11 Ağustos 2016 Perşembe

Basiret Üzerine

Basiret Üzerine

"Bir travma yaşayınca hem kurbanın hem de bunu uygulayanın bedeni, zihni ve ruhu yaralanıyor aslında ve tüm topluluk, topluluğun bütünlüğü, birlikteliği böylece yaralanıyor. Bunun da hakikat ve adalet olmadan iyilşmesi de mümkün değil." Sorensen

Kanal D'de yayımlanan 8 Ocak 2016'daki Beyaz Show'a telefonla bağlanarak “Ülkenin doğusunda yaşananların farkında mısınız? Burada yaşananlar ekranlarda çok farklı aktarılıyor. Sessiz kalmayın. İnsan olarak biraz daha hassasiyetle yaklaşın. Görün, duyun ve artık bize el verin. Öğrencilerini terk eden öğretmenlere seslenmek istiyorum. Bir daha oralara nasıl dönecekler. O tertemiz çocukların gözlerinin içine nasıl bakacaklar. Yazık; insanlar ölmesin, çocuklar ölmesin, anneler ağlamasın."* diyen Ayşe Çelik, programın ardından linç kampanyasıyla tanıştı. Ayşe Çelik üzerinden Doğan Grubu, gruba ait Radikal Gazetesi, CNN Türk Televizyonu ve Kanal D de! 

Programın sunucusu ve yapımcısı / yönetmeni hakkında da "terör örgütü propagandası yapmak" iddiasıyla soruşturma açıldı. Beyazıt Öztürk, Bakırköy Cumhuriyet Başsavcısı Vekili İdris Kurt'a "şüpheli" sıfatıyla ifade verdi.

Yazılamaya adını veren "basiret", Beyazıt Öztürk'ün ifadesinden alınmıştır; yazılamada söz konusu ifadeden yola çıkılarak aktüel 'kavrayış'a sözler söylenerek temellendirilmeye çalışılacaktır.

Beyazıt Öztürk'ün şüpheli sıfatıyla verdiği ifade:
"Bu yayında Ayşe Çelik isimli kişinin bağlanmasından önce neşeli bir şarkı söylenmişti ve eğlenceli bir ortamın ardından bağlanmıştı. Yayına bağlanan bayanın sözleri üzerine seyirciler konuşanı alkışlamaya başladı. Herhalde seyirci de tam olarak benim gibi, denilmek istenildiğini anlayamadı ve sadece çocuklar ve annelerinin ölümü cümlesine odaklandı. Seyircinin de anlamayarak alkışlaması ve bağlanan kişi de öğretmen olduğunu söyleyince ben doğal olarak devletin öğretmeninin kötü bir şey söylemeyeceği önyargısı ile ve o an da aklımdan geçen şehitler, yaralılar, öğretmenler, çocuklar, evde programı izleyen annem gibi binbir türlü düşünceler ve kendi iç sesimi dinlemekten programın devamında bağlanan kişinin söylediğini tüm samimi kalbimle duymadığımı belirttim. Basiret bağlanması yaşadım. Böyle bir olay başıma hiç gelmemiştir. Kesinlikle benim herhangi bir terör eylemini, terör örgütünü veya cinayeti, öldürmeyi övmem, buna prim vermem mümkün değildir. Ben de bir polis çocuğuyum ve polislerin ve güvenlik güçlerinin ne şartlar altında görev yaptıklarını bilirim. Hayatımın her anında zaten hissettim. Bir şehit haberi, anne haberi, bir çocuk haberi, bir öğretmen haberi duyduğumuzda ben de tüm insanımız gibi aynı duyguları ve acıyı paylaşırım."*

Bu ifadenin neresinden tutulabilir? Açılan soruşturmanın ardından programın yapımcısı ve sunucusu Beyazıt Öztürk ile yönetmeni ve telefonla bağlanan Ayşe Çelik hakkında soruşturma açıldı. Beyazıt Öztürk ile ilgili "soruşturmaya gerek olmadığı" kanaatine varan savcılık, onun hakkında dava açmadı.

Davaya dilekçe vererek "müdahil" olan otuz kişi de "teröre destek", "terör propagandası" ithamlarıyla yargılanmakta. Tğrkçe sözlüklerde "kavrış", "anyalış," "seziş", "sağgörü", "vizyon" anlamlarına da gelen basiret, insanın bir tür blinçlilik halidir. Beyazıt Öztürk, anaakım bir kanalda "Show Dünyası"nın bir "araç"ı statüsünde iktidarın hedefi olabiliyorsa ülkede söz söylemenin imkanı artık hakikaten de kalmamıştır.

Davaya konu olan "olay", sırasıyla, toplumun, yargının, mahkemelerin, savcının ve de facto iktidarın basiretinin bağlandığı -daha yerinde bir ifadeyle kendi kendine basiretini bağladığı- söylenebilir. Bir tür "bilinç kaybı" ve/veya "bilinç zehirlenmesi"nin yaşandığı söylenebilir.

"Çocuklar ölmesin!" "Analar ağlamasın!" demek, iyi dilekler ifade etmek, bu, ideolojiden, politikadan nasiplenmemiş ya da daha yerinde bir ifadeyle naif de denebilecek gündelik konuşma retoriği/nin bile siyasi görlüp 'terör' kapsamına alınarak dava konusu olabilmesi, asıl, devletin toplumsal - kurumsal anlamda basiret bağlanması yaşadığı şeklinde (de) yorumlanabilir.

'Çocuk' -Beyazık Öztürk-, belli ki korkmuş, 'patronu', 'ağabeyleri', 'büyükleri' tarafından kulağı çekilmiş ki Ayşe Çelik'in sözlerinin 'terör propagandası' olduğunu kabul ediyor; ve kamuya mal olmuş bir kişinin göreli gücünü kullanmaktan da aciz.

Asgari düzeyde dahi olsa bir söz söyleme cesareti gösteremeyen kişinin "bilinçli" olduğu söylenemez, olmayan yahut zayıfolan şeyin de bağlanmasından, sanırım, söz edilemez.

Canlı yayımlanan bir show programı, bir tür kamusal alandır ve kamusal bir sorun olan "savaş"ın dile getirilmesi olağandır. "Savaş"ın magazinel bir kamusal alan olan TV show programına sirayet etmesi, "basınç yükselmesi" yahut basıncın artık kontrol edilemez noktaya gelmesi olarak (da) yorumlanabilir.

TV ekranları, artık bir tür kamusal alanlardır. Greklerde agora, Roma'da forumlar, Selçuklu ve Osmanlı'da ulu camiler, 17. yüzyıldan itibaren açılan kahveler, şimdiyle AVM'ler kamusal alanlar olarak adlandırılabilirler. 1960'lardan itibaren hayatımıza yoğun biçimde dahil olan TV, 1990'larla birlikte Türkiye'de çeşitlenir, programlar/ı da: toplumsal tartışmalar artık "kamusal alan"a dönüşen genelinde TV özelinde tartışma programları ve 2000'lerden sonraysa evlilik programları, çeşitli yarışma programları.

Show dünyası, hiç şüphesiz sosyo-kültürel ve politik sıkışmışlığın doğurduğu ihtiyaçları gözetmemezlik edemez/di ve işlediği konuları çeşitlendirdi. Bülent Ersoy, 2008'deki bir show programında Kürdistan'daki savaşın bitmesine dair oldukça cesur denebilecek sözler etmiş ve ana akım medya öznelerinin, politikacıların ve de pek çok 'entelektüel'in gösteremediği "parrhesia"yı icra etmişti; ardındna 'çoğunluk' lincine uğradı ve Mehmetçik Vakfı'na yaptığı yüklü bağışla canının ve/veya kamusal özneliğinin 'kefaret'ini ödedi. (Mesela Orhan Pamuk, o 'kefaret'i ödemeyi ısrarla reddetti!) Aradan sekiz yıl geçti ve bu sekiz yılın içinde iki yıl süren "barış" havası egemen oldu. (2009'daki Habur süreci ve ardından KCK tutuklamaları maskaralıklarını ihmal edersek.)

Yazılamaya konu olan olay, bana, aynı zamanda 2009'daki "one minute"yi hatırlattı. Neresinden bakılırsa bakılsın, ister beşeri, ister diplomatik tam bir "skandal" olan olay, hemen ardından yorumcularca da skandal olarak nitelendirilmiş lakin Müslülan/cı bilinçaltına çalışan dönemin Başbakan'ı, İstanbul'da Fatih Sultan Mehmet gibi karşılanmış ve devletin, İstanbul'un bütün imkanları kullanılarak havalimanında miting düzenleyip 'halk'a seslenmişti. Skandaldan 'kahramanlık' üretilince de bütün yorumcular retoriklerini değiştirmiş/ti.

G. Orwell 1984'te rejim muhaliflerinin polis tarafından sorguya alındığı odaya dahi gerek yok günümüz Türkiyesinde. Herkes, durumdan nasıl vazife çıkarılacağını biliyor.

Yüz yıl önce "Ermeni kırımı" yaşanırken basireti bağlanan toplum, hala aynı ya da benzer sorunları yaşamakta. Buradan hareketle -yazılamanın girişinde Sorensen'den yapılan alıntı göz önünde tutularak- "Ermeni kırımı"yla yaşanan travmanın toplumun kahir ekseriyetinin bağlanan 'basiret'iyle bir ilgisi olduğu aöylenebilir mi? Memleketinizin "yarımlıklar ülkesi" olmasının temel nedenlerinden biri (de) "bu" olmasın?

* Erişim: 11 Ağustos 2016: https://www.youtube.com/watch?v=13eGNvqevlQ
** Erişim: 11 Ağustos 2016: http://t24.com.tr/haber/beyazit-ozturk-teror-orgutu-propagandasi-yapmak-sucundan-ifade-veriyor,329191 (Kanal D'de katıldığı Ana Haber'in videosu için: https://www.youtube.com/watch?v=ZaMeRU_2_Rc)


V. Metin
Mayıs 2016, Muğla

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder