19 Ağustos 2016 Cuma

"Kafamda Bir Tuhaflık" Üzerine

"Kafamda Bir Tuhaflık" Üzerine

"Yarımlıklar ülkesindeki bir 'tam'ın trajik yalnızlığı" da denebilir ülkesine egemen olan yarımların aforozuyla yurdunu terk etmeye zorlanan Orhan Pamuk için.

Her ne kadar "ilk ve son siyasi romanım" dese de Kar için "Kafamda Bir Tuhaflık", siyaseti gündelik anlamından soyutladığımızda daha pür denebilecek siyasi bir roman.

Teknik, içerik ve sosyo-politik olmak üzere üç ana aksa indirgeyerek söz konusu romanı irdelemeye çalışacağım bu yazılamada. İrdeleme ya da kritik, her zaman olan ama konjonktürel olarak zaman zaman çatış(tırıl)an ve yeni form(lar)a sokulan birtakım ikiliklerin 2000'lerdeki biçimiyle 'seküler - anti-laik dikotomisi'nin ve/veya sosyo-politik ikiliğin gerilimiyle habitat olmaktan çıka(rıl)an toplumsal hayatın "maneviyat ontolojisi" temele alınarak yapılmaya çalışılacak.

Kitap, kronolojik de denebilecek bir tasarrufla 7 kısımdan, 57 alt bölümden oluşmakta. 466 sayfa olan kitapta kurmaca metinlerde pek rastlanmayan kronoloji, karakter dizini ve aile soyağacı da bulunmakta; bununla beraber fonda akan hayat reel olay/lar, zamana göre işle(til)mekte. Karakterlerin yirmisi aileden; onlarcası aile dışından, olayların kesişiminde varlık gösteren karakterlerden oluşmakta. 1968 Eylül'ünden 25 Ekim 2012 Perşembe günü arasındaki 44 yılı mercek altına alıyor. Pamuk'un diğer romanlarında da görülen kısım altbaşlıkları bu kitabında da "Oku beni!" albenisine sahip yani çekici; "neyin nerede olduğunu" bilmek ya da görmek isteyen günümüz 'kolaycı okur'a yönelik bir tür "kullanım kılavuzu" işlevinde.  

Zamanın olaylar eşliğinde ama hayatı gölgelemeden akıp gitmesi, kafasında bir tuhaflık olan kahramanımızın -Mevlut-  yaşamını bastırmadan, konuyu yahut objeyi kaçırmadan oldukça başarılı şekilde kotarılmış. 

Zamanın akışıyla boynu eğilip başına kırlar düşüveren ve yabancılık içinde hayat mücadelesi verdiği kenti/ni yurduna dönüştür(e)meden geçiveren çalınmış hayatlar... "çalınmış hayatlar ülkesi masalı" da denebilir romana. 

Osmanlı'nın ertelediği ve Cumhuriyet'in ertelemekle kalmayıp kendi rejim derdi nedeniyle dokunmaktan imtina ettiği hatta ürktüğü kent-kır diyalektiği, çağın tazyiki nedeniyle bir tür çığa dönüşerek kaçınılmazcasına kendi normlarını ürettiği bir pratiğe dönüşür aynı zamanda Türk Modernleşmesi ya da kentleşmesi. "Talan"ı ana normu kılan bu pratik, hiç şüphesiz kendi "değer" dünyasını da estetiğini de -daha yerinde bir anlatımla "maneviyat"ını kısa zamanda üretecektir, ki üretmiştir de! Kaçınılmaz olana kızmak, olsa olsa hayatın normlarının farkında olmayan, yerçekimini ihmal ederek yürüyebileceğini düşünen karikatür bir romantiğin davranışı olabilir. Kentli ya da yarı-kentli münevver/lik-entelektüel/lik arasına sıkışmış Türk tipi -Asyatik de denebilir- 'aydın', olup bitenlerin "zorunluluk" olduğunu kavramaktan yoksundur; hoş, hala kavradığı da pek söylenemez. (Bknz. "Oyunu bir paket makarnaya veren halk!" retorikleri.) Olmayan, olduğu düşünülen, tahmin edilen, arzu edilen bir tür fantezi yahut fantastik ontolojiye sahip 'Nişantaşı Kulübü' ya da sosyetenin ne kendi ne de üyesi vardır; olmayan kulübün üyesi olmak için sokağa dökülen lumpenler toplamının şaşırmışçasına şebekliklerinin toplamı olan bir yarımlıklar kumpanyasıdır içinde yaşadığımız habitat.

Konya Beyşehirli çoban Mevlut'un, İstanbul'a okumak ve çalışmak için hemşehrilerinin yanına gelişi, kızların okula gönderilmemesi, annenin memlekette kalması, yoksulluk ve kente ve özellikle İstanbul'a duyulan özlem; 1970'li ve 80'li yıllara egemen olan kentli-köylü dikotomisi ve köylülerin hep eksik/likle içine atılıverdikleri bu yeni habitatlarına ve öznelliklerine bakmaları; ruhlarında hiç bilmedikleri, tanık olmadıkları bir boşluk; bu, eksiklik yaratan, yurduna dönüştürmeye ömrü vefa etmeyecek şehre olan yabancılık uru; urun atılmasının koşulu olarak görülen çocukların okuması ve rant ekonomisinden, İstanbul'un zenginliğinden pay alma... gibi ayrıntılarla kurgu, incelikli şekilde referanslarını hayattan alarak ete kemiğe büründürülür. 

Karakterin bütün yaşamıyla inşası, olabilecek bütün ayrıntılar ışığında ete kemiğe büründürülerek sağlanmış; Türkçe edebiyatın artık yeni bir karakteri var: Mevlut. Mevlut, Osmanlı-Türk Modernleşmesinin arzu ettiği ama yaratmayı başaramadığı bir karakter. Göçer-köylü, köylü-şehirli, hilafetçi-cumhuriyetçi, Demokrat Partili-Halk Partili, Sünni-Alevi, Türk-Kürt ve nihayet dinci-seküler ya da AKP'li-Modern ikiliğinin sosyo-politik olarak sürekli yeniden üretimi nedeniyle cehenneme dönen habitat/ımız. Mevlut, tam bu noktada Anadolu'nun derin bilgeliğini sezgisel olarak taşıyan, bunu, eşi, çocukları, işi ve nihayet ilişkilerine yansıtabilen sosyolojik -organik- bir özne olduğunun bilincinde: kadim Anadolu'dan süzülüp gelen bir özne / kişilik. Varolmak için kendinden uzaklaşmayan, bunu, korkaklığına bağlayanlar çıkabilecektir elbette ama o, özü itibariyle sosyal bir organizmadır ve her canlı gibi yaşamak arzusu içindedir.

Kurgunun sıkı dokunmuşluğunun ana öğesi olarak düşünülebilecek Beyşehir (Konya) - İstanbul hattı ve İstanbul içinde gecekondu gölgesi olan Sanayi Mahallesi ile Mecidiyeköy - Şişli - Kurtuluş - Beyoğlu - Karaköy - Sirkeci hattı. Mevlut'un kente olan yabancılığını, eski İstanbul içlerinde Zeyrek'i aşıp Fatih'te Efendi Hazretleri'nde keşfedip dağıtması; Rayiha'nın, o ruhundan gelen kokusu gibi ruhundan gelen kavrayışıyla Mevlut'un yurduna dönüşmesi; Rayiha'nın kaybıyla yeni yurt olarak kızlarına sığınmak istemesi ama kızlarının Tarlabaşı, Beyoğlu, İstanbul ikinci kuşak göçmenler olarak hayattan beklentilerinin peşinden gitmek istemeleri ve Mevlut'un yeniden yurtsuzlaşması...


Mevlut'un biri kentsel, mezhepsel -Sağcı Sünni Süleyman- diğeri ruhsal -Solcu Alevi Ferhat- yakınlığı olan ve yukarıda anılan dikotominin özneleri arasındalığı, uzlaşmacı kişiliğine, tarafgirlik sığlığından uzak durabilen ruhsal dinginliğine işaret olarak yorumlanabilir.

Türkiye, tıpkı Mevlut gibi 'çakallık' ile 'romantiklik' tutumları arasındaki politika görünümlü çatışmanın altında yaşama tutunmaya çalışmakta. Yazar, romantik devrimciliğin öznesi olan Ferhat'ı çocuksuz bırakıp devrim ve mezhepsel yenilgisinin ardından kökünde, kültüründe olmayan bir alem içinde meçhule gönderir, öldürür ama faili gizler; fail, o değişmeyen habitattır; oysa 'çakallık' çoğalarak büyür, kentin silüetine dönüşür ve sokağa egemen olur. Roman, siyasi bir tasarruf olmanın ötesinde pür realist bir toplumculuk zırhı takınarak reel olay ve mekanların içine konumlandırdığı karakterler ve ilişkileri aracılığıyla siyasi argümanlarını dillendirir. Dinciliğin rant ekonomisini ele geçirmesi -ya da tersi-, başta İstanbul olmak üzere bütün ülkeyi kuşatıp kente kendi değerlerlerini zerk edememenin öfkesiyle hiddetlenmesini dillendirmekte.

Yazarın realizmden ördüğü zırhların içine sakladığı Mevlut, Beyşehirli çoban; analı ama fiilen öksüz köylü gecekondu çocuğu; seyyar yoğurtçu - bozacı oğlu; politikanın yahut üstkimliklerin sirayet edemediği naif, ürkek yarı köylü-yarı kentli; kayınpederi gibi kız babası olmanın kırılganlığını taşıyan; Efendi Hazretleri'nin kelamlarını sezgisel olarak anlayan -ama kendini yer yer saklayan-; ciddi hırsları olmayan romantik bozacı, pilavcı... çoban. Çobanlığını, geceleri kentin sokaklarında boza satarak sürdürmesi, bir anlamda köyde geçen çocukluğunun çobanlığını yani bireysel özgürlüğünü devam ettirmesi, göreli sürelerle yaptığı mesaili işlerde/n mutlu olmaması, ruhunun çobanlık yaptığı köyüne -ve 'çobanlığa' devam ettiği kentin sokaklarına- ait olduğunun işareti olarak yorumlanabilir. Kentin, ruhu kente ait olmayanların tasarrufunda hunharca katli, "ruhsal yurtsuzluk"la da açıklanabilir. Mevlut, o ruhsal yurtsuzlardan biridir tıpkı pek çoğumuz gibi.

Safiye Teyzenin / Yengenin siteye geçme direnci, Hasan Amcanın bakkalda kese kağıdı yapmayı sürdürmesi, kaçınılmaz sonun maziden getirdiği ve az kalan ömrü nedeniyle yakınlarının yani "hayat"ın göz yumarak hoş gördüğü tatlar(ı)dır.

Süleyman'ın kentsel özneliğe teslimiyeti, başı açık bir kıza bile tahammül edemeyip -aslında arzularıyla inançları arasında sıkışmışlığı- bir 'şarkıcı' ile yuva kurması, kentin kendi normlarını, içindeki 'köylü' de olsa zamanla sirayet ettirmesinin örneği olarak okunabilir.

Safiye Teyzelerin / Yengelerin evi, bir tür "meet point" olarak uzun yıllar işlevini sürdürür. Bunda, hiç şüphesiz Korkut'un bütün baskılarına rağmen yaşam alanı açmayı başaran Vediha'nın bir kadın olarak her şeyi çekip çevirebilen becerisinin yanında sosyolojik bir ihtiyaca cevap veren mimari mekansallık işlevine sahip gecekondunun -organik mimarlık ve/veya kentsellik-payı büyüktür.

Boza, İrşad Gazetesi'nin reklamına ya da tanıtımına -ki politiktir gazetenin bozaya yer vermesi- rağmen geleneğin itip kakmayla yaşatılamayacağının delaletidir. Geleneğin, bir tür hülle yoluyla alkolü Müslümanlara içirmesi olarak da yorumlanabilen boza, değişen hayatla senkronize olamaz ve hayatın dışına itilir tıpkı Silivri Yoğurtları ve bakkallar gibi.

'Laik' ya da 'seküler' denen kitlenin yer yer karikatürize edildiği romanda İktidarı Hacı Vural ve yanaşmaları yani Mevlut'un amcaoğulları Aktaşlar temsil eder. 

Oysa aşk, bütün bunları fonuna alan ana temadır. Niyetle eylemin diyalektiği, yer yer pür tasavvufi bir felsefeye varan anlatımla işlenir. Kitabın "Bu, boza ve yoğurt satıcısı Mevlut Karataş'ın hayatının ve hayallerinin hikayesi.", "hem kalbimin hem de dilimin niyeti" olan "Ben bu alemde en çok Rayiha'yı sevdim." sözüyle bağlanır. Ruhuyla birlikte aşkı/nı kaybetmiş bir çağın masalsı bulabileceği -ama içten içe imreneceği- ruhunu kaybetmiş maneviyatımıza can suyu veren bir anlatı hakikatidir.

Sevgi ve aşk, insanın ruhunda başlayıp paylaşımlarla beslenebildiği ölçüde hayat buluyor/muş.

Bu çorak yarımlıklar ülkesine Mevlut'un hikayesiyle edebiyatın sevgi ve aşk nişinde nefes aldıran İstanbul ozanı Orhan Pamuk'a selam! 

V. Metin
Nisan 2016, Muğla


18 Ağustos 2016 Perşembe

Zehirle(n)me Üzerine

Zehirle(n)me Üzerine

"İktidar zehirler."

En basit ifadeyle toplum, "kurumlar/ın organizasyonu" olarak tanımlanabilir; kurumlarsa aile, ekonomi, din, siyaset ve sanat. Kimi sosyologlar "sanat"ı bir kurum olarak almazlarken kimileri bunlara "eğitim"i de eklerler. 

Hangi açıdan kategorize edilirse edilsinler olgu temelli düşünüldüğünde günümüz (modern) toplumları, yukarıda anılan kurumlara indirgenerek teorize edilir.

Yazılamada kurumların ikisinin ilişkisi, tarihsel örneklerin referansıyla somutlaştırılmaya çalışılacak; ayrıca yazılamaya adını veren ya da başlığına içkin yargı; "zehir", "zehirlenme" ve "deri değiştirme" metaforları aracılığıyla çeşitli tezlerle temellendirilmeye çalışılacak.

"Zehir, "zehirlenme" deyimlerine göndermede bulunarak söz konusu kurumların "ittifak"ından sızan kan/lar ifşa edilmeye çalışılacak; "deri değiştirme"yle de çeperin rötuşlandığı, merkezin özünü muhafaza ettiği. (Her kılığın öze sirayet eden bir etki de yaratarak diyalektiği işlettiği hesaba katılacak.)

Yazılama, örnekleri Roma, Osmanlı ve Cumhuriyet'ten yani Akdeniz coğrafyasından aldı; bununla amacı, "Tarih, tekerrürden ibarettir." ile Heidegger'in pek çok farklı bağlamda andığım "Değişim, aynı olanda birleşmenin garantisidir." sözünde hakikatin nasıl da şaşmazlıkla dile geldiğini göstermek. 

Nietzsche'nin "İktidar kirletir; mutlak iktidar, mutlak kirletir." sözü, "iktidar" söz konusu olduğunda sıklıkla anılır. 

"Devlet nedir?" sorusuna "Benim!" diyen Fransa Kralı XIV. Louis yanılır; çünkü devlet, onunla birlikte ölmemiş, makam/ı hala yerindedir. Devlet, siyayet kurumunun ürettiği ya da (onun) türevi olan ya da siyaset kurumunun türevi ve alt kümesidir:

a. Perikles
Perikles, Spartalılarla savaşta "tarafsız" kalan bir "site"yi, "güce hizmet ettiği"ni ifade ederek topluca infaz edilmesini emreder; oysa Perikles, o "güç"ün kullanıcısı kendisidir.

b. Katharlar
Katolik Kilisesince 'sapkın' bulunan "kusursuzlar" üzerine Haçlı seferi gönderen Papalık, 13. yüzyılda bütün kentin katliam emrini verir; kentte "tanrının kulları" katolikler de olmasına rağmen emrini yineler: "Siz, hepsini öldürün, Tanrı, aralarından kendi kullarını seçer." Sonuç olarak yirmi bin kişi katledilir

c. Fatih Sultan Mehmet - Molla Fahrettin Acemi / Fatih Kanunnamesi
"Kardeş katli"ni de içeren meşhur Fatih Kanunnamesi, siyaseten Türk devlet geleneği yerine devletin imparatorluğa evrilmesine tahtın ve/veya krallığın gücünü sağlamlaştırmak için elzemdir. Baş müftülük makamında olan şeyhülislam, siyaset kurumunun tacını taşıyan öznenin -kral- "ideolojik aygıt"ı olarak hareket eder ve 'kan akıtılmaması koşuluyla' öldürmenin dine aykırı olmadığı söyler:  artık kardeşi, devletin bekası için öldürmek dinen 'caiz'dir.

d. Y. S. Selim - Şeyh İdris-i Bitlisi
Kardeş denebilecek iki şehzadenin kral olduktan sonra kardeş iki ülkenin kralları olarak "barış" yerine "savaş"ı tercih ederler. Y. S. Selim, Safevilerle ırki ve mezhebi yakınlığı olan Anadolu Alevilerinin kırım fetvasını alır.

e. Kanuni Sultan Süleyman - Ebu Suud Efendi
Kanuni'nin Ebu Suud Efendi'den soruncuzsa pek çok politik fetva alır; bunların başında geleni, yazılamanın soruşturduğu, kendine dert edindiği din ve siyaset kurumlarının ittifakına tipik bir örnektir. Yavuz Sultan Selim zamanında başlayan Anadolu Türkmen Alevilerine yönelik kırım, Ebu Suud Efendi'nin fetvalarıyla artarak devam eder. Türkmen Aleviler yanında Ezidi Kürtlere yönelik de fetvalar çıkar/tılır. Türkmen Alevilerin yanında Ezidi Kürtlerin de katliamlara uğraması, Osmanlı'nın siyasetin ötesinde kaygıları olduğunu gösterir; şöyle ki Türklerin Sünni-Hanefi, Kürtlerin de Sünni-Şafi inancına bağlılıkları, siyaseten onaylanır; bunların dışındakiler 'rafızi' bulunarak kırımlarıyla ilgili fetva çıkartılır. 
"Kızılbaşların canları, malları helaldir; onlarla savaşırken ölmek, şehitliğin en yücesidir." fetvesı, dönemin ruhunu yansıtması açısından tipiktir. Fetva, fetva makamının şahsi fikrine dayanmaz; literatürün, içtihatın  bir tür gereğidir. Bu özelliğiyle her fetvanın, döneminin ruhunu yansıttığı ileri sürülebilir. Tıpkı bugün, ibadethane statüsü talep edilen cemevlerinin devlet / hükumet nezdinde görmezden gelinmesinde olduğu gibi.

f. Recep Tayyip Erdoğan - Hayrettin Karaman
"Yolsuzluk'un "hırsızlık" olmadığını ve 'dava' için yolsuzluğun yapılabileceğini ve bunun dinen sorun teşkil etmediği 'fetva'sını vererek Türkiye'de İslamcı hareketin neo-liberal -ama şark tipi- politikadan nemalanmasının önünü açar.
Hayrettin Karaman, tıpkı selefleri gibi biat ettiği siyaset kurumunun ve taşıyıcısı siyasi aktörün/ün ideolojik aracına dönüşerek yazılamanın tezini (de) doğrulamaktadır.

Hiçbir fikir somut değildir. Devletlerin rejimleri de. O nedenle hiçbir peygamber din getirmemiştir ya da din, onun görüşleri ve/veya yaşama şekli değil bir fikrin kurumlaşmasıdır; şüphesiz toplumun mazideki dinden, maneviyatından esinlenilerek, sentezlenerek yaşamın, zamanın diyalektiğinin işletilmesiyle zamanla oluşur.

Devlet, iktidarın siyasi yüzünün kurumsal anlamda organize olmuş, cisimleşmiş halidir. Devletle din, fikirlerin iktidarı ya da iktidarlaşması adına ittifak kurarlar; her biri oportunistçe diğerini siyasi ve/veya dinsel nedenlerle kullanır ve bunu rasyonalize eder. İkisinin de eylemleri hipotetiktir: her şeyi bir başka şey adına isterler, icra ederler.

Gerek siyaset gerek dinler tarihinde bunun pek çok örneği bulunabilir. Mesela İsa Peygamber'den yalnızca birkaç on yıl sonra tıpkı İsa Peygamber gibi yaşayan bir grup Hıristiyan, Hıristiyanlarca 'sapkın' bulunarak infaz edilirler. Yine 'mazlum' Hıristiyanlar, IV. yüzyılda Roma'da popülasyonun kahir ekseriyetini oluşturmaya başladığında Roma nezdinde ihmal edilemez bir noktaya gelirler ya da güce kavuşurlar ve iktidarlaşırlar. İlk icraatlarından biri pagan kültürün önemli belleklerinden biri olan İskenderiye Kütüphanesi'ni yakmak ve böylece pagan belleği hayattan kürtaj etmek olur. İskenderiye Kütüphanesi, başka 'mümin'lerce -Müslümanlar- VII. yüzyılda yeniden yakılır; yakanlar farklı olsa da "kaygı" ortaktır: maziyi öldürerek kendi belleğini inşa etmek.

Fikrin iktidarlaşması, kirlenmesi, dejenere olması; yerleşik iktidar yapılanması ve/veya statüko tarafından devşirilmesi, kendi rengine boya(n)masıdır. Bu, bir ruhun, yaşlanan bedenini atıp yeni bedenler içine girerek aynı ruhla hayat üzerindeki egemenliğini sürdürmesine benzetilebilir.

Yazılamanın başında anılan sözler, tam da buraya karşılık gelir. Çünkü yerleşik iktidar yapılanması kılık değiştirse bile tözsel anlamda ontolojisi muhafaza eder. 

Bu durum ya da olgu, ontolojinin temel kavramlarıyla daha da somutlaştırılabilir. Kötü ruhun bedenini değiştirmesi alegorisi üzerinden gidilerek yazılamanın açmaya gayret ettiği patikadan adımlarımızı atmaya devam edelim. 

Roma, kadim paganizm içinde yaşarken yaşlanan (Pagan) bedeni/ni, tıpkı yılanın, mevsimi gelince derisini sıyırıp atması gibi atar ve yeni bedene geçirir ruhunu; o yeni beden/i Hıristiyanlıktır.

Burada "töz" iktidarken Paganizm ve Hıristiyanlık ilinektir. İktidarı iktidar yapan ya da Roma'yı Roma ne Paganizm ne de Hıristiyanlıktır. Roma, şimdi AB'de, ABD'de ya da daha yerinde bir anlatımla SS'te yani "Sahipsiz Sermaye"de yaşamaktadır.

Benzer retorik Osmanlı - Cumhuriyet ikilisi, Çarlık - Bolşevikler Rusyası için de söylenebilir. Nasıl zulümlerle anılırsa Ortodoks Çarlık Rusyası 'dinsiz' sosyalist Bolşevikler de gulaklarla ya da Napolyon'un Fransa Cumhuriyeti. Kayser'in (Alman) İmparatorluğu ne ise Nazilerinki de odur. Her biri Roma düşüyle üzerine geçirdiği farklı kıyafetlerle tözünü muhafaza ederek varlığını sürdürürler; tıpkı 1990 görünümlü 1930 model Ucube Parti Devleti'nin 'İslamcılık' kıyafeti altında 2016'da Türkiye'de yaşanması gibi.

Yerleşik yapılanma yani iktidar, kendine yönelen eleştirileri, kalkanı kıldığı elbisesiyle karşılar. Tözden ziyade ilinekleri görme, kavrama gücüne sahip kitlelerse, eleştirisini töze yönelik yaptığını düşünür ama hem retoriği hem de çabası yüzeye yani ilinekleredir; yapısal ve/veya tözsel değildir; o nedenle de statüko için kolayca bertaraf edilebilir; ki edilmektedir de.

Statüko, özüne, iskeletine yönelik eleştirilere karşı çok sert reaksiyonlar gösterir ve acımasızca kullanır kurumsal gücünü; bir bakıma asimetriktir güç kullanımı; sıklıkla da eleştirilir oysa "Yılanın başı daha küçükken ezilmelidir!" Büyüyünce ezmez, alıp üzerine giyer ve kalkanına dönüştürüverir -tabii ki dejenre edip kendi rengine boyayarak-; beden yaşlanıncaya değin sürer bu ittifak. Özü gereği "kirli" olan bu işbirliği, hem bedeni/ni zehirler hem de karşısındakileri hayattan kürtaj etmek için her şeyi araçsallaştırır. İktidarla göreli yakınlığın ötesine geçip ittifaktan özdeşliğe evrilen ilişki, kaçınılmaz şekilde zehirler: İktidarın aygıtına, çarkının dişlisine dönüşür.

Devletle ve/veya İktidarla özdeşleşenlere selam!

Veli Metin
Ocak - Nisan 2016, Muğla



11 Ağustos 2016 Perşembe

Basiret Üzerine

Basiret Üzerine

"Bir travma yaşayınca hem kurbanın hem de bunu uygulayanın bedeni, zihni ve ruhu yaralanıyor aslında ve tüm topluluk, topluluğun bütünlüğü, birlikteliği böylece yaralanıyor. Bunun da hakikat ve adalet olmadan iyilşmesi de mümkün değil." Sorensen

Kanal D'de yayımlanan 8 Ocak 2016'daki Beyaz Show'a telefonla bağlanarak “Ülkenin doğusunda yaşananların farkında mısınız? Burada yaşananlar ekranlarda çok farklı aktarılıyor. Sessiz kalmayın. İnsan olarak biraz daha hassasiyetle yaklaşın. Görün, duyun ve artık bize el verin. Öğrencilerini terk eden öğretmenlere seslenmek istiyorum. Bir daha oralara nasıl dönecekler. O tertemiz çocukların gözlerinin içine nasıl bakacaklar. Yazık; insanlar ölmesin, çocuklar ölmesin, anneler ağlamasın."* diyen Ayşe Çelik, programın ardından linç kampanyasıyla tanıştı. Ayşe Çelik üzerinden Doğan Grubu, gruba ait Radikal Gazetesi, CNN Türk Televizyonu ve Kanal D de! 

Programın sunucusu ve yapımcısı / yönetmeni hakkında da "terör örgütü propagandası yapmak" iddiasıyla soruşturma açıldı. Beyazıt Öztürk, Bakırköy Cumhuriyet Başsavcısı Vekili İdris Kurt'a "şüpheli" sıfatıyla ifade verdi.

Yazılamaya adını veren "basiret", Beyazıt Öztürk'ün ifadesinden alınmıştır; yazılamada söz konusu ifadeden yola çıkılarak aktüel 'kavrayış'a sözler söylenerek temellendirilmeye çalışılacaktır.

Beyazıt Öztürk'ün şüpheli sıfatıyla verdiği ifade:
"Bu yayında Ayşe Çelik isimli kişinin bağlanmasından önce neşeli bir şarkı söylenmişti ve eğlenceli bir ortamın ardından bağlanmıştı. Yayına bağlanan bayanın sözleri üzerine seyirciler konuşanı alkışlamaya başladı. Herhalde seyirci de tam olarak benim gibi, denilmek istenildiğini anlayamadı ve sadece çocuklar ve annelerinin ölümü cümlesine odaklandı. Seyircinin de anlamayarak alkışlaması ve bağlanan kişi de öğretmen olduğunu söyleyince ben doğal olarak devletin öğretmeninin kötü bir şey söylemeyeceği önyargısı ile ve o an da aklımdan geçen şehitler, yaralılar, öğretmenler, çocuklar, evde programı izleyen annem gibi binbir türlü düşünceler ve kendi iç sesimi dinlemekten programın devamında bağlanan kişinin söylediğini tüm samimi kalbimle duymadığımı belirttim. Basiret bağlanması yaşadım. Böyle bir olay başıma hiç gelmemiştir. Kesinlikle benim herhangi bir terör eylemini, terör örgütünü veya cinayeti, öldürmeyi övmem, buna prim vermem mümkün değildir. Ben de bir polis çocuğuyum ve polislerin ve güvenlik güçlerinin ne şartlar altında görev yaptıklarını bilirim. Hayatımın her anında zaten hissettim. Bir şehit haberi, anne haberi, bir çocuk haberi, bir öğretmen haberi duyduğumuzda ben de tüm insanımız gibi aynı duyguları ve acıyı paylaşırım."*

Bu ifadenin neresinden tutulabilir? Açılan soruşturmanın ardından programın yapımcısı ve sunucusu Beyazıt Öztürk ile yönetmeni ve telefonla bağlanan Ayşe Çelik hakkında soruşturma açıldı. Beyazıt Öztürk ile ilgili "soruşturmaya gerek olmadığı" kanaatine varan savcılık, onun hakkında dava açmadı.

Davaya dilekçe vererek "müdahil" olan otuz kişi de "teröre destek", "terör propagandası" ithamlarıyla yargılanmakta. Tğrkçe sözlüklerde "kavrış", "anyalış," "seziş", "sağgörü", "vizyon" anlamlarına da gelen basiret, insanın bir tür blinçlilik halidir. Beyazıt Öztürk, anaakım bir kanalda "Show Dünyası"nın bir "araç"ı statüsünde iktidarın hedefi olabiliyorsa ülkede söz söylemenin imkanı artık hakikaten de kalmamıştır.

Davaya konu olan "olay", sırasıyla, toplumun, yargının, mahkemelerin, savcının ve de facto iktidarın basiretinin bağlandığı -daha yerinde bir ifadeyle kendi kendine basiretini bağladığı- söylenebilir. Bir tür "bilinç kaybı" ve/veya "bilinç zehirlenmesi"nin yaşandığı söylenebilir.

"Çocuklar ölmesin!" "Analar ağlamasın!" demek, iyi dilekler ifade etmek, bu, ideolojiden, politikadan nasiplenmemiş ya da daha yerinde bir ifadeyle naif de denebilecek gündelik konuşma retoriği/nin bile siyasi görlüp 'terör' kapsamına alınarak dava konusu olabilmesi, asıl, devletin toplumsal - kurumsal anlamda basiret bağlanması yaşadığı şeklinde (de) yorumlanabilir.

'Çocuk' -Beyazık Öztürk-, belli ki korkmuş, 'patronu', 'ağabeyleri', 'büyükleri' tarafından kulağı çekilmiş ki Ayşe Çelik'in sözlerinin 'terör propagandası' olduğunu kabul ediyor; ve kamuya mal olmuş bir kişinin göreli gücünü kullanmaktan da aciz.

Asgari düzeyde dahi olsa bir söz söyleme cesareti gösteremeyen kişinin "bilinçli" olduğu söylenemez, olmayan yahut zayıfolan şeyin de bağlanmasından, sanırım, söz edilemez.

Canlı yayımlanan bir show programı, bir tür kamusal alandır ve kamusal bir sorun olan "savaş"ın dile getirilmesi olağandır. "Savaş"ın magazinel bir kamusal alan olan TV show programına sirayet etmesi, "basınç yükselmesi" yahut basıncın artık kontrol edilemez noktaya gelmesi olarak (da) yorumlanabilir.

TV ekranları, artık bir tür kamusal alanlardır. Greklerde agora, Roma'da forumlar, Selçuklu ve Osmanlı'da ulu camiler, 17. yüzyıldan itibaren açılan kahveler, şimdiyle AVM'ler kamusal alanlar olarak adlandırılabilirler. 1960'lardan itibaren hayatımıza yoğun biçimde dahil olan TV, 1990'larla birlikte Türkiye'de çeşitlenir, programlar/ı da: toplumsal tartışmalar artık "kamusal alan"a dönüşen genelinde TV özelinde tartışma programları ve 2000'lerden sonraysa evlilik programları, çeşitli yarışma programları.

Show dünyası, hiç şüphesiz sosyo-kültürel ve politik sıkışmışlığın doğurduğu ihtiyaçları gözetmemezlik edemez/di ve işlediği konuları çeşitlendirdi. Bülent Ersoy, 2008'deki bir show programında Kürdistan'daki savaşın bitmesine dair oldukça cesur denebilecek sözler etmiş ve ana akım medya öznelerinin, politikacıların ve de pek çok 'entelektüel'in gösteremediği "parrhesia"yı icra etmişti; ardındna 'çoğunluk' lincine uğradı ve Mehmetçik Vakfı'na yaptığı yüklü bağışla canının ve/veya kamusal özneliğinin 'kefaret'ini ödedi. (Mesela Orhan Pamuk, o 'kefaret'i ödemeyi ısrarla reddetti!) Aradan sekiz yıl geçti ve bu sekiz yılın içinde iki yıl süren "barış" havası egemen oldu. (2009'daki Habur süreci ve ardından KCK tutuklamaları maskaralıklarını ihmal edersek.)

Yazılamaya konu olan olay, bana, aynı zamanda 2009'daki "one minute"yi hatırlattı. Neresinden bakılırsa bakılsın, ister beşeri, ister diplomatik tam bir "skandal" olan olay, hemen ardından yorumcularca da skandal olarak nitelendirilmiş lakin Müslülan/cı bilinçaltına çalışan dönemin Başbakan'ı, İstanbul'da Fatih Sultan Mehmet gibi karşılanmış ve devletin, İstanbul'un bütün imkanları kullanılarak havalimanında miting düzenleyip 'halk'a seslenmişti. Skandaldan 'kahramanlık' üretilince de bütün yorumcular retoriklerini değiştirmiş/ti.

G. Orwell 1984'te rejim muhaliflerinin polis tarafından sorguya alındığı odaya dahi gerek yok günümüz Türkiyesinde. Herkes, durumdan nasıl vazife çıkarılacağını biliyor.

Yüz yıl önce "Ermeni kırımı" yaşanırken basireti bağlanan toplum, hala aynı ya da benzer sorunları yaşamakta. Buradan hareketle -yazılamanın girişinde Sorensen'den yapılan alıntı göz önünde tutularak- "Ermeni kırımı"yla yaşanan travmanın toplumun kahir ekseriyetinin bağlanan 'basiret'iyle bir ilgisi olduğu aöylenebilir mi? Memleketinizin "yarımlıklar ülkesi" olmasının temel nedenlerinden biri (de) "bu" olmasın?

* Erişim: 11 Ağustos 2016: https://www.youtube.com/watch?v=13eGNvqevlQ
** Erişim: 11 Ağustos 2016: http://t24.com.tr/haber/beyazit-ozturk-teror-orgutu-propagandasi-yapmak-sucundan-ifade-veriyor,329191 (Kanal D'de katıldığı Ana Haber'in videosu için: https://www.youtube.com/watch?v=ZaMeRU_2_Rc)


V. Metin
Mayıs 2016, Muğla

10 Ağustos 2016 Çarşamba

Toplu Arınma Ayini Üzerine


Toplu Arınma Ayini Üzerine

Özgecan’ın katili, bardağı taşıran bir damlaymışçasına toplumsal infiale neden oldu tıpkı Gezi’deki ‘birkaç ağaç’ gibi.

Bu yazılama, birbirine zamansal anlamda yakın ve farklı toplumsal katmanların öznelerine “aynı” kategori altında toplanabilen “tepki”yi irdelemek amacıyla klavyeye alınmıştır. 

Bu yazılama, birbirine zamansal anlamda yakın ve farklı toplumsal katmanların öznelerine “aynı” kategori altında toplanabilen “tepki”yi irdelemek amacıyla klavyeye alınmıştır.

Yazılamada ele alınacak örnekler:
a. Ankara katliamanı gerçekleştiren TAK üyesi olduğu iddia edilen “canlı bomba”nın Van’daki ailesine taziyeye giden HDP’li vekile yönelik tutum/lar

b. Çağlayan baskınında öldürülen DHKP-C’li eylemcinin defninde yaşananlar


c. Özgecan’ı öldüren A. Suphi Altıntop’un tartışmalı biçimde öldürülmesi ve cenazesinin defin tartışmaları ve yaşananlar

Kadim Grek ve Roma geleneklerinden gelip İslam’la harmanlanan Anadolu kültüründeki ölülerin defini, ölüye, ölünün ruhuna duyulan saygıdandır. Sophokles’in Antigone adlı tragedyası, Antigone’nin, kerdeşinin ruhunun Hades’e gitmesi için yasağa rağmen, üstelik öldürüleceğini bile bile gömmeye çalışması, İslam öncesi dönemde de ölünün toprağa gömülmesinin çok önemsendiğinin işaretidir ve kadim Türk kültüründe de oldukça önemli bir yeri vardır.

Türkiye tarihi boyunca yaşanan ilk defin sorunu, hiç şüphesiz yukarıda anılanlar değildir.[1] Ne yazık ki son da olmamıştır.[2] Daha büyük toplumsal infiallere, kamplaşmalar yaratan tartışmalara yol açan örnekler (de) yaşanmıştır. Henüz soğumamış bir örneği hatırlayarak devam edelim: 7 Haziran 2015 genel seçimlerinin ardından başlayan süreçte IŞİD ile savaşta ölen Türkiye orijinli YPG’li gerillaların yaz sıcağında Habur sınır kapısında günlerce bekletilen cenazeleri de göz önünde bulundurulmalı ki resmi iradenin ve buna kayıtsız kalan Türkiyelilerin kısmi azamisinin ölüm yahut kendilerinden olmayanların cenazeleri söz konusu olduğunda takındıkları tutum daha net anlaşılabilsin.

Şimdi, tarihte yaşananları ihmal ederek yukarıda anılan üç örneği analiz etmeye çalışalım:

a. TAK üyesi canlı bomba için kurulan taziye çadırı
Olayla ilgili gerekli incelemenin ardından cenazeden arda kalanlar aileye teslim edilir. Memleketi Van’da kurulan taziye çadırında aile, taziyeleri kabul eder. Kürdistan yöresinde taziye, Türkiye’nin diğer yörelerinden farklı sosyal içeriklere ve kodlara sahiptir. Yöreye gidenler bilirler, taziye yeri, halka açıktır ve göreli bir süre mevtanın yakınları taziyeleri kabul ederler. Bu sosyo-kültürel bilgiden yoksun olanlar ya da bu bilgiyi ihmal edenler HDP’li vekili, taziye ziyareti nedeniyle neredeyse linç ettiler. Bir taziyeye gidip savaşın mağduru (da) olan çocuğu/nu kaybeden bir annenin acısını paylaşmak ne zamandan beri linç edilmeyi gerektiriyor? 

Savaşkanlığımız, kandarlığımız, devlet ağzıyla konuşmamız, bilinçlerimize değin nüfuz ederek em temel sosyal değerlerimizden biri olan ölüye saygı ve acıyı paylaşmamıza –bir annenin acısını bile- mani olmakta. HDP’li vekilin taziye ziyareti, hiç şüphesiz politik içerimlere sahip ve çok konuşuldu, tartışıldı ve şimdi de dokunulmazlığı kaldırılarak ‘teröre destek’ten içeri atılmak istenecek.

Bu yazılama, davranışın politik yanlarını ihmal ederek bakmıyor; bilakis bir siyasetçi, kamuya mal olmuş kişiler, savaşın, şiddetin neresinde, hangi tarafında olursa olsun mağdurun mağduriyetini, acısını paylaşmak sorumluluğundadır. Van vakilinin ana sorumluluklarından bir de bölgede süren savaşın sona erdirilmesi için çalışmak olsa gerek.

Ne yazık ki çoğunluk zulmünden ve/veya kitlesel faşizmden kaçamayıp –çünkü onlar da edilebilir/di, hedef gösterilebilir/di- ‘diplomatik’ tutum takınarak Türkiyeli çoğunluğa sevimli görünmeye çalışan başta eşbaşkanları olmak üzere HDP yönetimi de taziye ziyaretini kınamak gafletinde bulunarak çoğunluk baskısına teslim olup genel ‘kavrayış’ın içinde erimiştir.

b. Çağlayan Adliyesi örneği
Öldürülen -ki polis kurşunlarıyla öldürülmüştür, tıpkı diğer DHKP-C’li ve rehin alınan savcı gibi- iki eylemciden birinin cenazesi, memleketi Karadeniz’e götürülür lakin ‘yöre halkı’, cenazenin ‘terörist’ cenazesi olması nedeniyle defnine mani olur. Bir dizi tartışmanın ardından aile defnedebilir ve sorun çözülür(?)

Bu örnekte “olay içinde olay” söz konusu; şöyle ki: ‘terörist’in defin işlemlerinde gerçekleşen olaylar, “olay”ın yani Berkin Elvan’ın kolluk kuvvetlerince öldürülmesinin önüne geçer; bütün olup bitenleri geri plana iterek unutulmasına neden olur tıpkı TAK üyesinin eyleminin ‘nedeni’nin tartışmalarda söz konusu olmaması gibi.

c. Özgecen’ın katili A. Suphi Altıntop örneği
A. Suphi Altıntop, faili olduğu “suç” bakımından şüphesiz diğerleriyle mukayese edilebilir lakin bu konudaki tartışma/lar yazılamanın kapsamı dışındadır. Bu örnekte de ‘kamu’nun takındığı tavır ya da geliştirdiği tutum ortaktır; yani reddetmek. Annenin, ki babası nekrofobi (ölü/m korkusu) ‘nedeni’ ile olaya yani defin işlemlerine dahil olmak istememiş; nasıl tek başına doğurdu ise yine tek başına gömmeye mahkum olmuştur; bu topraklarda hem doğa hem de toplum, yalnız bırakır kadınları, güçlü olmak zorundadır kadınlar, güçlendikçe de nefret edilirler. A. Suphi Altıntop örneği, aynı zamanda bir kadına, bir anneye yönelik zulümdür de. 

Hukuk nezdinde, ilkesel olarak herkes eşit olduğu için defnedilme hakkı vardır. Son zamanlarda “moda” olduğu üzere hukuk yani pozitif seküler hukuk yanında İslam şeriatı açısından da konuyu değerlendirdiğimizde kim olursa olsun defin işlemi yapılır; kimin cennete kimin cehenneme gideceğine yalnızca Yaradan karar verebilir. 

Birini “suçlu” ve/veya “günahkâr” ilan edip gömülmesine mani olmak, bir bakıma Allah’a şirk koşmaktır. Hülasa hem hukuk hem de İslam hukuku (şeriat) açısından defnedilmeli/dir. Cenaze namazının kılınıp kılınmaması, mevtanın itikadına bağlı olsa gerek. Aksi vasiyet edilmemişse geleneklere uygun şekilde defnetmek, cemaate düşen sorumluluktur. 

Hukuksal tasarruflar bir yana oğlunu kaybeden bir annenin “Çöpe mi atayım?” sorusunu sorması, etik açıdan toplumsal duruşumuzun nerede olduğunu göstermeye, sanırım, tek başına yeter.

Her örneğin kısa bir analizinin ardından sorunu ya da sorunları görünür kılmak –ya da saçmak- adına çeşitli tezler ileri sürerek düşünmeye yol açıp patikalaştırmaya çalışarak bitirelim yazılamamızı:

i. Değer duygusundan yoksunluk, etik körleşmeye neden olur. 

ii. Şiddeti, linçi, tecavüzü, düşmanlığı besleyip büyüten kindar nefret söylemlerini dolaşıma sokup kutsanan ve yaşatılan “kitle kültürü”, olaylar vuku bulduğunda kişilere yönelen tepki/ler nedeniyle görünmezleşerek büyük resmi karartır.

iii. Kapalı ve baskı/lanan toplumu, Özgecan vakası özelinde bireysel tepkilerle “kapalılık”a (da) reaksiyon göster(mişt)ir. 

iv. Politik esaret, kitle kültürünce onaylanmayan konularda tepki sansürü –ki, bu da bir tür otosansürdür- yaratır; bunun sonucunda toplumsal boyut kazanan olaylara yönelik tepkiler, sıklıkla amacından sapar ve kaynağını gölgede bırakır.

v. Lince dâhil olan özne ya da toplum, faille zımni özdeşliği nedeniyle kendini onaylamaz; bu nedenle de “olay”a yönelik reaksiyonu kendinedir; öfkesi bu nedenle (de) şiddetlidir ve yer yer linçe dönüşür; ‘kendi’ni öldürüp ‘arzusu’ndan kurtulmak ister.

vi. Siyasi, toplumsal ve zihni ya da entelektüel olarak kuşatılıp sıkıştırılan toplum, iktidarca meşru görülen bir vakayı araçsallaştırarak tepkisini atomize eder; ayını zamanda tepkisizliğini perdeleyerek vicdanını yıkar.

vii. Bir tür ‘arınma’ işlevi gören kitlesel linçe katılan özne, ‘toplu ayin’ ile ya da ‘toplu ayin’de arınarak “gündelik yaşam faşizmi”nin dişlilerinden birine dönüşür; bu tasarrufuyla ‘cemaat’e kabul edilir; irade teslimiyetiyle araçsallaşarak nesneleşir ve artık cellattır elinde taşıyla, kılıcıyla, twitiyle ve diğer sanal silahlarıyla.

V. Metin
Nisan 2016, Muğla


[1] Bakınız: Yargıtay başkanı İmran Öktem’in cenazesinde yaşananlar: Erişim: 10 Ağustos 2016: http://www.dunyabulteni.net/?aType=haber&ArticleID=158131 
[2] Bakınız: 15 Temmuz 2016 darbe girişimi kalkışmasına katıldığı iddia edilenlerin cenazeleriyle ilgili Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığı’ndan yapılan resmi açıklama: Erişim: 10 Ağustos 2016: http://www.iha.com.tr/haber-diyanet-isleri-baskanligindan-darbecilerin-cenazesi-aciklamasi-574344/

9 Ağustos 2016 Salı

Bilincin Subreel Halleri Üzerine


Bilincin Subreel Halleri Üzerine
“İnsan, voroluşu gereği bilmek ister.” Aristoteles
İnsanın, canlılık kategorisine paralel ikinci bir dünya ya da çevre oluşturma süreci, ayağa kalkıp kendine sorduğu “Kimim?” “Neredeyim?” “Ne yapıyorum?” sorularını sormasıyla başlar.
İnsan/ın bilinci, bu üç soruya verdiği yanıtlardır bir bakıma; şöyle ki ‘normal’ yani olanın ya da olgunun bilincinde olan kişi, kim olduğunun –pazarcı-, nerede olduğunun –pazarda-, ne yaptığının –domates, biber, patlıcan sattığının– bilincinde olandır. Olgunun psikolojik boyutuysa “gerçeklik algısı” kavramıyla ifade edilir. Yani bir kişi, kim olduğunun, nerede olduğunun, ne yaptığının bilincinde değilse ‘normal’ değildir; İbrahimi dinler açısından cennetliktir; hukuksal açıdansa yaptıklarından sorumlu değildir.
İnsanın insanlaşma süreci, şüphesiz tamamlanmış değildir, sürmektedir; ve bu, belli bir noktası olan yani bitimli bir süreç değildir. Ayağa kalktığı günden bu yana genel anlamda kültür kavramı altında toplayabileceğimiz her şey –bilimler, sanatlar, felsefeler, dinler-, bu üç soruya verilmiş cevaplardır; ve cevaplara her gün yenileri eklenmektedir; uygarlık, cevapların toplamıdır, dünya/mız da.
Başta anılan Aristoteles’in sözü, yazılamasın da gerekçesidir. Yaşananı, yaşadıklarını anlamak, anlamlandırmak, yorumlamak ve de kendine yüklediği sorumluluklar nedeniyle bir yazılamacı kimliğiyle bunları paylaşmak isteyen bir fakir olarak klavyeyi alalım elimize ve bırakalım kendimizi Kronos’a ve Tyke’ye!
Türkiye toplumu, entelektüellerinden pazarcısına, öğrencisinden köylüsüne, sanayicisinden teologlarına varıncaya kadar herkes, ülkenin kangrene dönüşen hastalıklı yapısı için tanılar üretip tedaviler önerme(k) telaşındadır. Hoş, hem tanı hem de tedavi önerilerimiz, kimliklerimizin renginden öte geçmez; içinde bulunduğumuz ve/veya üyesi olduğumuz büyük–küçük kimlik gruplarının PR’ından da öte değildir sıklıkla. Gözlerdeki ve zihinlerdeki perdeler, olguyu anlamlandırmakta çeşitli güçlükler yaratır.
Buradaki sorun iki yönlüdür: ilki, olgunun çok belirli olmaması, hamlığı ya da nonfigüratifliği; ikincisi, bakanın zihinsel hamlığı ile birlikte gözlerindeki perdeler/i. Bu durum, F. Bacon’un putlarında alegorik ifadesini bulur. Hal böyle olunca “anlama” dediğimiz zihinsel pratik, olguyla örtüşmekten –doğruluktan– uzaktır yani doğruluktan. Anlama, tahlil, tanı ve tedavi denen retorikler, propagandadan öte değer taşımaz, taşıyamaz da çünkü bilgi/ler içermiyor.
İnsanın insanlaşma tarihi, kültür ve/veya uygarlık tarihi olduğu kadar bilincinin de tarihidir. Gerçeklik ile ne denli korelatif ilişki içinde olursa, o denli hayatta kalabilir insan; çünkü mevcudu tahlil ederek anlayıp çözümler geliştirebilir. Eğer olguyu anlamıyorsa, yani çağını, yaşadıklarını, hayatta kalamaz. Anlamanın önkoşulu “bilinç”ten ya da zihinsel olgunluktan geçtiğine göre, hayata egemen olmak, F. Bacon’un, yaşadığımız çağın temel düsturlarından biri olan “Bilgi güçtür.” sözü, eğitimi, zihinsel olgunluğu öngerektirir. Yeterli koşul mudur? Şüphesiz hayır. Hoş, şekli akılyürütmeler dışında olgusal düzlemde hiçbir şey yeterli koşul değildir. Yeterli koşul, bir tür tanrı/sal olandır; o da fizikte ya da reel dünyada değildir. Bilincini olguyla örtüşen bilgilerle olgunlaştıranlar hayatta kalmışlar, kalmakla kalmayıp toplum(lar)a ve doğaya egemen olmuşlardır.
Bu varsayımdan hareket ederek iki şey ileri sürülebilir; ilki, yazılamanın amacı yani mevcudu/olguyu anlamak; ikincisi, Türkiye toplumunun, sıklıkla hamasetle soslanmış retoriklerde dile gelen iddiaları/nı gerçekleştir(e)meyecek ya da yeniden üret(e)meyecek olmasıdır. Yazılama, bir anlamda bunun “çünkü” süne yanıt aramaktadır.
Yazılamayla, bilincin reeli kavramaktan uzak olduğunu dillendirmek adına “bilinç” bağlamında “sürrealizm”den, Psikanalizden, Marxizmden, Muhammed Peygamber'den,  Tasavvuftan, Spinoza’dan, Edip Cansever’den… esinlenilerek sub-reel kavramsallaştırılmasına ulaşılmıştır.
 
Bilincin subreel halleri, toplu tımarhaneye dönen, dönüştürdüğümüz bu ülkede/toplumda olup biten ister politik ister sosyal isterse iktisadi olsun, tavır almayı, kimliksel tepkiler dışında olanaksız hale getirmiş durumdadır; buradaysa tepki olgu yerine “ben”ine ve/veya “ötekisi”nedir.
Mevcudu ya da olguyu teorize ederek genel bir çerçeve sunup bunu kavramsallaştırmayı temel amaç edinen bu yazılama, kendi metinsel bağlamı dışında herhangi bir kimlik grubunun ne yanında ne de karşısındadır. Nesne edinilen, anlaşılmak istenilen bir tür ‘bilinç’ halidir. Bu bilinç, belli türden bir gruba ait değildir yani “altkültür” değildir, kitleseldir, yaygındır. Subreel bilinç, bu habitatın “kitle kültürü”ne dönüşmüştür. O nedenle kimin muhafazakâr, kimin liberal, kimin pragmatist, kimin materyalist, kimin idealist olduğu belli değildir. Bunlar, kaldı ki önemini de kaybetmiştir. Bu, yani yaşananlar “karmaşa” değil “kargaşadır"; kaosun matematiğinin işlemediği, doğal olmayan, hayatın diyalektiğinin kötürümleştirildiği, sürdürülebilirliği olmayan, yaşamın, kendi döngüselliğini üretebilecek araçlardan soyularak enendiği bir ‘habitat’!
Bunun neye dönüşeceğini kestirmek iddiası, bir tür mürteciliktir; çünkü 19. yüzyıla aittir. Sonsuzluğun içindeyiz, sonsuz değişkenin rol oynadığı. Neye evrilebileceğini söylemek güç; lâkin olguyu kavramsallaştırarak yaşananları teorize edebiliriz, bunu, varoluşumuz nedeniyle kaçınılmaz şekilde, zaten, yapıyoruz.
2009’dan bu yana bir tür canlı distopya içinde yaşayan, kendisi canlı distopyaya dönüşen bir ülkedir Türkiye. Hiçbir kavramın, kuramın iş görmediği bir tür sanal, reel olmayan yahut bir başka vesileyle sık sık dillendirdiğim bir kavramla “subreel” bir toplum/ülkedir. Çok ironik gelebilecek bu ifade ya da kavram, fiziğin berisidir, bir tür ön fiziktir; yaşamın, kültürün, bilincin "ön” halidir; henüz gerçekleşmemiş, gerçek olmamış, gerçeğe dönüşmemiş “s a n k i” dedirten, “g e r ç e k  o l a m a z” diye düşündür(t)en, “r ü y a   m ı ?” dedirten türden. Kant, “Görüsüz kavramlar boş, kavramsız görüler kördür.” ifadesiyle insan türünün nasıl bildiğine dair oldukça net bir formülasyon üretir, önerir. Türkiye’ye ve olup bitenlere karşı, kendimi, pek çokları gibi “lâl” hissetmemin nedeni, nev-i şahsına münhasırlıktan öte, üretilmiş gerçekliğin, simularklığın berisinde bir örnek olması, yani bir tür subreel halidir. Bu olmamışlık, subreellik, toplumun zekâ, kişilik, sosyal vb. yaşıyla ya da ergenliğiyle de kimilerince ilişkilendirilmekte. Buradaki kavramsallaştırma denemesi, bu, bir tür ötekileştirici, yer yer aşağılayıcı retoriklere saplanmadan düşünmeye gayret etmektir.
Türkiye, Orwell'in 1984 ile Huxley'in Cesur Yeni Dünya adlı distopyalarının ve Campanella'nın Güneş Ülkesi adlı ütopyasının yani ikisi distopya biri ütopya olan üç ütopyanın ya da fantezi ürünü toplum tasarımının bir tür harmanı olarak düşünülebilir. Düşünmemizi, söz konusu ütopyalardan alınan örneklerle çeşitli analojilerle sürdürelim:
        Filozof / Bilge Kral
Erdoğan, yanılmaz olandır. Mitomanik bir lider olduğu, kitlelerin ruhunu gören ve dilediğince giydiren siyasi bir dahi olduğu artık teslim edilmelidir. Erdoğan ve periferisi arasındaki diyalektik Gezi’yle birlikte sona ermiştir. Şimdiye kadarki olanlar uyarıydı, şimdiden sonra, gücün, o kaba sığmazlığı, leviathanlığı hayatı daha fazla esir alacağı iddia edilebilir. 
        101 Numaralı Oda - Big Brother (Koca Ağabey)
‘Hukuk’, basın/havuz medya ve ekonomi – politik, temel enstrümanlar/ını kullanılarak, Big Brother’in her şeyi gördüğü, takip ettiği hatırlatılıyor; 101 numaralı odayla 'sistem’, muhaliflerini satın alıyor ve/veya etkisiz hale getiriyor; onlara, ‘reddedilmeyeceği bir teklifte’ bulunuyor; bunun, bir tür 'mafyatik örgütlenme' olarak dünyada oldukça yaygın kullanılan bir “yöntem” olduğu söylenir.
        Korku & Panik 
Özellikle 7 Haziran seçimleri sonrası, o, oldukça ucuz, bilindik “numara"dır Türkiye’de devreye sokulan: ortalığı yakarak ‘koruyucu’ya duyulan ihtiyacı artırmak; göreli huzuru bozarak, huzur sağlayıcı koruyucuya tabi olmak. 7 Haziran ile birlikte devlet, bir tür ‘suç ortağı’ olan PKK ile birlikte Türkiye halkları üzerinde kendi makro politikalarını icra etmek adına ‘mafyatik koruyuculuk oyunu’ oynamaya başlamışlardır ki ‘oyun’, ne yazık ki sürmektedir; ilk taşı kimin attığı/nın önemi yoktur artık. Bununla da kendi iktidar/lar/ını berkiterek siyaset sahasına yeni oyuncuların çıkmasına mani olmuşlardır. (PKK ile HDP arasındaki ilişki, 7 Haziran sonrası, PKK’nin eylemleriyle birlikte analiz edilmeye muhtaçtır.)
        Soma
Cesur Yeni Dünya’da iş dışında hayat yoktur; “Hristiyanlık ve alkolün bütün etkilerine sahip ama yan etkisi olmayan” soma aldıkları için sanki bir başka dünyadadırlar. Türkiye’deki pop İslam da iş ve üreme dışındaki zamanı ‘hoş’ geçirme aracına, bir başka deyişler “soma” işlevine dönüş(türül)müştür.

Türkiye habitatında nefes alan her özne, kompozisyonun bir öğesidir. Hepimiz, bu resme kendi rengini vermekte: kompozisyon/umuz toplamımızdır! 


“Üzerine harici gölgelerin düşmediği bir hayata!” diyerek yazılamaya bir başka konu ya da sos için ara verelim.
Bir şarkının, gülüşün peşinden koşmamıza mani değil lakin bilincimiz!
V. Metin Bayrak
Kasım – Aralık 2015, Muğla