9 Ağustos 2016 Salı

Bilincin Subreel Halleri Üzerine


Bilincin Subreel Halleri Üzerine
“İnsan, voroluşu gereği bilmek ister.” Aristoteles
İnsanın, canlılık kategorisine paralel ikinci bir dünya ya da çevre oluşturma süreci, ayağa kalkıp kendine sorduğu “Kimim?” “Neredeyim?” “Ne yapıyorum?” sorularını sormasıyla başlar.
İnsan/ın bilinci, bu üç soruya verdiği yanıtlardır bir bakıma; şöyle ki ‘normal’ yani olanın ya da olgunun bilincinde olan kişi, kim olduğunun –pazarcı-, nerede olduğunun –pazarda-, ne yaptığının –domates, biber, patlıcan sattığının– bilincinde olandır. Olgunun psikolojik boyutuysa “gerçeklik algısı” kavramıyla ifade edilir. Yani bir kişi, kim olduğunun, nerede olduğunun, ne yaptığının bilincinde değilse ‘normal’ değildir; İbrahimi dinler açısından cennetliktir; hukuksal açıdansa yaptıklarından sorumlu değildir.
İnsanın insanlaşma süreci, şüphesiz tamamlanmış değildir, sürmektedir; ve bu, belli bir noktası olan yani bitimli bir süreç değildir. Ayağa kalktığı günden bu yana genel anlamda kültür kavramı altında toplayabileceğimiz her şey –bilimler, sanatlar, felsefeler, dinler-, bu üç soruya verilmiş cevaplardır; ve cevaplara her gün yenileri eklenmektedir; uygarlık, cevapların toplamıdır, dünya/mız da.
Başta anılan Aristoteles’in sözü, yazılamasın da gerekçesidir. Yaşananı, yaşadıklarını anlamak, anlamlandırmak, yorumlamak ve de kendine yüklediği sorumluluklar nedeniyle bir yazılamacı kimliğiyle bunları paylaşmak isteyen bir fakir olarak klavyeyi alalım elimize ve bırakalım kendimizi Kronos’a ve Tyke’ye!
Türkiye toplumu, entelektüellerinden pazarcısına, öğrencisinden köylüsüne, sanayicisinden teologlarına varıncaya kadar herkes, ülkenin kangrene dönüşen hastalıklı yapısı için tanılar üretip tedaviler önerme(k) telaşındadır. Hoş, hem tanı hem de tedavi önerilerimiz, kimliklerimizin renginden öte geçmez; içinde bulunduğumuz ve/veya üyesi olduğumuz büyük–küçük kimlik gruplarının PR’ından da öte değildir sıklıkla. Gözlerdeki ve zihinlerdeki perdeler, olguyu anlamlandırmakta çeşitli güçlükler yaratır.
Buradaki sorun iki yönlüdür: ilki, olgunun çok belirli olmaması, hamlığı ya da nonfigüratifliği; ikincisi, bakanın zihinsel hamlığı ile birlikte gözlerindeki perdeler/i. Bu durum, F. Bacon’un putlarında alegorik ifadesini bulur. Hal böyle olunca “anlama” dediğimiz zihinsel pratik, olguyla örtüşmekten –doğruluktan– uzaktır yani doğruluktan. Anlama, tahlil, tanı ve tedavi denen retorikler, propagandadan öte değer taşımaz, taşıyamaz da çünkü bilgi/ler içermiyor.
İnsanın insanlaşma tarihi, kültür ve/veya uygarlık tarihi olduğu kadar bilincinin de tarihidir. Gerçeklik ile ne denli korelatif ilişki içinde olursa, o denli hayatta kalabilir insan; çünkü mevcudu tahlil ederek anlayıp çözümler geliştirebilir. Eğer olguyu anlamıyorsa, yani çağını, yaşadıklarını, hayatta kalamaz. Anlamanın önkoşulu “bilinç”ten ya da zihinsel olgunluktan geçtiğine göre, hayata egemen olmak, F. Bacon’un, yaşadığımız çağın temel düsturlarından biri olan “Bilgi güçtür.” sözü, eğitimi, zihinsel olgunluğu öngerektirir. Yeterli koşul mudur? Şüphesiz hayır. Hoş, şekli akılyürütmeler dışında olgusal düzlemde hiçbir şey yeterli koşul değildir. Yeterli koşul, bir tür tanrı/sal olandır; o da fizikte ya da reel dünyada değildir. Bilincini olguyla örtüşen bilgilerle olgunlaştıranlar hayatta kalmışlar, kalmakla kalmayıp toplum(lar)a ve doğaya egemen olmuşlardır.
Bu varsayımdan hareket ederek iki şey ileri sürülebilir; ilki, yazılamanın amacı yani mevcudu/olguyu anlamak; ikincisi, Türkiye toplumunun, sıklıkla hamasetle soslanmış retoriklerde dile gelen iddiaları/nı gerçekleştir(e)meyecek ya da yeniden üret(e)meyecek olmasıdır. Yazılama, bir anlamda bunun “çünkü” süne yanıt aramaktadır.
Yazılamayla, bilincin reeli kavramaktan uzak olduğunu dillendirmek adına “bilinç” bağlamında “sürrealizm”den, Psikanalizden, Marxizmden, Muhammed Peygamber'den,  Tasavvuftan, Spinoza’dan, Edip Cansever’den… esinlenilerek sub-reel kavramsallaştırılmasına ulaşılmıştır.
 
Bilincin subreel halleri, toplu tımarhaneye dönen, dönüştürdüğümüz bu ülkede/toplumda olup biten ister politik ister sosyal isterse iktisadi olsun, tavır almayı, kimliksel tepkiler dışında olanaksız hale getirmiş durumdadır; buradaysa tepki olgu yerine “ben”ine ve/veya “ötekisi”nedir.
Mevcudu ya da olguyu teorize ederek genel bir çerçeve sunup bunu kavramsallaştırmayı temel amaç edinen bu yazılama, kendi metinsel bağlamı dışında herhangi bir kimlik grubunun ne yanında ne de karşısındadır. Nesne edinilen, anlaşılmak istenilen bir tür ‘bilinç’ halidir. Bu bilinç, belli türden bir gruba ait değildir yani “altkültür” değildir, kitleseldir, yaygındır. Subreel bilinç, bu habitatın “kitle kültürü”ne dönüşmüştür. O nedenle kimin muhafazakâr, kimin liberal, kimin pragmatist, kimin materyalist, kimin idealist olduğu belli değildir. Bunlar, kaldı ki önemini de kaybetmiştir. Bu, yani yaşananlar “karmaşa” değil “kargaşadır"; kaosun matematiğinin işlemediği, doğal olmayan, hayatın diyalektiğinin kötürümleştirildiği, sürdürülebilirliği olmayan, yaşamın, kendi döngüselliğini üretebilecek araçlardan soyularak enendiği bir ‘habitat’!
Bunun neye dönüşeceğini kestirmek iddiası, bir tür mürteciliktir; çünkü 19. yüzyıla aittir. Sonsuzluğun içindeyiz, sonsuz değişkenin rol oynadığı. Neye evrilebileceğini söylemek güç; lâkin olguyu kavramsallaştırarak yaşananları teorize edebiliriz, bunu, varoluşumuz nedeniyle kaçınılmaz şekilde, zaten, yapıyoruz.
2009’dan bu yana bir tür canlı distopya içinde yaşayan, kendisi canlı distopyaya dönüşen bir ülkedir Türkiye. Hiçbir kavramın, kuramın iş görmediği bir tür sanal, reel olmayan yahut bir başka vesileyle sık sık dillendirdiğim bir kavramla “subreel” bir toplum/ülkedir. Çok ironik gelebilecek bu ifade ya da kavram, fiziğin berisidir, bir tür ön fiziktir; yaşamın, kültürün, bilincin "ön” halidir; henüz gerçekleşmemiş, gerçek olmamış, gerçeğe dönüşmemiş “s a n k i” dedirten, “g e r ç e k  o l a m a z” diye düşündür(t)en, “r ü y a   m ı ?” dedirten türden. Kant, “Görüsüz kavramlar boş, kavramsız görüler kördür.” ifadesiyle insan türünün nasıl bildiğine dair oldukça net bir formülasyon üretir, önerir. Türkiye’ye ve olup bitenlere karşı, kendimi, pek çokları gibi “lâl” hissetmemin nedeni, nev-i şahsına münhasırlıktan öte, üretilmiş gerçekliğin, simularklığın berisinde bir örnek olması, yani bir tür subreel halidir. Bu olmamışlık, subreellik, toplumun zekâ, kişilik, sosyal vb. yaşıyla ya da ergenliğiyle de kimilerince ilişkilendirilmekte. Buradaki kavramsallaştırma denemesi, bu, bir tür ötekileştirici, yer yer aşağılayıcı retoriklere saplanmadan düşünmeye gayret etmektir.
Türkiye, Orwell'in 1984 ile Huxley'in Cesur Yeni Dünya adlı distopyalarının ve Campanella'nın Güneş Ülkesi adlı ütopyasının yani ikisi distopya biri ütopya olan üç ütopyanın ya da fantezi ürünü toplum tasarımının bir tür harmanı olarak düşünülebilir. Düşünmemizi, söz konusu ütopyalardan alınan örneklerle çeşitli analojilerle sürdürelim:
        Filozof / Bilge Kral
Erdoğan, yanılmaz olandır. Mitomanik bir lider olduğu, kitlelerin ruhunu gören ve dilediğince giydiren siyasi bir dahi olduğu artık teslim edilmelidir. Erdoğan ve periferisi arasındaki diyalektik Gezi’yle birlikte sona ermiştir. Şimdiye kadarki olanlar uyarıydı, şimdiden sonra, gücün, o kaba sığmazlığı, leviathanlığı hayatı daha fazla esir alacağı iddia edilebilir. 
        101 Numaralı Oda - Big Brother (Koca Ağabey)
‘Hukuk’, basın/havuz medya ve ekonomi – politik, temel enstrümanlar/ını kullanılarak, Big Brother’in her şeyi gördüğü, takip ettiği hatırlatılıyor; 101 numaralı odayla 'sistem’, muhaliflerini satın alıyor ve/veya etkisiz hale getiriyor; onlara, ‘reddedilmeyeceği bir teklifte’ bulunuyor; bunun, bir tür 'mafyatik örgütlenme' olarak dünyada oldukça yaygın kullanılan bir “yöntem” olduğu söylenir.
        Korku & Panik 
Özellikle 7 Haziran seçimleri sonrası, o, oldukça ucuz, bilindik “numara"dır Türkiye’de devreye sokulan: ortalığı yakarak ‘koruyucu’ya duyulan ihtiyacı artırmak; göreli huzuru bozarak, huzur sağlayıcı koruyucuya tabi olmak. 7 Haziran ile birlikte devlet, bir tür ‘suç ortağı’ olan PKK ile birlikte Türkiye halkları üzerinde kendi makro politikalarını icra etmek adına ‘mafyatik koruyuculuk oyunu’ oynamaya başlamışlardır ki ‘oyun’, ne yazık ki sürmektedir; ilk taşı kimin attığı/nın önemi yoktur artık. Bununla da kendi iktidar/lar/ını berkiterek siyaset sahasına yeni oyuncuların çıkmasına mani olmuşlardır. (PKK ile HDP arasındaki ilişki, 7 Haziran sonrası, PKK’nin eylemleriyle birlikte analiz edilmeye muhtaçtır.)
        Soma
Cesur Yeni Dünya’da iş dışında hayat yoktur; “Hristiyanlık ve alkolün bütün etkilerine sahip ama yan etkisi olmayan” soma aldıkları için sanki bir başka dünyadadırlar. Türkiye’deki pop İslam da iş ve üreme dışındaki zamanı ‘hoş’ geçirme aracına, bir başka deyişler “soma” işlevine dönüş(türül)müştür.

Türkiye habitatında nefes alan her özne, kompozisyonun bir öğesidir. Hepimiz, bu resme kendi rengini vermekte: kompozisyon/umuz toplamımızdır! 


“Üzerine harici gölgelerin düşmediği bir hayata!” diyerek yazılamaya bir başka konu ya da sos için ara verelim.
Bir şarkının, gülüşün peşinden koşmamıza mani değil lakin bilincimiz!
V. Metin Bayrak
Kasım – Aralık 2015, Muğla





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder