Bilincin Subreel Halleri Üzerine
“İnsan, voroluşu gereği bilmek ister.” Aristoteles
İnsanın,
canlılık kategorisine paralel ikinci bir dünya ya da çevre oluşturma süreci,
ayağa kalkıp kendine sorduğu “Kimim?” “Neredeyim?”
“Ne yapıyorum?” sorularını sormasıyla başlar.
İnsan/ın
bilinci, bu üç soruya verdiği yanıtlardır bir bakıma; şöyle ki ‘normal’ yani
olanın ya da olgunun bilincinde olan kişi, kim olduğunun –pazarcı-, nerede
olduğunun –pazarda-, ne yaptığının –domates, biber, patlıcan sattığının–
bilincinde olandır. Olgunun psikolojik boyutuysa “gerçeklik algısı” kavramıyla
ifade edilir. Yani bir kişi, kim olduğunun, nerede olduğunun, ne yaptığının
bilincinde değilse ‘normal’ değildir; İbrahimi dinler açısından cennetliktir;
hukuksal açıdansa yaptıklarından sorumlu değildir.
İnsanın
insanlaşma süreci, şüphesiz tamamlanmış değildir, sürmektedir; ve bu, belli bir
noktası olan yani bitimli bir süreç değildir. Ayağa kalktığı günden bu yana
genel anlamda kültür kavramı altında toplayabileceğimiz her şey –bilimler,
sanatlar, felsefeler, dinler-, bu üç soruya verilmiş cevaplardır; ve cevaplara
her gün yenileri eklenmektedir; uygarlık, cevapların toplamıdır, dünya/mız da.
Başta
anılan Aristoteles’in sözü, yazılamasın da gerekçesidir. Yaşananı,
yaşadıklarını anlamak, anlamlandırmak, yorumlamak ve de kendine yüklediği
sorumluluklar nedeniyle bir yazılamacı kimliğiyle bunları paylaşmak isteyen bir
fakir olarak klavyeyi alalım elimize ve bırakalım kendimizi Kronos’a ve
Tyke’ye!
Türkiye
toplumu, entelektüellerinden pazarcısına, öğrencisinden köylüsüne,
sanayicisinden teologlarına varıncaya kadar herkes, ülkenin kangrene dönüşen
hastalıklı yapısı için tanılar üretip tedaviler önerme(k) telaşındadır. Hoş,
hem tanı hem de tedavi önerilerimiz, kimliklerimizin renginden öte geçmez;
içinde bulunduğumuz ve/veya üyesi olduğumuz büyük–küçük kimlik gruplarının
PR’ından da öte değildir sıklıkla. Gözlerdeki ve zihinlerdeki perdeler, olguyu
anlamlandırmakta çeşitli güçlükler yaratır.
Buradaki
sorun iki yönlüdür: ilki, olgunun çok belirli olmaması, hamlığı ya da
nonfigüratifliği; ikincisi, bakanın zihinsel hamlığı ile birlikte gözlerindeki
perdeler/i. Bu durum, F. Bacon’un putlarında alegorik ifadesini bulur. Hal
böyle olunca “anlama” dediğimiz zihinsel pratik, olguyla örtüşmekten
–doğruluktan– uzaktır yani doğruluktan. Anlama, tahlil, tanı ve tedavi denen
retorikler, propagandadan öte değer taşımaz, taşıyamaz da çünkü bilgi/ler
içermiyor.
İnsanın
insanlaşma tarihi, kültür ve/veya uygarlık tarihi olduğu kadar bilincinin de
tarihidir. Gerçeklik ile ne denli korelatif ilişki içinde olursa, o denli
hayatta kalabilir insan; çünkü mevcudu tahlil ederek anlayıp çözümler
geliştirebilir. Eğer olguyu anlamıyorsa, yani çağını, yaşadıklarını, hayatta
kalamaz. Anlamanın önkoşulu “bilinç”ten ya da zihinsel olgunluktan geçtiğine
göre, hayata egemen olmak, F. Bacon’un, yaşadığımız çağın temel düsturlarından
biri olan “Bilgi güçtür.” sözü,
eğitimi, zihinsel olgunluğu öngerektirir. Yeterli koşul mudur? Şüphesiz hayır.
