Entelektüel Erdem/i Üzerine
"Ben,
yüzbinlerce boynu eğik, yaltaklanan, kuyruk sallayan köpek gördüm,
Tempelhof'ta, Berlin'de yıl 1935'ti, büyük eğitimci Hitler, buyruklarını
veriyordu."1 A. Neill
Bu yazılamada, önümüzdeki güncel sorunlar ve/veya olaylar, yüz yıl
öncesinin retoriklerine, politikalarına bakılarak anlaşılır kılınmaya çalışılacak.
Bu amaçla özellikle II.Meşrutiyet ile birlikte dolaşıma fütursuzca sokulan
"milliyetçilik" anlayışı, politikaları ve sonuçları tartışma konusu
edilerek -bir tür sondajlamayla ifşa edilerek- tarihin "tekerrür"
yüzünün tehlikelerine dikkat çekilerek genelinde bireysel ve toplumsal,
özelinde entelektüel sorumluluk, çeşitli tezlerle tartışma konusu edilecektir.
Akıl yürütme yollarından biri olan analojide sonuçlar, yargılar
kategorik (zorunlu) değil, özü ya da doğası gereği hipotetiktir (koşullu). Burada
yüz yıl öncesiyle "şimdi" arasında bağlamsal olarak çeşitli
analojiler yapılarak kimi tezler ileri sürülecektir; tezler, kurulan ilişkiler,
benzerlikler, yineleyerek belirtmek gerekirse, hipotetiktir; olması ve/veya
gerçekleşmesi, en azından bu satırları klavyeye alan fakir tarafından arzu
edilmemektedir.
1 Kasım 2015 seçimlerine giderken "1990 görünümlü 1930 model ucube
parti devleti"nin 2015'teki icraatlarını, yakın zamandaki politikalarını
sosladığı retorikleriyle 20 Eylül 2015'te Yenikapı Miting Meydanı'nda verdiği
'aile' fotoğrafı, üzerinde düşünülmeye değer bir fenomendir. Bize düşen
sorumluluklardan biri, de javu dedirten bu fenomeni anlamaya çalışmak olsa
gerek. "Teröre Karşı Tek Ses" adı verilen mitingde dörtyüz bin Türk
Bayrağı dağıtıldı. Protokol sırasına göre Cumhurbaşkanı, Meclis Başkanı ve (Sabık)
Başbakan katıldılar.
Parti Devleti(ni)n seçim mitingi içeriğindeki -formu/biçimi farklı olsa
da- gövde gösterisinde Erdoğan "550 yerli ve milli vekil" talep etti
ve yine günlerce, aylarca, yıllarca sürecek bir tartışma da yaratarak bu
alandaki başarısını bir kez daha rakipsizce göstermiş oldu.
Erdoğan'ın sürekli rövanş almaya çalıştığı İttihat ve Terakki Partisi ve
onun kimi tarihçilerce 'B Takımı' olduğu iddia edilen Cumhuriyet'in kurucu
kadrosunun politikalarına can simidi niyetine sarılması, Bizans-Osmanlı-Cumhuriyet
ekseninde çok 'istikrarlı' bir aksın varlığına işaret ettiği hatta buna teslim
olduğu iddia edilebilir.
Jön Türkler tarafından "Meşruti Monarşi" için darbeyle tahta çıkarılan
II.Abdülhamit, "Zeitgeist"a gösterdiği direnç nedeniyle yine darbeyle
indirilir. Darbeyle gelip darbeyle giden 'iktidar' geleneği II.Abdülhamit örneğinde (de) yaşamış/yaşatılmıştır.
32 yıllık iktidarının rengi hala tartışma konusudur ve güncelliğini hayatımıza
sinen politikaları/yla korumaktadır. Rejimin ilk iki yılı 1.Meşrutiyet olarak
adlandırılır. Anayasa'nın kendine/Padişaha verdiği yetkiyi kullanarak meclisi
lağv eder. 30 yıl askıya alınan Meşrutiyet, darbenin ardından yeniden ilan
edilir: II.Meşrutiyet. 1908'de Meclis-i Mebusan, toplanır. Bu coğrafyanın gördüğü
temsili en güçlü meclis olduğu, kimi tarihçi ve siyaset bilimcilerce sıklıkla
dillendirilir.
Osmanlı'nın bütün bileşenlerini temsil ede(bile)n meclis, içerideki ve dışarıdaki
heyecanın dinamikleriyle ömrünü çoktan tamamlamış Osmanlı'yı yaşatmaya çalışır;
oysa "metal yorgunluğu" kendini o kadar çok mecrada göstermiştir ki,
"sonrası"nın karanlıklığı, panik halinde, enine boyuna düşünülmeden
politikalar üretip bunlara angaje olarak kangrene dönüşmüş sorunları çözmeye
çabalayanlarca görülmez; bütün çabalar nafiledir artık. Osmanlı için her şey
suni teneffüstür. Ölüm, büyük, yaşlı, dallı budaklı bir "meşe" olan
Osmanlı'nın dallarından başlayan kuruma(sı)nın köklerine sirayeti onlarca yıl
alır. Ölüm/ü, uzun sürer. Çabaların nafile olduğunu hiç şüphesiz romantikler
-mesela Enver Paşa- gör(e)mez; oysa gözündeki anakronik perdeyi atıp olguya
bakabilenler için kral çıplaktır, üstelik uzun zamandır.
Osmanlı'nın kurtuluşu, tedavisi
-çünkü hasta olduğu herkesçe malumdur- için meşeye zerk edilmeye çalışılan
Osmanlıcılık, İslamcılık, Turancılık ve sonunda Türkçülük de işe yaramaz(?)
Çember, dıştan içe hızla daralmaktadır. İmparatorluğun nüfusu 1/4'e iner; bu
oran, yaklaşık 10-11 milyon nüfusa karşılık gelir. Kalanın/ın yaklaşık 2/5'i de
İslam-dışı toplumlardan, halklardan oluşur. Elde kalan son 'ilaç' Türkçülük ile
zamanla onlardan da kurtulunacaktır: 1909 Kilikya(Adana) Katliamı, 1915 Ermeni
Techiri, Nüfus Mübadelesi, Trakya Olayları, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül 1955
Olayları ve sayamayacağımız daha nice örnek.
Daralan çemberin merkezinde bırakılan/kalan "Türk-çü-lük",
kurucu kimliğinden ötürü baskılanmış, uzun yıllar geri plana itilmiştir; o
nedenle "Türk Milliyetçiliği"nin gecikmiş bir milliyetçilik olduğu
savlanır sıklıkla. (1831'de Yunan kimliğinden söz edilebilirken Türklük için
daha onlarca yılın geçmesi, çemberin kaçınılmazcasına daral(tıl)ıp merkezin açığa
çıkması/nı beklemek gerekir.
1908'de tahttan indirilen II.Abdülhamit ile bir devir artık kapanmış
-ama "darbe" ile kapatıldığını unutmamak gerek-
"Hürriyet(!)" gelmiştir. Osmanlı da tıpkı çağdaşları gibi
"Anayasal Krallık" (Meşruti Monarşi) ile yönetilmeye başlamış,
rejimini değiştirmiştir.
Daralan çember, "Türkçülük"e sarılmayı, "siyaseten doğru"
ilkesiyle zorunlu hale getirir ve İstanbul'un Fethi kutlanmaya başlanır; tarih
1908'dir. 1909 Kilikya Katliamı, 1911 Trablusgarb Savaşı, 1912 Balkan Savaşı,
Büyük Paylaşım'dan "1 koyup 3 almak" sevdalılarının kaçınılmaz sonla
yüzleştiklerinde 1915 Ermeni Techiri ve Kurtuluş Savaşı. İttihat ve Terakki'nin
İmparatorluğu batıran -ölümünü hızlandıran- 'A Takımı'ndan boşalan siyasi
arenanın daha gerçekçi 'B Takımı' -Kemalistler- tarafından doldurularak
Cumhuriyet'in ilanı.
Saltanat, komitacı devrimcilerce sorunun ana müsebbibi olarak telakki
edilir. Onlara göre biçim ya da taht değişince her şey sihirli bir değneğin
dokunuşuyla iyileşecektir. Ancak bu, romantizm tarafından gerçeğe
körleş(tiril)enlerin tutumu olabilir/di.
Türkçü, milli, milliyetçi, yerli, vatan vb. kavramları hızla dolaşıma
sokulur. 1911'de, Trablusgarb Savaşı'nda, Batılı ülkelerle -Almanya, Fransa, İngiltere-
kıyaslanamayacak, etkisi ve gücü sınırlı İtalya'ya yenilmek fikri temelleri
yeni atılan milliyetçiliğin/Türkçülüğün "nefret söylemi" ile beslenip
güçlendirilmesi için vesile olarak kullanılır, değerlendirilir. 1912 Balkan
Savaşı ile birlikte milliyetçi nefret söylemi zirve noktasına çıka(rılı)r.
Toplumda yüksel(til)en, Çanakkale'de somutlaşıp dile gelen ve hala
methiyeler düzülen "milliyetçi ruh", resmi ideoloji olarak başta okul
çocukları olmak üzere bütün topluma zerk edilerek kuramsal bir boyut kazanır.
(Zenofobik retoriklerin -iç/dış mihrak/lar- hala iş görmesine, ideolojik bir
enstrüman olarak kullanılmasına şaşırmamak gerek. Çünkü toplumsal bellek,
zenofobik retorikler ve pratikleriyle zehirlenerek karartılmış, zihinler, değerlendirme
yeteneği olarak muhakemelerse iğdiş edilmiştir. Resmi söylem, sıklıkla
Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı'na atıfta bulunarak milliyetçiliği konsolide edip
canlı tutar ve bunun zorunlu sonucu olarak da zenofobi, nesneleri güncellenerek
canlı tutulur.
1 Kasım 2015'e giderken 1908 ile başlayan söylemlerin, uygulamaların
benzerlerini 20 Eylül'deki mitingde işitmek, tek kelimeyle kan dondurucu,
"Kan dondurucu" deyimi, sanırım, şu alıntıda ifadesini 'çok iyi'
bulmakta:
"(...)
Yüzde yüz çoğunlukta olsalar bile Türkiye'nin herhangi bir bölgesinde devlet
kurma hayalleri hayal olarak kalacaktır. (...) onun için Türk milletinin başını
belaya sokmadan kendileri de yok olmadan çekip gitsinler. Nereye mi? Gözleri
nereyi görür, gönülleri nereyi çekerse oraya gitsinler. (...) Türk ırkının aşırı
sabırlı olduğunu fakat ayranı kabardığı zaman 'Kağan Arslan' gibi önünde
durulmadığını arkadaşları Ermeniler'e sorarak öğrensinler de akılları başlarına
gelsin."2
Yenikapı'daki dörtyüz bin bayrağın yetmediği yüzbinlerce insanın katılımıyla
gerçekleşen mitingde millet vurgusu, bu vurgunun "lider kültü"nde
cisimleşmesi, yanında olmayanların 'gayri milli' ilan edilmesi, vatan toprağı,
bayrak, din, Kuran-ı Kerim, "Allahu Ekber!" nidaları... bir tür
"patlayıcı" olarak 1 Kasım'ı ve sonrasını tehdit eden bir bombaya
dönüşmekte Erdoğan'ın ve temsil ettiği Ucube Parti Devletin/in
(UPD) elinde. Yukarıda anılan "çember" metaforuyla nesnesi sürekli
güncellenen öfke, nefret ve kin, Türkiye halkını -de facto halklarını da- ve
dünyayı "milli" -"gayri milli" dikotomisine sıkıştırdığı
gibi kimliğinin de "kurucu ide"sine dönüşür fiilen. Bunun
psiko-sosyo-ideolojik sonucu Kemalistlerle birlikte "Bir Türk dünyaya
bedeldir.", "Türk'ün Türk'ten başka dostu yoktur."a, oradan
"Her Türk asker doğar."a dönüşen uzun yolun taşları döşenir. Bu
"taş"lardan ikisini hatırlayarak düşünmemize, kritiğimize, yazılamamıza
devam edelim:
Öç Türküsü
Türk
yavrusu, artık uyan!
Düşmanların
Bulgar, Yunan...
Ellerinde
nazlı anan,
Öç almaya
çağırıyor
Kurtar diye
bağırıyor
Mini mini
Türk yavrusu!
Altınordunun
yavrusu
Yunan,
Bulgar... Düşmanındır
Ocağını yıkan
onlar
Kardeşini
boğan onlar
Öç almayı
unutma sen
Bil ki
kinin imanındır.3
Cenge
Giderken
Ahdim
olsun, alayım milletimin öcünü
Ölmeyeyim,
öldürmeden ikisini, üçünü.4
...
Yüzyıl başında -19.yy.- "Türk"
ve/veya "Müslüman" kimliği dışındakiler makbul değilken -ki akıbetleri
hepimizce malum- şimdi, Cumhuriyet'in günümüzdeki ucube modeliyle (de) -Erdoğan'ın
yineleyerek tarif ettiği- "Tek din, tek dil, tek devlet"e sığ(dırıl)mayan
Kürtler hedeftir. Kürtler 'ırk'tan; 'Ali'siz Aleviler', 'din'den; 'Ali'li Aleviler',
'mezhep'ten "sınıf"ta bırakılmakta; resmi ideolojinin vizesinden
mahrum bırakılmaktalar. Algı yönetimiyle resmi ideolojinin hamaset ideologlarınca
yeniden üretilen "bölücülük"le, vize verilmeyen gruplar, projeksiyon
yoluyla etiketlenip 'milliyetçi' güruhlara hedef gösterilmekte; Türkiye'nin
kültüründen kürtaj edilme pratikleri icra edilmekte; devletin ve taşıyıcılarının
"zinde" kalmaları sağlanmakta; resmi ideolojiyi somutlaştıran
politikalar, çerçeve kalanlara ve/veya bırakılanlara her gün verilen "ayar"larla
sür(dürül)mekte.
"1990 görünümlü 1930 model ucube parti devlet/i" (UPD), en üst
temsille birlik, beraberlik çağrısı yapmakta, diğer yandan kendi tarifine
uymayanların meclisteki temsilinin engellenmesini talep etmekte. Bunun için
'sivil' kuvvetleri ideolojik olarak tarif ederek kuramsal çerçevesini (de) inşa
eder 'Yeni Türkiye'yi -Ucube Parti Devleti/ni (UPD)- : Esnaflar, "kolluk
kuvveti"; muhtarlar, "muhbir"; 'milliyetçi', "mukaddesatçı"
kitle "akıncı"; A.B.D'nin Vahşi Batı'sından devşirilen "ödül"
ile bütün toplum, "ödül avcısı"; resmi söyleme muhalefet edenler,
'işbirlikçi', 'hain' vb.
Resmi söylemi -bu kan kokan nefretengiz retoriği- dolaşıma sokup
kavramsallaştırma pratiği icra eden kalemşorların, şu, kendini kaçınılmazcasına,
yırtarcasına, göze sokarcasına sordurduğu soruyu kendilerine sormaları ve azıcık
zihinsel çağrışımlarını, tahayyüllerini düşünmeleri beklenir. Yönetici elitin
kuramsal, ideolojik çerçevesini çizdiği 'Yeni Türkiye'nin "görev dağılımı"
ve "tarif"lerle habitatımız olan ülkeye bakılınca nelerin olabileceğini,
burada yaşayanları nelerin beklediğini "görmek" için işin uzmanı
olmaya gerek olmadığı kanaatindeyim.
Her toplumun fay hatları vardır; bunların kaşınıp beslenmesi, belleğin
ideolojik tarihyazımıyla tahrip edilip "şimdi"nin fantastik şekilde
kurulması, "olgu"dan uzaklaştırır ve fay kırıklarını derinleştirir.
Üst yapının ve/veya kuramın olguyla örtüşmesi, toplumsal ahengin olanağını
yaratır; aralarındaki makasın açılması oranında artar kan, kin, nefret,
vahşet... Bunların toplamıysa Ortadoğu ülke(cik)lerinde her gün tanık olunan
görüntülerde somutlaşan 'hayat'tır.
Devletin şimdiki güncel hedefi,
özelinde Kürt Hareketi genelinde Kürt halkı ve "tarif"e uymayan
ve/veya sığmayan Türkiye halklarıdır. Devletin karşısına alıp meclisin dışında
tutulmasını talep ettiği yapının PKK ve/veya KCK ile özdeşleştirilmesi,
ideolojik bir maniplasyon olarak okunabilir; çünkü mazisi binlerce yıla dayanan
Mezopotamya'nın kadim halklarından biri olan Kürtler, Osmanlı ve Cumhuriyet döneminde
onlarca kez ayaklanmıştır. Türkiye'de yaşayan halklardan biri olan Kürtler'in
-eşzamanlı diğer halkların da- meşru talepleri, devletçe ezilerek bastırılmıştır.
Devletin bastırma pratikleri, "Hareket"i güçlendirmiş, güçlendirdikçe
de meclisten yerel yönetimlere, STK'lardan silahlı gruplara, medyadan Türkiye dışında
onlarca temsilciliği olan devasa bir networke/ağa/yapıya dönüşmesine ivme
kazandırmıştır. (Ki, bu yapının da homojen, tek sesli olduğu söylenemez.) Kürt
Hareketi içinde, daha spesifik bir anlatımla KCK (Koma Civakên
Kurdistan/Kürdistan Toplulukları Birliği) içinde olmayan irili ufaklı pek çok
Kürdistanî, İslamî, devletçi girişimler ve/veya oluşumlar (da) mevcuttur.
Bunlarla "Hareket" arasındaki çatışmalarsa yıllardır devam etmekte.
Erdoğan, ki devlet, artık kendisinde -lider kültünde cisimleşmiş bir
"simge"dir-, 6 milyon seçmen iradesinin, temsili demokrasi sisteminde
meclisin dışına itilmesini talep ediyor; talep etmekle kalmıyor, 'milli irade'
kavramının içini boşaltıp kendisiyle doldurarak "Meclis'te terörist
istemiyoruz!" sloganı/nı attırabiliyor. Slogan atılırken konuşmasına ara
verip seslerin ve/veya resmi retoriğin dolaşıma girmesine imkân sağlıyor.
Cumhurun başı olan kişinin böylesi bir bölücülüğe tepki göstermesi beklenirken
bilakis yol açması manidar ol/ma/sa gerek.
Sınırlarının içinde ve dışında çok cepheli yeni bir savaşın eşiğine emin
adımlarla taşınan, getirilen Türkiye'de halkın sağduyusu, "kitlelerin
bilgeliği" ile buna "Dur!" diyecek olgunluğa yeterince sahip
midir? 1990'larda Meclis'ten yaka paça atılan vekiller mi bölücü, kitleleri ve
taleplerini, iradelerini yok sayan yönetim ve maniple ettiği linçsever kancıl
kitle ile azmettiriciler/i mi?
Durup soru sormak zamanı, bıkmadan, usanmadan. Cevaplar değişmiyor,
kimin nerede ne söyleyeceğini, söylediğini daha duymadan, okumadan a priori
biliyoruz; o nedenle zihinler cevaplara kapalı. Yalnızca sorular soralım; çünkü
ancak soru karşısında düşünmeye başlar zihin ve bununla özgürleşirken cevaplar
zihni esaret altına alır.
Sorumluluk bilinciyle hareket ederek hak ve adalet kavramlarını fikri
kategoriden olgusal düzleme taşıyacak iradeyi gösterme zamanı. Şehitlik kültü,
vatan toprağı hamaseti, namus vb. retorikleriyle gasp edilmiş, edilen,
edilmekte olan ve böyle giderse kaçınılmazcasına edilecek olan bir hayat, ülke,
gelecek... İsteyip istemediğimizi soralım -rengimiz ne olursa olsun- her
birimiz ısrarla.
Devletin ideolojik olarak kanırtıp derinleştirdiği sorunlar, toplumsal
barış için tehdittir. Seçim kampanyasının "namus" üzerine inşa
edilmesi anakronik bir kavrama sarılmak olarak değerlendirilebilir. Burada
"birlikte yaşam", "bin yıllık kardeşlik" vb. retoriklere rağmen
ayrımcılık yapılmakta, yapılmakla kalınmayıp beslenip büyütülmekte devlet
ekabirlerince. "Türkiye'deki milliyetçi ideolojinin -birçok başka ülkede
olduğu gibi- vatanı, kadın bedeniyle ve özellikle annelik ile özdeşleştirmesi
ve düşman imgesini "namahreme el uzatan" üzerinden kurması,
"ulusun çocuklarına biçilen vazifeyi" de tanımlamıştır. (...) Türk ve
Müslüman olmayan "üvey çocukların ("mutlak kötüler")
ihaneti"nden haberdar olmalı; gerekeni yapmalıdırlar."5 "Gereken"in ne olduğu, yakın
tarihe bakılarak görülebilir. "Üvey çocuk"lara yöneltilen nefret, ayrımcılığı
derinleştirmekte. İslamcı ideolojiyle dünyaya bakanların 'Batı'yı sıklıkla
"İslamofobi" ile itham etmesi, zenofobinin nesnesi haline
getirdikleri Kürtler üzerinden bunu beslemelerinin ne anlama geldiğini soralım
sadece ama ısrarla! "(...) Müslüman düşmanlığını yine "kültürel ayrım"
noktasında kuran İslamofobi de kültürel ırkçılığın başka bir biçimi
addedilebilir. (...) Kürt düşmanlığı ile İslamofobinin kültürel ırkçılığın
farklı toplumsal bağlamlarda ortaya çıkan iki ayrı biçimi olduğu
söylenebilir."6
Heidegger'in "Felsefe Nedir?" kitabındaki "Değişim, aynı
olanda birleşmenin garantisidir." sözü, ırkçılık, milliyetçilik, yabancı
düşmanlığı, faşizm, ötekileştirme, nefret söylemi vb. kavramlarının ve sonucu
olan politikaların artık mazide kaldığını iddia etmemize izin vermez. Kılık değiştirerek
özünü muhafaza eder: "Günümüzde ırkçılık kavramı biçim değiştirerek sadece
genetik/biyolojik farklılıklar üzerinden kurulan sistematik ve açık iktidar
ilişkisini değil, aynı zamanda kültürel farklılık ve özcülük temelinde
oluşturulan dışlama ve ezme pratiklerini de içeren bir kapsama sahip
olmuştur."7
20.yüzyıldaki ırkçılık, 'öteki' üzerinde kurulan tahakküm ve pratikler,
belleğimizde henüz canlılığını muhafaza etmekte. Bu politikaları besleyen
retoriklerin nasıl bomba etkisine sahip olduğunu defalarca yaşayarak
deneyimlemiş bir halkın fertleri olarak daha özenli olmak, birlikte yaşam(an)ın
bizlere yüklediği sorumluluk olsa gerek.
Kitleler, iktidarca, bütün ideolojik araçlar kullanılarak esir alınmaya
çalışılmaktadır. Gündelik meşguliyetleri nedeniyle bunları analiz etmeleri değil,
görmeleri beklenir; dolaşımdaki retoriklerle beslenirler ve "kitlelerin
bilgeliği" böylece doğar. Türkiye'de "kitlelerin bilgeliği", ne
yazık ki yeterince tecelli etmez; çünkü dolaşımdaki seslerin heterojen olduğu
söylenemez. Hülasa, bugünün yargılanması, aynı zamanda bugün/de yaşayan
bizlerin de yargılanmasıdır. Bugünü yargılayanın yargısına içkindir kendi/ni
yargılaması. Yarın, "Aldatıldım!", "Güvendim!", "İnandım!"
vb. gerekçelerle "Yaşasın yeni Kral!" korosunda solist olmak, yapılan
zulüm(ler)e ortaklıktır. Statükonun paradigmasına iman ederek iktidarın
ideolojik aygıt orkestrasındaki saz sanatçıları gibi 'şef'in yönetiminde bütün
sesleri boğup bastıran tek sesli besteyi öttürmek/seslendirmek, iktidarın
"cellat" rolünü icra etmektir.
Osmanlı, iki ayrıı ağacın dallarını armasında kullanarak kendini ifade
eder: Meşe, köklülüğünü; zeytin, barışçılığını simgeler. Osmanlı geleneğinden
beslendiğini, taşıyıcısı, yaşatıcısı olduğunu iddia eden bir siyasi oluşumun
kandar, nefretengiz, "Zeitgeist"a aykırı mürteci retoriklerle sorunu
tedavi etmesi beklenemez. Politikalarının, olsa olsa yarayı kanırtıp kanattığı,
bunun da iyileşme imkânını ortadan kaldırdığı söylenebilir. Çabamız, yaranın
kabuk bağlaması ve ardından canlı hücrelerin bölünerek yaranın kapanmasına katkıda
bulunmaya yöneldiği koşulda yaşama hizmet edebilir. Zaman, Greklerin
"Zaman, en iyi ilaçtır." sözüne, kendimizi, yaşamı, eylemlerimizle
savunarak bırakmak zamanıdır. Savunmanın entelektüelcesi, (onun) erdemine sahip
olup "parrhesia" ile yani "hakikati söylemek" ilkesiyle
konuşabilmektir.
Erdoğan'ın ve partisinin, karşısında olduğu 'Kemalizm'e teslim olması
(Kulakların çınlasın
Heidegger!), Cenk Saraçoğlu'nun öğretici, uyarıcı,
düşündürücü, değerli çalışmasındaki sözleri, olup bitenleri (Kürtler'e yönelik
linç girişimleri, HDP'yi Meclis dışında bırakma, 'yerlilik', 'millilik'
retorikleri), oldukça anlaşılır hale getirmekte: "Konuşan baskın olarak
klasik "Kemalizm" olduğunda, duyulan açık Kürt düşmanı bir ırkçılık
değil asimilasyonculuk; düşmanlaştırılan da bir etnik grup olarak Kürtler değil
"dış güçler" veya Kürt siyasi hareketi olacaktır."8
Yazılamayı, ikisi negatif altısı pozitif tanım/lama ile bitirelim.
"Entelektüel erdem/i" kavramına ilişkin ileri sürülen tezler ve/veya
tanımlar, entelektüel sorumluluk olarak görülmekte ve konu alana dair, tartışılması
ümit edilerek, mütevazı bir katkı olarak değerlendirilmesi amaç/lanmaktadır.
I.
Entelektüel erdem, mazinin, tarihsel vicdan tarafından yargılanmış
konularına, olaylarına dair tavır alıp arınmış, elenmiş, rafine edilmiş
retorikleri, yargıları, hakikatleri yeniden elemek değildir.
II.
Entelektüel erdem, "Onlar ki gözleri vardır görmez..."
ayetindeki metaforun nesnesi olmamaktır.
III.
Entelektüel erdem, Ermeni Techiri olurken; Yahudiler toplama kampına
gönderilirken ve/veya topluca infaz edilirken; Türkiye Kürdistanı'nda binlerce
köy yakılırken; ülkenin en güçlü siyasi aktörünce yavrusunu kaybeden ana,
miting meydanında yuhalatılırken... çıkıp ses verebilmektir.
IV.
Entelektüel erdem, "550 milli ve yerli vekil" talep edilirken
susmadan soru sorabilmektir.
V.
Entelektüel erdem, "şimdi"yi yargılayabilmektir.
VI.
Entelektüel erdem, mevcudun/olgunun ifşasını "parrhesia"
ilkesiyle dillendirebilmektir.
VII.
Entelektüel erdem, kitlelere ulaşmanın alternatif yollarını, üsluplarını,
dillerini, her şeye rağmen üretebilmek ve maliyetlerini göze alabilmektir.
VIII.
Entelektüel erdem, statüko, ideolojik tarihyazımı ve manipülasyonla
olgunun hakikate dönüş(türül)me sürecinde "siyaseten doğruluk"tan arınarak
kanaatleri dillendirebilmektir.
V. Metin
Eylül 2015, Ege
Anahtar Kelimeler:
Entelektüel, entelektüel erdem, milli,
yerli, milliyetçilik, ırkçılık, ötekileştirme, dışlama, dışlayarak tanıma, İttihat
ve Terakki Partisi, AKP, PKK, KCK, HDP, Kemalizm, Erdoğan, II.Abdülhamit,
Meşrutiyet, Osmanlı, Cumhuriyet, devlet, parti devleti, lider kültü, şehitlik
kültü, ideoloji, parrhesia
Dipnotlar:
1.Neill, A.S. Bir Eğitim Mucizesi,
Çev.Güler Dikmen, Hürriyet Yayınları, 1978, İstanbul, s.98
2.Atsız, N. Makaleler III.-IV., Baysan, İstanbul,
1992, S.386 akt.Cenk Saraçoğlu, Şehir, Orta Sınıf ve Kürtler, İletişim, İstanbul,
2014, s.61
3.Korkud, S. "Öç Türküsü",
Çocuk Dünyası, No.36, 1329(1913) akt.C.Okay, Meşrutiyet Dönemi Çocuk... S.45
akt.G.G Öztan, Türkiye'de Çocukluğun Politik İnşası, İstanbul Bilgi
Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2011, s.52
4.Elöve, A.U. Çocuklarımıza Şiirler, İstanbul,
1959, S.41-44 akt.G.G Öztan, Türkiye'de Çocukluğun Politik İnşası, İstanbul
Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2011, s.50
5.Öztan, G.G. Türkiye'de Çocukluğun
Politik İnşası, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2011, s.54
6.Saraçoğlu, C. Şehir, Orta Sınıf ve
Kürtler, İletişim, İstanbul, 2014, s.177
7.Gilroy, P. There Ain't No Black in the
Union Sack: the Cultural Politics of Race and Nation, Hutchinson, London, 1987
p.60 akt. Cenk Saraçoğlu, Şehir, Orta Sınıf ve Kürtler, İletişim, İstanbul,
2014, s.176
8.Saraçoğlu, C. Şehir, Orta Sınıf ve
Kürtler, İletişim, İstanbul, 2014, s.28
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder