 10 milyon Türkiye orijinli Türk ve Kürt AB'nin toplam nüfusunun % 20'den fazlasını oluşturacak ve bunun sonucunda AB, en az 5 yurttaşından birinin Türkçe konuştuğu bir birliğe dönüşecek ve bu haliyle de Türklerin ve/veya Türkçenin egemen olduğu bir politik - kültürel coğrafya olacak,
d.2. AB için, güneydoğusundan kurtulan Türkiye bir tehdit olmaktan çıkacak,
d.3. Küçülen ve sorunlu bölgelerinden kurtulan Türkiye'nin AB'ye entegrasyon faturası hem ekonomik hem de politik-kültürel tolere edilebilir seviyelere inecek,
e. Kafkasya, Ortadoğu ve bir anlamda da Balkan ülkeleri, ekonomik ve siyasal anlamda bölge gücü olarak kendini toparlayan Türkiye'yi bir tehdit olarak algılamayacaklar. Türkiye, hala toplumsal-siyasal bilinçaltında bölge ülkeleri için hem seksapeli olan hem de korku duyulan bir emperyal bir güç ya da daha çok İstanbul bu anlamda bir güç; zaten son zamanlarda özellikle de 2000'li yıllarla birlikte İstanbul, tarihin kendine yüklediği misyona bürünmeye başladı her yanıyla; haliyle önümüzdeki birkaç on yıl içinde çehresi tamamen değişen İstanbul, bir tür kent devleti ve kent devletine dayanan emperyal bir güç olacak,

ABD için win-win-win-win bir oyun bu! Tutar mı? Hiçbir sosyal olay önceden kestirilemez, beklenmedik ya da öngörülemez sonsuz değişkenlerden biri durumu etkileyip ve domino etkisiyle tahmin edilen ya da beklenenden bambaşka bir gelişmeye neden olabilir. Türkiye, bu oyunun ortasında ve görece ne zayıf ne de güçlü olduğu bir dönemde bir karar vermek zorunda, vereceği karar, kuşkusuz önümüzdeki birkaç yüzyılı etkileyecek nitelikte olacak; tabii ki kararıyla birlikte bu kararın ardında yurttaşlarının durup durmayacağı eğer durursa nasıl duracağı ve Türkiye halkı olarak neler yapacağımız. Buradan asla bir tür ittihatçılık düşleri çıkarılmasın; burada dile getirmeye çalışılan ya da anlatılmak istenen nokta, asla Türkiye'nin konu gelişmelere kayıtsız kalamayacağıdır; değilse, savaş düşleri duyan bir şahin tutumuyla mevcut duruma bakmıyorum.

Türkiye, bir açıdan askeri bir müdahalede bulunursa, egemenliğini AB ile paylaşan bir ülke olması hasebiyle, AB içinde hukuksal olarak dizginlenebilir ve siyasi olarak da güdülebilir; bunlar, her anlamda sıkışan bir ülkenin elinde fazla koz olmadığı bir dönemde görece rahat şekle sokulabileceği anlamına gelir.

Burada AB'nin tutumu nedir? AB, artık yitirdiği egemenliğini ABD'den alabilecek mi? Buna tarihsel arkaplanı ya da birikimi yetecek mi? Şimdi, görece refah içinde ama artık gün geçtikçe yaşlanan kıta Avrupası, aldığı ve entegre edemediğini göçmenlerle nasıl baş edeceğini bilemeden her geçen gün ötekileştirdiği insanlarla nasıl bir gelecek kurmayı planlıyor? Onları vatandaşlık sınavını vermeye zorlayarak mı? Kafası karışık bir AB, Türkiye'ye nasıl yaklaşacak? Yalnızca Almanya ve Fransa'nın dümeninde gidebilecek mi? Daha şimdiden pek çok çatlak sesin başta da patronlardan biri olan Fransa'dan çıkmaya başlamışken.

Türkiye, belki ABD'siz düşünülebilir ama kendini tam olarak henüz şekillendirip kurumsallaştıramasa da AB'siz asla; iki nedenden ötürü:
a. Hukuksal, siyasal, ekonomik ve “de facto” kültürel anlamda birbirine eklemlenen iki güç olan AB ve Türkiye yakın ve orta vadede birlikte hareket etmeye ihtiyaç duyan odaklardır.
b. Türkiye, hem AB ile komşu, hem tam üyelik müzakerelerini sürdüren bir ülkedir.

Türkiye, ABD ile değil, bölge ülkeleriyle değil ama bir barış projesi olan AB ile hareket ederek yurttaşlarına güvenli bir gelecek oluşturabilir; bölge, tarihin her döneminde güvenliğin ardından zenginliği ve kültürü getirmiştir. Haliyle, amaç, güvenli bir gelecek yaratmaktır; ama bunun yolu, çevreye kayıtsız kalmaktan geçmemekte; kayıtsız kalmak, tehlikeyi ve en önemlisi tehdidi büyütüyor; Türkiye, istese de istemese de üzerinde bulunduğu coğrafyanın kendine yüklediği rolleri oynamak zorundadır; bu, bölgenin liderliğidir. Zaman zaman müstemleke olmuş ama bu yerel anlamda refah içinde yaşamasına asla mani olmamış ne Drahmi ne Roma ne Bizans ne de Selçuklu ile başlayan Türklerin egemenliğinde. Bu tarihsel perspektif, bize, bölgedeki önceliğimizin güvenlik olduğunu söylemektedir. Bölgenin güvenliği düşünmek, ABD, AB, “trioid” Ortadoğu ( İran, ABD güdümündeki Araplar ve İsrail, Bass'çılar), Türkiye'nin kendi iç dinamikleri de hesaba katılmalıdır. Haliyle çokdeğişkenli bir denklemdir ve zamana bırakmak, çözümün parçası olmak değildir; içinde bir özne ama kanaatleri olan ve kanaatlerini hayata geçirmek isteğinde, kararlılığında ve gücünde olan bir Türkiye. 

Sonuç: Türkiye, ayağa kalkıp silkinerek öncelikle kendini ve nerede olduğunu düşünüp reel-politikte kalmayan tarihselliği ve gelecek perspektifi olan bir analizle hareket ederek stratejilerini geliştirdiği koşulda bulunduğunu yerin hakkını verecektir; değilse, biz yurttaşlar, her canlının ihtiyaç duyduğu temel gereksinimden yoksun kalırız: güvenlikten. Güvenli bir “şimdi” ve “gelecek” istiyorsak ki ben istiyorum; bunun yolunun barıştan geçtiğinin en azından biz bilincinde olalım; aranan ya da arzu edilen, en azından bizim gibi ‘sıradan’ yurttaşlar için, savaş değil barıştır. Geliştirilen temel strateji güvenlik üzerine oturduğu koşulda ortak bir gelecek inşa edilebilir; fonunda güvenlik olmayan hiçbir resimde barış, refah, zenginlik, kültür ve mutluluk olamaz.

V.Metin Bayrak
Avcılar, İstanbul, 2008

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder