Anadil Üzerine
“Akıcı düşler görün sessiz kardeşlerim, siz ki
Anadilinizi anasütünüzle aldınız küçükken”
Richard Wilbur, To The Etruscan Poets
Ne doğumla ne de kültürle başlar insan yavrusunun dünyayla teması. Çocuk, annenin rahminden önce ruhuna düşer ve oradan bakar dünyaya; annenin dünyayı kavradığı kültürle, kültürünü var eden dille.
Anne, yaşadığı ve/veya hissettiği dilde -ki, kimi zaman aynı dil/ler değildir bunlar- konuşur; bebek, anne karnındayken dinler konuşmaları, en çok da anneye kulak verir; çünkü anlayabildiği tek kişi anne(si)dir, anne(si)nin dilidir; o nedenle anadilimiz bir yana diller(imiz) bir yanadır. (Dünyada her geçen gün artan ikidilli ya da çokdilli insanlar ve bunun (ana)dil gelişimine ya da olgusuna etkisi, yazılamanın kapsamı dışında tutulmuştur.)
Bu yazılamada Kürdistan’daki bir dostumun anadil sorunu bağlamında kullandığı, paylaştığı bir alegori üzerinden pek çok sorun gibi neredeyse kangrene dönüşen ve yerleşik ‘çoğunluk’ kültürü ve türevi ‘büyük kimlik’ ve onunla ittifak içinde kendini berkiten devlet ya da iktidarın ideolojik maniplasyonuyla halenenen, halelendikçe olguya karşı körleşmemiz nedeniyle derinleştirdiğimiz “anadil” olgusuna bakmaya çalışacağım. Anadili, eğitim bağlamında kritik ederek konunun salt politik bir mesele olmadığını somut anlamda içerimlerini görünür kılmaya (da) gayret edeceğim.
İki yıl önce Kuzey Kürdistan’da esnaflık yapan orta halli mütedeyyin bir dostumuz, “Anadil hakkında / meselesinde ne düşünüyorsunuz?” diye sordu; “Anasütü gibi helaldir.” dedim; bana: “Biz Kürtler, doğumun hemen ardından anasının memesinden -Kürtçe- alınıp sütannedine -Türkçe- verilen ve oradan beslenen insanlarınız; Türkçe, bizim sütannemiz!”
Şairane bir alegoriyle hem Türkiye’deki “Kürt sorunu”nu hem de yazılamaya adını veren anadil ve anailde eğitim konusunu can alıcı biçimde bir alegoriyle anlaşılır kılıyor. Bu, Türkçeyi sütanneye benzeten Anadolu-Mezopotamya bilgeliği karşısında yalnızca saygıyla eğilip hem kuramsal hem de politik retoriklere kulakları tıkamak gerektiği kanaatimi güçlendirdi. Greklerin “pratik bilgelik” dediklerinin bir tür ete kemiğe bürünmüş örneği olarak değerlendirilebilir.
Dünyada her gün yaşayan bir dil ölüyor ve dünya, “ölü diller cehennemi”ne dönüyor. BM Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO) 21 Şubat Dünya Anadili Günü vesilesiyle 2009 yılında kapsamlı bir çalışma yayımlar. Türkiye'de Ubıhça (Kafkas dil ailesinden), Mlahso (Doğu Süryani dillerinden) ve Kapadokya Yunancası öldü, artık konuşan, bilen tek insan kalmadı. Yok olma tehlikesi altında on beş mevcut; bunlar: Hertevin (Siir kökenli Kuzeydoğu Arami dillerinden); Gagavuzca; Türkiyeli Yahudilerin konuştuğu Ladino; Süryanice; Abazaca; Hemşince; Lazca; Pontus Yunancası; Romani (Çingene dillerinden); Suret (Süryanice'ye benzeyen ve Türkiye'de konuşanının kalmadığı dil); Ermenice; Abhazca; Adige; Kabar-Çerkes dilleri ve Zazaca (Zazaki).
1940'larda dünyada konuşulan 3.000 dil tespit edilir; kimi araştırmacılara göre bu rakam 5.000 kimilerine göreyse 6.000. UNESCO'ya göre her yıl en az 10 dil ölmektedir. Önümüzdeki 100 yıl içinde, yerel dil ve kültürlere yönelik yaşatıcı politikalar geliştirilmediği koşulda dillerin büyük kısmı ortadan kalkacak ve geriye Çince, Malayca, Hintçe, İspanyolca, İngilizce, Almanca, Fransızca, Endonezce gibi dillerin kalacağı öngörülmekte.1
Hocam Bilge Karasu, seçmeli olarak verdiği “Metin Okuma ve Yazma) derslerinde, sık sık, “Her dil, dünyayı ayrı böler.” derdi. Ölen her dil ile fizik ve kültür/el dünyadan da o dili kurup geliştirip yaşatan birikimler de yok oluyor. Ölen her dil ile doğadaki biyolojik çeşitlilik de azalıyor. Dilin salt bir kültürel fenomen olmanın ötesinde bir ontolojiye sahip olduğu vakıadır.
Dünyaya egemen olan dil paradigması konjonkturel olarak sürekli dalgalanır. Avrupamerkezci bakışla Grekçe, Latince, Arapça, Latince, Fransızca ve nihayet İngilizce… Bu, kimi ülkeler için de söz konusudur; mesela ABD’deki Hispanik popülasyonun 2050’den itibaren İngilizce konuşanların sayısını aşacağı öngörülmekte; böylece İspanyolca’nın ABD’de birinci dile dönüşmesi İngilizcenin ise ikinci dil olması beklenmekte; bu sonucun, şüphesiz, küresel kültür için de (zorunlu) sonuçları olacaktır.
Dil, kültürün taşıyıcısıdır; kültür, dilde yaşar. Yaşayan dil, beslendikçe serpilir; dili besleyen pek çok dinamik yanında belki de en etkili olanı yazılı ürünler(i)dir ve bellek, daha çok yazı(da)dır. Kürdistan’da sokak dili yani yaşayan dil Kürtçe olmasına rağmen bütün tabelalar Türkçe. “Neden?” diye sorduğunuzda “Çünkü Kürtler, Kürtçeyi okuyamıyorlar.”
Dil, kültürle(n)menin bir aracı; bu anlamıyla da devletin ideolojik araçlarından biri olarak tasarruf edilir. Devletin kurucu iradesi ve mensubu olduğu büyük kimlik grubu ‘çoğunluk’ tahakkümünü dile dair politikalarıyla (da) işletir: Sonuç, Kürtlerin Kürtçeyi okuyamaması. Kürdistan’dan göçe zorlanan ailelerin çocuklarının artık Kürtçeyi konuşamamaları!
Dilsizleşme, yurtsuzlaşmadır da. Yurdundan edilenler, eşzamanlı dillerini, maneviyatlarını da kaybederler. Yurdunda olup yazılı kaynaklarla beslenmeyenlerse egemen dillerce aşılanır ve asimilasyon süreci hızlanır. Egemenlik, politik bir kavram yanında dilsel içerimleri de olan bir olgudur. Heidegger, “Dil, varlığın evidir.” derken, sanırım, Tevrat’ın “Önce kelam vardı.” ayetine (de) atıfta bulunur. Wittgeinstein, “Dünya, olduğu gibi olan herşeydir.” derken dil-dünya ayrımı yapar oysa dünya, kültürel bir olgudur ve dilseldir de. Dünya, dilsel bir yaratımdır. Dilin alınması, dünyanın sonudur. Dünya, dildir. Varlığa ruhunu verendir bir bakıma, ona can, kan veren. Devletlerin asimilasyon politikalarına dilsen başlamaları ya da dili hiçbir zaman ihmal etmemelerinin temel nedeni bu (da) olsa gerek.
Dil, bir düşünme, dünyayı kavrama metodolojisi, bilincin de grameridir. Dilin yitimi, bilincin gramersizleşmesidir; anadilde düşünüp bir başka dile aktarılan ve kültürde ya da hayatta karşılığı olmayan söz öbekleridir. Dilsizleşmek, yurtsuzlaşmak yanında bir tür astım krizidir. “Bir başka dille” ya da “bir başka dilde” yaşamak, makineyle teneffüs etmektir. Kötürümleşir makineye bağlı insan. İnsanın annesine olan yönelimi kültür dışıdır, diline de!
Yazılama, anadil olgusunu “eğitim” bağlamında irdelemek amacıyla klavyeye alındı. Türkiye gibi sorunları içinden çıkılmaz kılıp çözümsüzlük ve zorunlu sonucu çaresizlik üreten ülkelerde hiçbir sorun politikadan azade ele alınamaz; sorunlar da politikayla çözül(e)mez; hayat da bu kısırdöngü içinde akar bu yarımlıklar memleketinde. Devlet, kamusal alanlar yanında zihinleri de vesayeti altına alır. İnsan, kim olursa olsun onsuz yani ister akademisyen ister işinsanı esnaf, ‘sıradan’ yurttaş… devletsiz ‘reşit’ değildir; o nedenle ısrarla ihtiyaç duyar ona; bir tür devlet bağımlısıdır çünkü ancak onunla yetişkin olabileceğini düşünür oysa onunla yalnızca “köle statüsünde varlık kazanabilir: çizdiği kimlik grupları -ki egemenlerin rengine göre değişebilir- ve rollerini icra ederek. Apoleti olan akademisyenlerin parti sözcüleri gibi bir ürün/ün tüketiciye anlatmak amacıyla PR’ını yapan “RoadShow” toplantılarından farkı yoktur ne yazdıklarının ne de söylediklerinin.
Üç yılda bir yapılan PISA araştırması, çok net biçimde anadilde eğitim almayanların akademik becerilerinin göreli olarak düşük olduğunu gösteriyor. Ve bu sonuçlar kültürel değil, anadil sorunu yaşayan ülkelerde anadilde eğitim alanlar ile al(a)mayanların başarıları kıyaslandığında ortaya çıkan apaçık hakikat. Bu konuda alanyazınında pek çok çalışma bulunmakta. Türkiye özelinde ERG yayınlarından “Türkiye’de Ortaöğretimde Kapsayıcı Durum Analizi”den somut verilere ulaşılabilir.2
PISA 2012 Araştırması Ulusal Nihai Rapor’da fel, matematik ve türkçe kategorilerinde yapılan “okuryazarlık” ölçümüünde ilk sırada fen, ikincide matematik ve son olarak da Türkçe gelmekte. Bu üç alan içinde 15 yaş grubundaki yani temel eğitimi almış öğrencilerin en başarısız oldukları alan Türkçe. Rapor:3
Türkiye’deki “Kürt sorunu” hiç şüphesiz özgül koşullara sahip ama sık sık İspanya - Katalunya örneği ile (de) mukayese edilir. İspanya’da Katalanca yanında Galiçyanca ve Baskça da konuşulur ve bu dillerde eğitim yapılır. Yaklaşık 40 yıl süren Franco döneminin ardından kimi politikalar hayata geçirilmeye başlanmıştır. Sıklıkla sağcı politikaların ısıttığı anadil eğitimi ve anadilde eğitim, ülke gündemini işgal etmekte. İktidar/lar, dili, ideolojilerinin bir enstrümanı olarak görmeyi sürdürdükleri sürece toplumsal barışın tesisi de uzaklaşmakta. Hak gasbının olduğu yerde barışın tohumları yeşermez, ancak ölüm doğar ve egemen olur hayata.
Kaldı ki BM İnsan Hakları Bildirgesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi vb. anadilde eğitimi tanıyan uluslararası ve/veya ulusüstü hukuk metinleridir. İnsanlığın ortak ürünü de denebilecek bu ve benzeri hukuk metinleri de meşru hakların korunmasını ne yazık ki tek başına sağlayamıyor.
Kamu idaresi, olgunun ya da hayatın ürettiği sorunları çözebildiği, kamunun taleplerini, ihtiyaçlarını giderebildiği -ayrım gözetmeksizin- ölçüde meşruluğunu koruyabilir; hayata ve yönetmek iddiasındaki “kamu”suna düşman hiçbir idare makamında oturamaz.
Doğanın politizasyonu karşısında doğa, daima güçlü gelen taraf olacaktır. Dil, her ne kadar kültür/el öğe olsa da hayatı ve hayatın türevi olan devleti vareden manayı üretendir ve daha köklüdür. İnsan yavrusunun, memelerinde sütü varken annesinden koparılıp bir başka anneye verilmesi zulümdür çünkü doğasallığının ihtiyaç duyduğu koku değildir sütannesinin kokusu; koku travması da denebilecek anneli annesizliktir yaşadığı; varken yoksun bırakılmanın travması daha derindir. Savaşın içine doğmuş öfkeli çocukların yaptıklarının ve/veya yapamadıklarının sorumlusu, daha çok sütanneleri olan Türkçede değil midir?
“Reel politik”, “siyaseten doğru” gibi kavramsal retoriklerin zulme kılıf dışında bir işlevi olamaz. Anasütü nasıl ‘helal’ ise anadilde eğitim de ‘helal’dir; ‘helal’ olmanın ötesinde meşru bir haktır ve kamu idaresinin işi, sorumluluğu bu hakkın kullanılmasının altyapısını oluşturmaktır; gerisi ‘ama’lı, ‘amasız’ zulümdür ve doğaya aykırılık, hayata düşmanlıktır; hayat, düşmanlığın, hak gasbının doğurduğu savaşta değil huzur ve refahın bileşkesi olan mutluluğu yaratan barıştadır; ve bebekler, ancak, barışta büyüyebilirler.
V. Metin
Mayıs 2016, Muğla
Anahtar kelimeler: Anadil, Kürtçe, barış, anadilde eğitim, dil-kültür, dil-hafıza, anadilde eğitim hakkı, Kürt sorunu
Dipnotlar:
1. Erişim: 04.08.2016: http://bianet.org/bianet/bilim/112702-unesco-turkiye-de-15-dil-tehlikede
2. Erişim: 03.08.2016: http://www.egitimreformugirisimi.org/sites/www.egitimreformugirisimi.org/files/ERG_KapsayiciEgitim_DurumAnalizi.pdf
3. Erişim: 03.08.2016: https://drive.google.com/file/d/0B2wxMX5xMcnhaGtnV2x6YWsyY2c/view
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder