3 Ağustos 2016 Çarşamba

Entelektüel Erdem/i Üzerine


Entelektüel Erdem/i Üzerine
"Ben, yüzbinlerce boynu eğik, yaltaklanan, kuyruk sallayan köpek gördüm, Tempelhof'ta, Berlin'de yıl 1935'ti, büyük eğitimci Hitler, buyruklarını veriyordu."1 A. Neill
                                                                                                                                      
Bu yazılamada, önümüzdeki güncel sorunlar ve/veya olaylar, yüz yıl öncesinin retoriklerine, politikalarına bakılarak anlaşılır kılınmaya çalışılacak. Bu amaçla özellikle II.Meşrutiyet ile birlikte dolaşıma fütursuzca sokulan "milliyetçilik" anlayışı, politikaları ve sonuçları tartışma konusu edilerek -bir tür sondajlamayla ifşa edilerek- tarihin "tekerrür" yüzünün tehlikelerine dikkat çekilerek genelinde bireysel ve toplumsal, özelinde entelektüel sorumluluk, çeşitli tezlerle tartışma konusu edilecektir.

Akıl yürütme yollarından biri olan analojide sonuçlar, yargılar kategorik (zorunlu) değil, özü ya da doğası gereği hipotetiktir (koşullu). Burada yüz yıl öncesiyle "şimdi" arasında bağlamsal olarak çeşitli analojiler yapılarak kimi tezler ileri sürülecektir; tezler, kurulan ilişkiler, benzerlikler, yineleyerek belirtmek gerekirse, hipotetiktir; olması ve/veya gerçekleşmesi, en azından bu satırları klavyeye alan fakir tarafından arzu edilmemektedir.

1 Kasım 2015 seçimlerine giderken "1990 görünümlü 1930 model ucube parti devleti"nin 2015'teki icraatlarını, yakın zamandaki politikalarını sosladığı retorikleriyle 20 Eylül 2015'te Yenikapı Miting Meydanı'nda verdiği 'aile' fotoğrafı, üzerinde düşünülmeye değer bir fenomendir. Bize düşen sorumluluklardan biri, de javu dedirten bu fenomeni anlamaya çalışmak olsa gerek. "Teröre Karşı Tek Ses" adı verilen mitingde dörtyüz bin Türk Bayrağı dağıtıldı. Protokol sırasına göre Cumhurbaşkanı, Meclis Başkanı ve (Sabık) Başbakan katıldılar.

Parti Devleti(ni)n seçim mitingi içeriğindeki -formu/biçimi farklı olsa da- gövde gösterisinde Erdoğan "550 yerli ve milli vekil" talep etti ve yine günlerce, aylarca, yıllarca sürecek bir tartışma da yaratarak bu alandaki başarısını bir kez daha rakipsizce göstermiş oldu.

Erdoğan'ın sürekli rövanş almaya çalıştığı İttihat ve Terakki Partisi ve onun kimi tarihçilerce 'B Takımı' olduğu iddia edilen Cumhuriyet'in kurucu kadrosunun politikalarına can simidi niyetine sarılması, Bizans-Osmanlı-Cumhuriyet ekseninde çok 'istikrarlı' bir aksın varlığına işaret ettiği hatta buna teslim olduğu iddia edilebilir.

Jön Türkler tarafından "Meşruti Monarşi" için darbeyle tahta çıkarılan II.Abdülhamit, "Zeitgeist"a gösterdiği direnç nedeniyle yine darbeyle indirilir. Darbeyle gelip darbeyle giden 'iktidar' geleneği  II.Abdülhamit örneğinde (de) yaşamış/yaşatılmıştır. 32 yıllık iktidarının rengi hala tartışma konusudur ve güncelliğini hayatımıza sinen politikaları/yla korumaktadır. Rejimin ilk iki yılı 1.Meşrutiyet olarak adlandırılır. Anayasa'nın kendine/Padişaha verdiği yetkiyi kullanarak meclisi lağv eder. 30 yıl askıya alınan Meşrutiyet, darbenin ardından yeniden ilan edilir: II.Meşrutiyet. 1908'de Meclis-i Mebusan, toplanır. Bu coğrafyanın gördüğü temsili en güçlü meclis olduğu, kimi tarihçi ve siyaset bilimcilerce sıklıkla dillendirilir.

Osmanlı'nın bütün bileşenlerini temsil ede(bile)n meclis, içerideki ve dışarıdaki heyecanın dinamikleriyle ömrünü çoktan tamamlamış Osmanlı'yı yaşatmaya çalışır; oysa "metal yorgunluğu" kendini o kadar çok mecrada göstermiştir ki, "sonrası"nın karanlıklığı, panik halinde, enine boyuna düşünülmeden politikalar üretip bunlara angaje olarak kangrene dönüşmüş sorunları çözmeye çabalayanlarca görülmez; bütün çabalar nafiledir artık. Osmanlı için her şey suni teneffüstür. Ölüm, büyük, yaşlı, dallı budaklı bir "meşe" olan Osmanlı'nın dallarından başlayan kuruma(sı)nın köklerine sirayeti onlarca yıl alır. Ölüm/ü, uzun sürer. Çabaların nafile olduğunu hiç şüphesiz romantikler -mesela Enver Paşa- gör(e)mez; oysa gözündeki anakronik perdeyi atıp olguya bakabilenler için kral çıplaktır, üstelik uzun zamandır.

Osmanlı'nın kurtuluşu,  tedavisi -çünkü hasta olduğu herkesçe malumdur- için meşeye zerk edilmeye çalışılan Osmanlıcılık, İslamcılık, Turancılık ve sonunda Türkçülük de işe yaramaz(?) Çember, dıştan içe hızla daralmaktadır. İmparatorluğun nüfusu 1/4'e iner; bu oran, yaklaşık 10-11 milyon nüfusa karşılık gelir. Kalanın/ın yaklaşık 2/5'i de İslam-dışı toplumlardan, halklardan oluşur. Elde kalan son 'ilaç' Türkçülük ile zamanla onlardan da kurtulunacaktır: 1909 Kilikya(Adana) Katliamı, 1915 Ermeni Techiri, Nüfus Mübadelesi, Trakya Olayları, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül 1955 Olayları ve sayamayacağımız daha nice örnek.

Daralan çemberin merkezinde bırakılan/kalan "Türk-çü-lük", kurucu kimliğinden ötürü baskılanmış, uzun yıllar geri plana itilmiştir; o nedenle "Türk Milliyetçiliği"nin gecikmiş bir milliyetçilik olduğu savlanır sıklıkla. (1831'de Yunan kimliğinden söz edilebilirken Türklük için daha onlarca yılın geçmesi, çemberin kaçınılmazcasına daral(tıl)ıp merkezin açığa çıkması/nı beklemek gerekir.

1908'de tahttan indirilen II.Abdülhamit ile bir devir artık kapanmış -ama "darbe" ile kapatıldığını unutmamak gerek- "Hürriyet(!)" gelmiştir. Osmanlı da tıpkı çağdaşları gibi "Anayasal Krallık" (Meşruti Monarşi) ile yönetilmeye başlamış, rejimini değiştirmiştir.

Daralan çember, "Türkçülük"e sarılmayı, "siyaseten doğru" ilkesiyle zorunlu hale getirir ve İstanbul'un Fethi kutlanmaya başlanır; tarih 1908'dir. 1909 Kilikya Katliamı, 1911 Trablusgarb Savaşı, 1912 Balkan Savaşı, Büyük Paylaşım'dan "1 koyup 3 almak" sevdalılarının kaçınılmaz sonla yüzleştiklerinde 1915 Ermeni Techiri ve Kurtuluş Savaşı. İttihat ve Terakki'nin İmparatorluğu batıran -ölümünü hızlandıran- 'A Takımı'ndan boşalan siyasi arenanın daha gerçekçi 'B Takımı' -Kemalistler- tarafından doldurularak Cumhuriyet'in ilanı.

Saltanat, komitacı devrimcilerce sorunun ana müsebbibi olarak telakki edilir. Onlara göre biçim ya da taht değişince her şey sihirli bir değneğin dokunuşuyla iyileşecektir. Ancak bu, romantizm tarafından gerçeğe körleş(tiril)enlerin tutumu olabilir/di.

Türkçü, milli, milliyetçi, yerli, vatan vb. kavramları hızla dolaşıma sokulur. 1911'de, Trablusgarb Savaşı'nda, Batılı ülkelerle -Almanya, Fransa, İngiltere- kıyaslanamayacak, etkisi ve gücü sınırlı İtalya'ya yenilmek fikri temelleri yeni atılan milliyetçiliğin/Türkçülüğün "nefret söylemi" ile beslenip güçlendirilmesi için vesile olarak kullanılır, değerlendirilir. 1912 Balkan Savaşı ile birlikte milliyetçi nefret söylemi zirve noktasına çıka(rılı)r.

Toplumda yüksel(til)en, Çanakkale'de somutlaşıp dile gelen ve hala methiyeler düzülen "milliyetçi ruh", resmi ideoloji olarak başta okul çocukları olmak üzere bütün topluma zerk edilerek kuramsal bir boyut kazanır. (Zenofobik retoriklerin -iç/dış mihrak/lar- hala iş görmesine, ideolojik bir enstrüman olarak kullanılmasına şaşırmamak gerek. Çünkü toplumsal bellek, zenofobik retorikler ve pratikleriyle zehirlenerek karartılmış, zihinler, değerlendirme yeteneği olarak muhakemelerse iğdiş edilmiştir. Resmi söylem, sıklıkla Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı'na atıfta bulunarak milliyetçiliği konsolide edip canlı tutar ve bunun zorunlu sonucu olarak da zenofobi, nesneleri güncellenerek canlı tutulur.

1 Kasım 2015'e giderken 1908 ile başlayan söylemlerin, uygulamaların benzerlerini 20 Eylül'deki mitingde işitmek, tek kelimeyle kan dondurucu, "Kan dondurucu" deyimi, sanırım, şu alıntıda ifadesini 'çok iyi' bulmakta:
"(...) Yüzde yüz çoğunlukta olsalar bile Türkiye'nin herhangi bir bölgesinde devlet kurma hayalleri hayal olarak kalacaktır. (...) onun için Türk milletinin başını belaya sokmadan kendileri de yok olmadan çekip gitsinler. Nereye mi? Gözleri nereyi görür, gönülleri nereyi çekerse oraya gitsinler. (...) Türk ırkının aşırı sabırlı olduğunu fakat ayranı kabardığı zaman 'Kağan Arslan' gibi önünde durulmadığını arkadaşları Ermeniler'e sorarak öğrensinler de akılları başlarına gelsin."2

Yenikapı'daki dörtyüz bin bayrağın yetmediği yüzbinlerce insanın katılımıyla gerçekleşen mitingde millet vurgusu, bu vurgunun "lider kültü"nde cisimleşmesi, yanında olmayanların 'gayri milli' ilan edilmesi, vatan toprağı, bayrak, din, Kuran-ı Kerim, "Allahu Ekber!" nidaları... bir tür "patlayıcı" olarak 1 Kasım'ı ve sonrasını tehdit eden bir bombaya dönüşmekte Erdoğan'ın ve temsil ettiği Ucube Parti Devletin/in (UPD) elinde. Yukarıda anılan "çember" metaforuyla nesnesi sürekli güncellenen öfke, nefret ve kin, Türkiye halkını -de facto halklarını da- ve dünyayı "milli" -"gayri milli" dikotomisine sıkıştırdığı gibi kimliğinin de "kurucu ide"sine dönüşür fiilen. Bunun psiko-sosyo-ideolojik sonucu Kemalistlerle birlikte "Bir Türk dünyaya bedeldir.", "Türk'ün Türk'ten başka dostu yoktur."a, oradan "Her Türk asker doğar."a dönüşen uzun yolun taşları döşenir. Bu "taş"lardan ikisini hatırlayarak düşünmemize, kritiğimize, yazılamamıza devam edelim:
Öç Türküsü
Türk yavrusu, artık uyan!
Düşmanların Bulgar, Yunan...
Ellerinde nazlı anan,
Öç almaya çağırıyor
Kurtar diye bağırıyor
Mini mini Türk yavrusu!
Altınordunun yavrusu
Yunan, Bulgar... Düşmanındır
Ocağını yıkan onlar
Kardeşini boğan onlar
Öç almayı unutma sen
Bil ki kinin imanındır.3

Cenge Giderken
Ahdim olsun, alayım milletimin öcünü
Ölmeyeyim, öldürmeden ikisini, üçünü.4
...
Yüzyıl başında -19.yy.- "Türk" ve/veya "Müslüman" kimliği dışındakiler makbul değilken -ki akıbetleri hepimizce malum- şimdi, Cumhuriyet'in günümüzdeki ucube modeliyle (de) -Erdoğan'ın yineleyerek tarif ettiği- "Tek din, tek dil, tek devlet"e sığ(dırıl)mayan Kürtler hedeftir. Kürtler 'ırk'tan; 'Ali'siz Aleviler', 'din'den; 'Ali'li Aleviler', 'mezhep'ten "sınıf"ta bırakılmakta; resmi ideolojinin vizesinden mahrum bırakılmaktalar. Algı yönetimiyle resmi ideolojinin hamaset ideologlarınca yeniden üretilen "bölücülük"le, vize verilmeyen gruplar, projeksiyon yoluyla etiketlenip 'milliyetçi' güruhlara hedef gösterilmekte; Türkiye'nin kültüründen kürtaj edilme pratikleri icra edilmekte; devletin ve taşıyıcılarının "zinde" kalmaları sağlanmakta; resmi ideolojiyi somutlaştıran politikalar, çerçeve kalanlara ve/veya bırakılanlara her gün verilen "ayar"larla sür(dürül)mekte.

"1990 görünümlü 1930 model ucube parti devlet/i" (UPD), en üst temsille birlik, beraberlik çağrısı yapmakta, diğer yandan kendi tarifine uymayanların meclisteki temsilinin engellenmesini talep etmekte. Bunun için 'sivil' kuvvetleri ideolojik olarak tarif ederek kuramsal çerçevesini (de) inşa eder 'Yeni Türkiye'yi -Ucube Parti Devleti/ni (UPD)- : Esnaflar, "kolluk kuvveti"; muhtarlar, "muhbir"; 'milliyetçi', "mukaddesatçı" kitle "akıncı"; A.B.D'nin Vahşi Batı'sından devşirilen "ödül" ile bütün toplum, "ödül avcısı"; resmi söyleme muhalefet edenler, 'işbirlikçi', 'hain' vb.

Resmi söylemi -bu kan kokan nefretengiz retoriği- dolaşıma sokup kavramsallaştırma pratiği icra eden kalemşorların, şu, kendini kaçınılmazcasına, yırtarcasına, göze sokarcasına sordurduğu soruyu kendilerine sormaları ve azıcık zihinsel çağrışımlarını, tahayyüllerini düşünmeleri beklenir. Yönetici elitin kuramsal, ideolojik çerçevesini çizdiği 'Yeni Türkiye'nin "görev dağılımı" ve "tarif"lerle habitatımız olan ülkeye bakılınca nelerin olabileceğini, burada yaşayanları nelerin beklediğini "görmek" için işin uzmanı olmaya gerek olmadığı kanaatindeyim.

Her toplumun fay hatları vardır; bunların kaşınıp beslenmesi, belleğin ideolojik tarihyazımıyla tahrip edilip "şimdi"nin fantastik şekilde kurulması, "olgu"dan uzaklaştırır ve fay kırıklarını derinleştirir. Üst yapının ve/veya kuramın olguyla örtüşmesi, toplumsal ahengin olanağını yaratır; aralarındaki makasın açılması oranında artar kan, kin, nefret, vahşet... Bunların toplamıysa Ortadoğu ülke(cik)lerinde her gün tanık olunan görüntülerde somutlaşan 'hayat'tır.

Devletin şimdiki güncel  hedefi, özelinde Kürt Hareketi genelinde Kürt halkı ve "tarif"e uymayan ve/veya sığmayan Türkiye halklarıdır. Devletin karşısına alıp meclisin dışında tutulmasını talep ettiği yapının PKK ve/veya KCK ile özdeşleştirilmesi, ideolojik bir maniplasyon olarak okunabilir; çünkü mazisi binlerce yıla dayanan Mezopotamya'nın kadim halklarından biri olan Kürtler, Osmanlı ve Cumhuriyet döneminde onlarca kez ayaklanmıştır. Türkiye'de yaşayan halklardan biri olan Kürtler'in -eşzamanlı diğer halkların da- meşru talepleri, devletçe ezilerek bastırılmıştır. Devletin bastırma pratikleri, "Hareket"i güçlendirmiş, güçlendirdikçe de meclisten yerel yönetimlere, STK'lardan silahlı gruplara, medyadan Türkiye dışında onlarca temsilciliği olan devasa bir networke/ağa/yapıya dönüşmesine ivme kazandırmıştır. (Ki, bu yapının da homojen, tek sesli olduğu söylenemez.) Kürt Hareketi içinde, daha spesifik bir anlatımla KCK (Koma Civakên Kurdistan/Kürdistan Toplulukları Birliği) içinde olmayan irili ufaklı pek çok Kürdistanî, İslamî, devletçi girişimler ve/veya oluşumlar (da) mevcuttur. Bunlarla "Hareket" arasındaki çatışmalarsa yıllardır devam etmekte.

Erdoğan, ki devlet, artık kendisinde -lider kültünde cisimleşmiş bir "simge"dir-, 6 milyon seçmen iradesinin, temsili demokrasi sisteminde meclisin dışına itilmesini talep ediyor; talep etmekle kalmıyor, 'milli irade' kavramının içini boşaltıp kendisiyle doldurarak "Meclis'te terörist istemiyoruz!" sloganı/nı attırabiliyor. Slogan atılırken konuşmasına ara verip seslerin ve/veya resmi retoriğin dolaşıma girmesine imkân sağlıyor. Cumhurun başı olan kişinin böylesi bir bölücülüğe tepki göstermesi beklenirken bilakis yol açması manidar ol/ma/sa gerek.

Sınırlarının içinde ve dışında çok cepheli yeni bir savaşın eşiğine emin adımlarla taşınan, getirilen Türkiye'de halkın sağduyusu, "kitlelerin bilgeliği" ile buna "Dur!" diyecek olgunluğa yeterince sahip midir? 1990'larda Meclis'ten yaka paça atılan vekiller mi bölücü, kitleleri ve taleplerini, iradelerini yok sayan yönetim ve maniple ettiği linçsever kancıl kitle ile azmettiriciler/i mi?

Durup soru sormak zamanı, bıkmadan, usanmadan. Cevaplar değişmiyor, kimin nerede ne söyleyeceğini, söylediğini daha duymadan, okumadan a priori biliyoruz; o nedenle zihinler cevaplara kapalı. Yalnızca sorular soralım; çünkü ancak soru karşısında düşünmeye başlar zihin ve bununla özgürleşirken cevaplar zihni esaret altına alır.

Sorumluluk bilinciyle hareket ederek hak ve adalet kavramlarını fikri kategoriden olgusal düzleme taşıyacak iradeyi gösterme zamanı. Şehitlik kültü, vatan toprağı hamaseti, namus vb. retorikleriyle gasp edilmiş, edilen, edilmekte olan ve böyle giderse kaçınılmazcasına edilecek olan bir hayat, ülke, gelecek... İsteyip istemediğimizi soralım -rengimiz ne olursa olsun- her birimiz ısrarla.

Devletin ideolojik olarak kanırtıp derinleştirdiği sorunlar, toplumsal barış için tehdittir. Seçim kampanyasının "namus" üzerine inşa edilmesi anakronik bir kavrama sarılmak olarak değerlendirilebilir. Burada "birlikte yaşam", "bin yıllık kardeşlik" vb. retoriklere rağmen ayrımcılık yapılmakta, yapılmakla kalınmayıp beslenip büyütülmekte devlet ekabirlerince. "Türkiye'deki milliyetçi ideolojinin -birçok başka ülkede olduğu gibi- vatanı, kadın bedeniyle ve özellikle annelik ile özdeşleştirmesi ve düşman imgesini "namahreme el uzatan" üzerinden kurması, "ulusun çocuklarına biçilen vazifeyi" de tanımlamıştır. (...) Türk ve Müslüman olmayan "üvey çocukların ("mutlak kötüler") ihaneti"nden haberdar olmalı; gerekeni yapmalıdırlar."5   "Gereken"in ne olduğu, yakın tarihe bakılarak görülebilir. "Üvey çocuk"lara yöneltilen nefret, ayrımcılığı derinleştirmekte. İslamcı ideolojiyle dünyaya bakanların 'Batı'yı sıklıkla "İslamofobi" ile itham etmesi, zenofobinin nesnesi haline getirdikleri Kürtler üzerinden bunu beslemelerinin ne anlama geldiğini soralım sadece ama ısrarla! "(...) Müslüman düşmanlığını yine "kültürel ayrım" noktasında kuran İslamofobi de kültürel ırkçılığın başka bir biçimi addedilebilir. (...) Kürt düşmanlığı ile İslamofobinin kültürel ırkçılığın farklı toplumsal bağlamlarda ortaya çıkan iki ayrı biçimi olduğu söylenebilir."6

Heidegger'in "Felsefe Nedir?" kitabındaki "Değişim, aynı olanda birleşmenin garantisidir." sözü, ırkçılık, milliyetçilik, yabancı düşmanlığı, faşizm, ötekileştirme, nefret söylemi vb. kavramlarının ve sonucu olan politikaların artık mazide kaldığını iddia etmemize izin vermez. Kılık değiştirerek özünü muhafaza eder: "Günümüzde ırkçılık kavramı biçim değiştirerek sadece genetik/biyolojik farklılıklar üzerinden kurulan sistematik ve açık iktidar ilişkisini değil, aynı zamanda kültürel farklılık ve özcülük temelinde oluşturulan dışlama ve ezme pratiklerini de içeren bir kapsama sahip olmuştur."7

20.yüzyıldaki ırkçılık, 'öteki' üzerinde kurulan tahakküm ve pratikler, belleğimizde henüz canlılığını muhafaza etmekte. Bu politikaları besleyen retoriklerin nasıl bomba etkisine sahip olduğunu defalarca yaşayarak deneyimlemiş bir halkın fertleri olarak daha özenli olmak, birlikte yaşam(an)ın bizlere yüklediği sorumluluk olsa gerek.

Kitleler, iktidarca, bütün ideolojik araçlar kullanılarak esir alınmaya çalışılmaktadır. Gündelik meşguliyetleri nedeniyle bunları analiz etmeleri değil, görmeleri beklenir; dolaşımdaki retoriklerle beslenirler ve "kitlelerin bilgeliği" böylece doğar. Türkiye'de "kitlelerin bilgeliği", ne yazık ki yeterince tecelli etmez; çünkü dolaşımdaki seslerin heterojen olduğu söylenemez. Hülasa, bugünün yargılanması, aynı zamanda bugün/de yaşayan bizlerin de yargılanmasıdır. Bugünü yargılayanın yargısına içkindir kendi/ni yargılaması. Yarın, "Aldatıldım!", "Güvendim!", "İnandım!" vb. gerekçelerle "Yaşasın yeni Kral!" korosunda solist olmak, yapılan zulüm(ler)e ortaklıktır. Statükonun paradigmasına iman ederek iktidarın ideolojik aygıt orkestrasındaki saz sanatçıları gibi 'şef'in yönetiminde bütün sesleri boğup bastıran tek sesli besteyi öttürmek/seslendirmek, iktidarın "cellat" rolünü icra etmektir.

Osmanlı, iki ayrıı ağacın dallarını armasında kullanarak kendini ifade eder: Meşe, köklülüğünü; zeytin, barışçılığını simgeler. Osmanlı geleneğinden beslendiğini, taşıyıcısı, yaşatıcısı olduğunu iddia eden bir siyasi oluşumun kandar, nefretengiz, "Zeitgeist"a aykırı mürteci retoriklerle sorunu tedavi etmesi beklenemez. Politikalarının, olsa olsa yarayı kanırtıp kanattığı, bunun da iyileşme imkânını ortadan kaldırdığı söylenebilir. Çabamız, yaranın kabuk bağlaması ve ardından canlı hücrelerin bölünerek yaranın kapanmasına katkıda bulunmaya yöneldiği koşulda yaşama hizmet edebilir. Zaman, Greklerin "Zaman, en iyi ilaçtır." sözüne, kendimizi, yaşamı, eylemlerimizle savunarak bırakmak zamanıdır. Savunmanın entelektüelcesi, (onun) erdemine sahip olup "parrhesia" ile yani "hakikati söylemek" ilkesiyle konuşabilmektir.

Erdoğan'ın ve partisinin, karşısında olduğu 'Kemalizm'e teslim olması (Kulakların çınlasın 
Heidegger!), Cenk Saraçoğlu'nun öğretici, uyarıcı, düşündürücü, değerli çalışmasındaki sözleri, olup bitenleri (Kürtler'e yönelik linç girişimleri, HDP'yi Meclis dışında bırakma, 'yerlilik', 'millilik' retorikleri), oldukça anlaşılır hale getirmekte: "Konuşan baskın olarak klasik "Kemalizm" olduğunda, duyulan açık Kürt düşmanı bir ırkçılık değil asimilasyonculuk; düşmanlaştırılan da bir etnik grup olarak Kürtler değil "dış güçler" veya Kürt siyasi hareketi olacaktır."8

Yazılamayı, ikisi negatif altısı pozitif tanım/lama ile bitirelim. "Entelektüel erdem/i" kavramına ilişkin ileri sürülen tezler ve/veya tanımlar, entelektüel sorumluluk olarak görülmekte ve konu alana dair, tartışılması ümit edilerek, mütevazı bir katkı olarak değerlendirilmesi amaç/lanmaktadır.

I.
Entelektüel erdem, mazinin, tarihsel vicdan tarafından yargılanmış konularına, olaylarına dair tavır alıp arınmış, elenmiş, rafine edilmiş retorikleri, yargıları, hakikatleri yeniden elemek değildir.

II.
Entelektüel erdem, "Onlar ki gözleri vardır görmez..." ayetindeki metaforun nesnesi olmamaktır.

III.
Entelektüel erdem, Ermeni Techiri olurken; Yahudiler toplama kampına gönderilirken ve/veya topluca infaz edilirken; Türkiye Kürdistanı'nda binlerce köy yakılırken; ülkenin en güçlü siyasi aktörünce yavrusunu kaybeden ana, miting meydanında yuhalatılırken... çıkıp ses verebilmektir.

IV.
Entelektüel erdem, "550 milli ve yerli vekil" talep edilirken susmadan soru sorabilmektir.

V.
Entelektüel erdem, "şimdi"yi yargılayabilmektir.

VI.
Entelektüel erdem, mevcudun/olgunun ifşasını "parrhesia" ilkesiyle dillendirebilmektir.

VII.
Entelektüel erdem, kitlelere ulaşmanın alternatif yollarını, üsluplarını, dillerini, her şeye rağmen üretebilmek ve maliyetlerini göze alabilmektir.

VIII.
Entelektüel erdem, statüko, ideolojik tarihyazımı ve manipülasyonla olgunun hakikate dönüş(türül)me sürecinde "siyaseten doğruluk"tan arınarak kanaatleri dillendirebilmektir.

V. Metin
Eylül 2015, Ege



Anahtar Kelimeler:
Entelektüel, entelektüel erdem, milli, yerli, milliyetçilik, ırkçılık, ötekileştirme, dışlama, dışlayarak tanıma, İttihat ve Terakki Partisi, AKP, PKK, KCK, HDP, Kemalizm, Erdoğan, II.Abdülhamit, Meşrutiyet, Osmanlı, Cumhuriyet, devlet, parti devleti, lider kültü, şehitlik kültü, ideoloji, parrhesia

Dipnotlar:
1.Neill, A.S. Bir Eğitim Mucizesi, Çev.Güler Dikmen, Hürriyet Yayınları, 1978, İstanbul, s.98
2.Atsız, N. Makaleler III.-IV., Baysan, İstanbul, 1992, S.386 akt.Cenk Saraçoğlu, Şehir, Orta Sınıf ve Kürtler, İletişim, İstanbul, 2014, s.61
3.Korkud, S. "Öç Türküsü", Çocuk Dünyası, No.36, 1329(1913) akt.C.Okay, Meşrutiyet Dönemi Çocuk... S.45 akt.G.G Öztan, Türkiye'de Çocukluğun Politik İnşası, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2011, s.52
4.Elöve, A.U. Çocuklarımıza Şiirler, İstanbul, 1959, S.41-44 akt.G.G Öztan, Türkiye'de Çocukluğun Politik İnşası, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2011, s.50
5.Öztan, G.G. Türkiye'de Çocukluğun Politik İnşası, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2011, s.54
6.Saraçoğlu, C. Şehir, Orta Sınıf ve Kürtler, İletişim, İstanbul, 2014, s.177
7.Gilroy, P. There Ain't No Black in the Union Sack: the Cultural Politics of Race and Nation, Hutchinson, London, 1987 p.60 akt. Cenk Saraçoğlu, Şehir, Orta Sınıf ve Kürtler, İletişim, İstanbul, 2014, s.176
8.Saraçoğlu, C. Şehir, Orta Sınıf ve Kürtler, İletişim, İstanbul, 2014, s.28







Hiç yorum yok:

Yorum Gönder