"Kafamda Bir Tuhaflık" Üzerine
"Yarımlıklar ülkesindeki bir 'tam'ın trajik yalnızlığı" da denebilir ülkesine egemen olan yarımların aforozuyla yurdunu terk etmeye zorlanan Orhan Pamuk için.
Her ne kadar "ilk ve son siyasi romanım" dese de Kar için "Kafamda Bir Tuhaflık", siyaseti gündelik anlamından soyutladığımızda daha pür denebilecek siyasi bir roman.
Teknik, içerik ve sosyo-politik olmak üzere üç ana aksa indirgeyerek söz konusu romanı irdelemeye çalışacağım bu yazılamada. İrdeleme ya da kritik, her zaman olan ama konjonktürel olarak zaman zaman çatış(tırıl)an ve yeni form(lar)a sokulan birtakım ikiliklerin 2000'lerdeki biçimiyle 'seküler - anti-laik dikotomisi'nin ve/veya sosyo-politik ikiliğin gerilimiyle habitat olmaktan çıka(rıl)an toplumsal hayatın "maneviyat ontolojisi" temele alınarak yapılmaya çalışılacak.
Kitap, kronolojik de denebilecek bir tasarrufla 7 kısımdan, 57 alt bölümden oluşmakta. 466 sayfa olan kitapta kurmaca metinlerde pek rastlanmayan kronoloji, karakter dizini ve aile soyağacı da bulunmakta; bununla beraber fonda akan hayat reel olay/lar, zamana göre işle(til)mekte. Karakterlerin yirmisi aileden; onlarcası aile dışından, olayların kesişiminde varlık gösteren karakterlerden oluşmakta. 1968 Eylül'ünden 25 Ekim 2012 Perşembe günü arasındaki 44 yılı mercek altına alıyor. Pamuk'un diğer romanlarında da görülen kısım altbaşlıkları bu kitabında da "Oku beni!" albenisine sahip yani çekici; "neyin nerede olduğunu" bilmek ya da görmek isteyen günümüz 'kolaycı okur'a yönelik bir tür "kullanım kılavuzu" işlevinde.
Zamanın olaylar eşliğinde ama hayatı gölgelemeden akıp gitmesi, kafasında bir tuhaflık olan kahramanımızın -Mevlut- yaşamını bastırmadan, konuyu yahut objeyi kaçırmadan oldukça başarılı şekilde kotarılmış.
Zamanın akışıyla boynu eğilip başına kırlar düşüveren ve yabancılık içinde hayat mücadelesi verdiği kenti/ni yurduna dönüştür(e)meden geçiveren çalınmış hayatlar... "çalınmış hayatlar ülkesi masalı" da denebilir romana.
Osmanlı'nın ertelediği ve Cumhuriyet'in ertelemekle kalmayıp kendi rejim derdi nedeniyle dokunmaktan imtina ettiği hatta ürktüğü kent-kır diyalektiği, çağın tazyiki nedeniyle bir tür çığa dönüşerek kaçınılmazcasına kendi normlarını ürettiği bir pratiğe dönüşür aynı zamanda Türk Modernleşmesi ya da kentleşmesi. "Talan"ı ana normu kılan bu pratik, hiç şüphesiz kendi "değer" dünyasını da estetiğini de -daha yerinde bir anlatımla "maneviyat"ını kısa zamanda üretecektir, ki üretmiştir de! Kaçınılmaz olana kızmak, olsa olsa hayatın normlarının farkında olmayan, yerçekimini ihmal ederek yürüyebileceğini düşünen karikatür bir romantiğin davranışı olabilir. Kentli ya da yarı-kentli münevver/lik-entelektüel/lik arasına sıkışmış Türk tipi -Asyatik de denebilir- 'aydın', olup bitenlerin "zorunluluk" olduğunu kavramaktan yoksundur; hoş, hala kavradığı da pek söylenemez. (Bknz. "Oyunu bir paket makarnaya veren halk!" retorikleri.) Olmayan, olduğu düşünülen, tahmin edilen, arzu edilen bir tür fantezi yahut fantastik ontolojiye sahip 'Nişantaşı Kulübü' ya da sosyetenin ne kendi ne de üyesi vardır; olmayan kulübün üyesi olmak için sokağa dökülen lumpenler toplamının şaşırmışçasına şebekliklerinin toplamı olan bir yarımlıklar kumpanyasıdır içinde yaşadığımız habitat.
Konya Beyşehirli çoban Mevlut'un, İstanbul'a okumak ve çalışmak için hemşehrilerinin yanına gelişi, kızların okula gönderilmemesi, annenin memlekette kalması, yoksulluk ve kente ve özellikle İstanbul'a duyulan özlem; 1970'li ve 80'li yıllara egemen olan kentli-köylü dikotomisi ve köylülerin hep eksik/likle içine atılıverdikleri bu yeni habitatlarına ve öznelliklerine bakmaları; ruhlarında hiç bilmedikleri, tanık olmadıkları bir boşluk; bu, eksiklik yaratan, yurduna dönüştürmeye ömrü vefa etmeyecek şehre olan yabancılık uru; urun atılmasının koşulu olarak görülen çocukların okuması ve rant ekonomisinden, İstanbul'un zenginliğinden pay alma... gibi ayrıntılarla kurgu, incelikli şekilde referanslarını hayattan alarak ete kemiğe büründürülür.
Karakterin bütün yaşamıyla inşası, olabilecek bütün ayrıntılar ışığında ete kemiğe büründürülerek sağlanmış; Türkçe edebiyatın artık yeni bir karakteri var: Mevlut. Mevlut, Osmanlı-Türk Modernleşmesinin arzu ettiği ama yaratmayı başaramadığı bir karakter. Göçer-köylü, köylü-şehirli, hilafetçi-cumhuriyetçi, Demokrat Partili-Halk Partili, Sünni-Alevi, Türk-Kürt ve nihayet dinci-seküler ya da AKP'li-Modern ikiliğinin sosyo-politik olarak sürekli yeniden üretimi nedeniyle cehenneme dönen habitat/ımız. Mevlut, tam bu noktada Anadolu'nun derin bilgeliğini sezgisel olarak taşıyan, bunu, eşi, çocukları, işi ve nihayet ilişkilerine yansıtabilen sosyolojik -organik- bir özne olduğunun bilincinde: kadim Anadolu'dan süzülüp gelen bir özne / kişilik. Varolmak için kendinden uzaklaşmayan, bunu, korkaklığına bağlayanlar çıkabilecektir elbette ama o, özü itibariyle sosyal bir organizmadır ve her canlı gibi yaşamak arzusu içindedir.
Kurgunun sıkı dokunmuşluğunun ana öğesi olarak düşünülebilecek Beyşehir (Konya) - İstanbul hattı ve İstanbul içinde gecekondu gölgesi olan Sanayi Mahallesi ile Mecidiyeköy - Şişli - Kurtuluş - Beyoğlu - Karaköy - Sirkeci hattı. Mevlut'un kente olan yabancılığını, eski İstanbul içlerinde Zeyrek'i aşıp Fatih'te Efendi Hazretleri'nde keşfedip dağıtması; Rayiha'nın, o ruhundan gelen kokusu gibi ruhundan gelen kavrayışıyla Mevlut'un yurduna dönüşmesi; Rayiha'nın kaybıyla yeni yurt olarak kızlarına sığınmak istemesi ama kızlarının Tarlabaşı, Beyoğlu, İstanbul ikinci kuşak göçmenler olarak hayattan beklentilerinin peşinden gitmek istemeleri ve Mevlut'un yeniden yurtsuzlaşması...
Mevlut'un biri kentsel, mezhepsel -Sağcı Sünni Süleyman- diğeri ruhsal -Solcu Alevi Ferhat- yakınlığı olan ve yukarıda anılan dikotominin özneleri arasındalığı, uzlaşmacı kişiliğine, tarafgirlik sığlığından uzak durabilen ruhsal dinginliğine işaret olarak yorumlanabilir.
Türkiye, tıpkı Mevlut gibi 'çakallık' ile 'romantiklik' tutumları arasındaki politika görünümlü çatışmanın altında yaşama tutunmaya çalışmakta. Yazar, romantik devrimciliğin öznesi olan Ferhat'ı çocuksuz bırakıp devrim ve mezhepsel yenilgisinin ardından kökünde, kültüründe olmayan bir alem içinde meçhule gönderir, öldürür ama faili gizler; fail, o değişmeyen habitattır; oysa 'çakallık' çoğalarak büyür, kentin silüetine dönüşür ve sokağa egemen olur. Roman, siyasi bir tasarruf olmanın ötesinde pür realist bir toplumculuk zırhı takınarak reel olay ve mekanların içine konumlandırdığı karakterler ve ilişkileri aracılığıyla siyasi argümanlarını dillendirir. Dinciliğin rant ekonomisini ele geçirmesi -ya da tersi-, başta İstanbul olmak üzere bütün ülkeyi kuşatıp kente kendi değerlerlerini zerk edememenin öfkesiyle hiddetlenmesini dillendirmekte.
Yazarın realizmden ördüğü zırhların içine sakladığı Mevlut, Beyşehirli çoban; analı ama fiilen öksüz köylü gecekondu çocuğu; seyyar yoğurtçu - bozacı oğlu; politikanın yahut üstkimliklerin sirayet edemediği naif, ürkek yarı köylü-yarı kentli; kayınpederi gibi kız babası olmanın kırılganlığını taşıyan; Efendi Hazretleri'nin kelamlarını sezgisel olarak anlayan -ama kendini yer yer saklayan-; ciddi hırsları olmayan romantik bozacı, pilavcı... çoban. Çobanlığını, geceleri kentin sokaklarında boza satarak sürdürmesi, bir anlamda köyde geçen çocukluğunun çobanlığını yani bireysel özgürlüğünü devam ettirmesi, göreli sürelerle yaptığı mesaili işlerde/n mutlu olmaması, ruhunun çobanlık yaptığı köyüne -ve 'çobanlığa' devam ettiği kentin sokaklarına- ait olduğunun işareti olarak yorumlanabilir. Kentin, ruhu kente ait olmayanların tasarrufunda hunharca katli, "ruhsal yurtsuzluk"la da açıklanabilir. Mevlut, o ruhsal yurtsuzlardan biridir tıpkı pek çoğumuz gibi.
Safiye Teyzenin / Yengenin siteye geçme direnci, Hasan Amcanın bakkalda kese kağıdı yapmayı sürdürmesi, kaçınılmaz sonun maziden getirdiği ve az kalan ömrü nedeniyle yakınlarının yani "hayat"ın göz yumarak hoş gördüğü tatlar(ı)dır.
Süleyman'ın kentsel özneliğe teslimiyeti, başı açık bir kıza bile tahammül edemeyip -aslında arzularıyla inançları arasında sıkışmışlığı- bir 'şarkıcı' ile yuva kurması, kentin kendi normlarını, içindeki 'köylü' de olsa zamanla sirayet ettirmesinin örneği olarak okunabilir.
Safiye Teyzelerin / Yengelerin evi, bir tür "meet point" olarak uzun yıllar işlevini sürdürür. Bunda, hiç şüphesiz Korkut'un bütün baskılarına rağmen yaşam alanı açmayı başaran Vediha'nın bir kadın olarak her şeyi çekip çevirebilen becerisinin yanında sosyolojik bir ihtiyaca cevap veren mimari mekansallık işlevine sahip gecekondunun -organik mimarlık ve/veya kentsellik-payı büyüktür.
Boza, İrşad Gazetesi'nin reklamına ya da tanıtımına -ki politiktir gazetenin bozaya yer vermesi- rağmen geleneğin itip kakmayla yaşatılamayacağının delaletidir. Geleneğin, bir tür hülle yoluyla alkolü Müslümanlara içirmesi olarak da yorumlanabilen boza, değişen hayatla senkronize olamaz ve hayatın dışına itilir tıpkı Silivri Yoğurtları ve bakkallar gibi.
'Laik' ya da 'seküler' denen kitlenin yer yer karikatürize edildiği romanda İktidarı Hacı Vural ve yanaşmaları yani Mevlut'un amcaoğulları Aktaşlar temsil eder.
Oysa aşk, bütün bunları fonuna alan ana temadır. Niyetle eylemin diyalektiği, yer yer pür tasavvufi bir felsefeye varan anlatımla işlenir. Kitabın "Bu, boza ve yoğurt satıcısı Mevlut Karataş'ın hayatının ve hayallerinin hikayesi.", "hem kalbimin hem de dilimin niyeti" olan "Ben bu alemde en çok Rayiha'yı sevdim." sözüyle bağlanır. Ruhuyla birlikte aşkı/nı kaybetmiş bir çağın masalsı bulabileceği -ama içten içe imreneceği- ruhunu kaybetmiş maneviyatımıza can suyu veren bir anlatı hakikatidir.
Sevgi ve aşk, insanın ruhunda başlayıp paylaşımlarla beslenebildiği ölçüde hayat buluyor/muş.
Bu çorak yarımlıklar ülkesine Mevlut'un hikayesiyle edebiyatın sevgi ve aşk nişinde nefes aldıran İstanbul ozanı Orhan Pamuk'a selam!
V. Metin
Nisan 2016, Muğla