Hoş, şekli akılyürütmeler dışında olgusal düzlemde hiçbir şey yeterli koşul
değildir. Yeterli koşul, bir tür tanrı/sal olandır; o da fizikte ya da reel dünyada
değildir. Bilincini olguyla örtüşen bilgilerle olgunlaştıranlar hayatta
kalmışlar, kalmakla kalmayıp toplum(lar)a ve doğaya egemen olmuşlardır.
Bu
varsayımdan hareket ederek iki şey ileri sürülebilir; ilki, yazılamanın amacı
yani mevcudu/olguyu anlamak; ikincisi, Türkiye toplumunun, sıklıkla hamasetle
soslanmış retoriklerde dile gelen iddiaları/nı gerçekleştir(e)meyecek ya da yeniden
üret(e)meyecek olmasıdır. Yazılama, bir anlamda bunun “çünkü” süne yanıt
aramaktadır.
Yazılamayla,
bilincin reeli kavramaktan uzak olduğunu dillendirmek adına “bilinç” bağlamında
“sürrealizm”den, Psikanalizden, Marxizmden, Muhammed Peygamber'den, Tasavvuftan, Spinoza’dan, Edip Cansever’den…
esinlenilerek “sub-reel” kavramsallaştırılmasına ulaşılmıştır.
Bilincin subreel halleri, toplu tımarhaneye dönen, dönüştürdüğümüz bu
ülkede/toplumda olup biten ister politik ister sosyal isterse iktisadi olsun,
tavır almayı, kimliksel tepkiler dışında olanaksız hale getirmiş durumdadır;
buradaysa tepki olgu yerine “ben”ine ve/veya “ötekisi”nedir.
Mevcudu ya
da olguyu teorize ederek genel bir çerçeve sunup bunu kavramsallaştırmayı temel
amaç edinen bu yazılama, kendi metinsel bağlamı dışında herhangi bir kimlik
grubunun ne yanında ne de karşısındadır. Nesne edinilen, anlaşılmak istenilen
bir tür ‘bilinç’ halidir. Bu bilinç, belli türden bir gruba ait değildir yani
“altkültür” değildir, kitleseldir, yaygındır. Subreel bilinç, bu habitatın
“kitle kültürü”ne dönüşmüştür. O nedenle kimin muhafazakâr, kimin liberal,
kimin pragmatist, kimin materyalist, kimin idealist olduğu belli değildir.
Bunlar, kaldı ki önemini de kaybetmiştir. Bu, yani yaşananlar “karmaşa” değil
“kargaşadır"; kaosun matematiğinin işlemediği, doğal olmayan, hayatın
diyalektiğinin kötürümleştirildiği, sürdürülebilirliği olmayan, yaşamın, kendi
döngüselliğini üretebilecek araçlardan soyularak enendiği bir ‘habitat’!
Bunun neye
dönüşeceğini kestirmek iddiası, bir tür mürteciliktir; çünkü 19. yüzyıla
aittir. Sonsuzluğun içindeyiz, sonsuz değişkenin rol oynadığı. Neye
evrilebileceğini söylemek güç; lâkin olguyu kavramsallaştırarak yaşananları
teorize edebiliriz, bunu, varoluşumuz nedeniyle kaçınılmaz şekilde, zaten, yapıyoruz.
2009’dan bu
yana bir tür canlı distopya içinde yaşayan, kendisi canlı distopyaya dönüşen
bir ülkedir Türkiye. Hiçbir kavramın, kuramın iş görmediği bir tür sanal, reel
olmayan yahut bir başka vesileyle sık sık dillendirdiğim bir kavramla “subreel”
bir toplum/ülkedir. Çok ironik gelebilecek bu ifade ya da kavram, fiziğin
berisidir, bir tür ön fiziktir; yaşamın, kültürün, bilincin "ön” halidir;
henüz gerçekleşmemiş, gerçek olmamış, gerçeğe dönüşmemiş “s a n k i” dedirten,
“g e r ç e k o l a m a z” diye
düşündür(t)en, “r ü y a m ı ?” dedirten
türden. Kant, “Görüsüz kavramlar boş,
kavramsız görüler kördür.” ifadesiyle insan türünün nasıl bildiğine dair
oldukça net bir formülasyon üretir, önerir. Türkiye’ye ve olup bitenlere karşı,
kendimi, pek çokları gibi “lâl” hissetmemin nedeni, nev-i şahsına
münhasırlıktan öte, üretilmiş gerçekliğin, simularklığın berisinde bir örnek
olması, yani bir tür subreel halidir. Bu olmamışlık, subreellik, toplumun zekâ,
kişilik, sosyal vb. yaşıyla ya da ergenliğiyle de kimilerince ilişkilendirilmekte.
Buradaki kavramsallaştırma denemesi, bu, bir tür ötekileştirici, yer yer
aşağılayıcı retoriklere saplanmadan düşünmeye gayret etmektir.
Türkiye,
Orwell'in 1984 ile Huxley'in Cesur Yeni Dünya adlı distopyalarının ve Campanella'nın Güneş Ülkesi adlı ütopyasının yani
ikisi distopya biri ütopya olan üç ütopyanın ya da fantezi ürünü toplum
tasarımının bir tür harmanı olarak düşünülebilir. Düşünmemizi, söz konusu
ütopyalardan alınan örneklerle çeşitli analojilerle sürdürelim:
•
Filozof / Bilge Kral
Erdoğan, yanılmaz olandır. Mitomanik bir
lider olduğu, kitlelerin ruhunu gören ve dilediğince giydiren siyasi bir dahi
olduğu artık teslim edilmelidir. Erdoğan ve periferisi arasındaki diyalektik
Gezi’yle birlikte sona ermiştir. Şimdiye kadarki olanlar uyarıydı, şimdiden
sonra, gücün, o kaba sığmazlığı, leviathanlığı hayatı daha fazla esir alacağı
iddia edilebilir.
‘Hukuk’,
basın/havuz medya ve ekonomi – politik, temel enstrümanlar/ını kullanılarak,
Big Brother’in her şeyi gördüğü, takip ettiği hatırlatılıyor; 101 numaralı
odayla 'sistem’, muhaliflerini satın alıyor ve/veya etkisiz hale getiriyor;
onlara, ‘reddedilmeyeceği bir teklifte’ bulunuyor; bunun, bir tür 'mafyatik
örgütlenme' olarak dünyada oldukça yaygın kullanılan bir “yöntem” olduğu söylenir.
•
Korku & Panik
Özellikle 7 Haziran seçimleri sonrası, o,
oldukça ucuz, bilindik “numara"dır Türkiye’de devreye sokulan: ortalığı
yakarak ‘koruyucu’ya duyulan ihtiyacı artırmak; göreli huzuru bozarak, huzur
sağlayıcı koruyucuya tabi olmak. 7 Haziran ile birlikte devlet, bir tür ‘suç
ortağı’ olan PKK ile birlikte Türkiye halkları üzerinde kendi makro
politikalarını icra etmek adına ‘mafyatik koruyuculuk oyunu’ oynamaya
başlamışlardır ki ‘oyun’, ne yazık ki sürmektedir; ilk taşı kimin attığı/nın
önemi yoktur artık. Bununla da kendi iktidar/lar/ını berkiterek siyaset
sahasına yeni oyuncuların çıkmasına mani olmuşlardır. (PKK ile HDP arasındaki
ilişki, 7 Haziran sonrası, PKK’nin eylemleriyle birlikte analiz edilmeye
muhtaçtır.)
•
Soma
Cesur Yeni Dünya’da iş dışında hayat
yoktur; “Hristiyanlık ve alkolün bütün etkilerine sahip ama yan etkisi olmayan”
soma aldıkları için sanki bir başka dünyadadırlar. Türkiye’deki pop İslam da iş
ve üreme dışındaki zamanı ‘hoş’ geçirme aracına, bir başka deyişler “soma”
işlevine dönüş(türül)müştür.
Türkiye habitatında nefes alan her özne,
kompozisyonun bir öğesidir. Hepimiz, bu resme kendi rengini vermekte:
kompozisyon/umuz toplamımızdır!
“Üzerine harici gölgelerin düşmediği bir
hayata!” diyerek yazılamaya bir başka konu ya da sos için ara verelim.
Bir şarkının, gülüşün peşinden koşmamıza
mani değil lakin bilincimiz!
V. Metin Bayrak
Kasım – Aralık 2015, Muğla
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder