bu felsefeleştiride, ak parti'nin geniş koalisyona dayanan tabanının bir bir çözülmesi, yaklaşan seçimler nedeniyle tarafların kılıçlarını çekmesi, belden aşağıya vurmalar... ak parti'nin 'iktidar'(lığ)ı değil, 'muhalefet'(liğ)i ele alınacaktır. girişin ardından bir hipotez, ileri sürülecek, ardından bir ara sonuç teziyle yazı bitirilecek.
giriş
ak parti, erdoğan öncülüğünde 2002'den bu yana yalnızca türkiye tarihinde değil demokratik dünya ülkelerinde benzerine pek rastlanmayan üst üste üç seçim kazandı, üstelik oylarını da artırarak. 2001'deki küçülme, küçülmeyi doğuran çürüme, siyasi partilerin siyaseti ve hükumet etmeyi askere tahvil edip aynılaşması, kirli savaşın kokusunun her yana yayılması... halk nezdinde ciddi bir temizliği kaçınılmaz kıldı. sonuç: akp kazandı. uzun süre alınan oy ile temsil edilen sandalye arasındaki uçurumun neden olduğu meşruiyet krizi tartışılır diye düşündüm başlarda ama işler yolundaydı ya da yoluna gireceği ümit ediliyordu. "umut"un havuç işlevi, seslerin kesilmesine neden oldu.
2002, çok yazıldı, konuşuldu. kısaca 2002 seçimlerini, öncesi ve sonrasıyla aktörleri ve rakamlarıyla birlikte hatırlayalım ak parti ve temsil ettiği kitleyi anlamak için. bir önceki 2009 seçimlerinde türk sağı denen seçmenin oyları: mhp %18; fazilet %15; anap %13; dyp %12; şeklinde dağıldı. birinci parti olan dsp %22, baraj altında kalan ve tarihsel misyonunu o saat bitiren chp ise %9 aldı. her devirde iktidarın yanında olan seçmenler, 2002'de "ışık" gördükleri akp'nin yanındaydılar. 2002'de akp %34; chp %19; dyp %9; mhp %8; gp %7; anap %5; sp (saadet) 2.5; dsp %1.2.
bu oranları incelediğimizde akp, mhp'nin %10'unu, dyp'nin %4'ünü, anap'ın %8'ini, sp'nin %13'ünü aldı ve %34'lük oya ulaştı. sağ seçmen, akp'de toplandı. 2007'de durum yine değişmedi. 2002'de tortu olarak kalan yüzdeleri de alarak seçimlerden güçlenerek çıktığı gibi artık merkez sağın yeni adresi, akp ve lideri erdoğan'dı. özal ve menderes ile yan yana getirilmesi, hareketin kendini nerede konumlandırıp başlardaki “tanım sıkıntısı”nı ‘aşması’nı sağladı. yenilikçilik ve hizmet anlamında özal, askeriye ve yerleşik bürokrasiyle mücadelede menderes, oluşturulan kimliğin kültleriydi. erdoğan, yan yana getirildiği özal ve menderes kültleriyle, artık kültleşmekte, antikitenin diliyle söylendiğinde tanrılaş(tırıl)maktaydı. özellikle menderes'e yaptığı göndermeler, oynadığı mağduriyet kimliğini, kitleler nezdinde pekiştirmekteydi. bir kardinalin papa seçilmesiyle “yanılmazlık” unvanı alması gibi artık hareket ve iktidar eklemlenmeleri, erdoğan’ı “yanılmaz” kılmış, söylediği her şeyi, temellendirme işlevi yüklenmiştir.
iktidarı süresince sık sık ve üçüncü döneminin sonuna yaklaştığımız bu günlerde eskisi denli olmasa da iktidara, daha doğrusu kendi yarattığı iktidara karşı sürekli savaş halinde bir dil kullandı. iktidarda kalması, kimi analistlerce, sürekli muhalefet dilini kullanmasına bağlandı. evet, bir bakıma haklıydılar, yerinde bir tespitti. evet, iktidar, sadece hükumet tarafından temsil edil(e)mez(di) türkiye'de; asker, yargı, basın vb. çeşitli iktidar öbekleri vardı(r). içlerinde hiç şüphe yok ki silahlı gücün inisiyatifini, siyasilere 'ayar' verme gücünü elinde bulunduran askeri bürokrasi ve eklemlenmeleri öne çıkmaktaydı. erdoğan öncülüğündeki ak parti, dayandığı geniş koalisyonun etkin desteğini, devletin imkanlarıyla birleştirince iktidarı parçaladı, güdümüne aldı. 2011 seçimlerinin bir tür ön yoklaması olan 2010 referandumu, ardından gelen seçim, ak parti'yi cumhuriyet'in kurucu partisi chp kimliğine büründürdü. erdoğan ve ak parti, “bu chp!” diye sürekli “vurduğu” tek parti chp’sine benzemeye başladı. evet, "iktidar, yozlaştırır; mutlak iktidar, mutlak yozlaştırır." sözü sıklıkla hatırlatılır oldu.
2011, her anlamda kırılmaların tohumlarını ekti. bunda seçimler ile iktidarını pekiştiren, askeriyenin ardından yargıyı ve çoktan gönüllü basını da tamamen güdümüne alan erdoğan, psikiyatristlerin "güç zehirlenmesi" dedikleri olguyu yaşamaya başladı. tezahürüyse, rasyonalitenin kaybı. iç politikadaki söylemleri, dış politikada ülkeyi yalnızlaştıran, komşu ülkelerle olan ilişkilerini geren politikalarla birleşince söylemi daha da sertleşti. iç politikayı, dolaşıma soktuğu ve bütün ülkenin gündemini kolayca benimseyiverdiği polemiklerle dilediği gibi maniple edebilmekteydi. ama dış politika öyle değil(di). gezi öncesi suriye'de başlayan süreci bitirmeye yönelik diplomasi trafiği, en son abd ziyareti esnasında obama tarafından tamamen sonlandırılınca gerginliği bir kat daha arttı. üstüne patlak veren gezi, hem erdoğan'ı daha da sertleştirdi: iç savaş çıkarabilecek bir dille, toplumu ayrıştırıcı dil kullanmaktan çekinmedi “%50’yi zor tutuyorum.” diyerek. böylece, “devlet adamı” hakkını da kaybetmeye başladı. tarihe baskıcı bir tiran olarak geçmeyi tercih etti.
2002'den günümüze, ak parti'nin dördüncü dönem yapılacak yerel ve genel seçimleri kazanacağına kesin gözüyle bakıldığı bir dönemde, daha önce koalisyonu(nu) oluşturan ayakları(nı) kaybetmesi nedense kamuoyu nezdinde çok önemsenmezken "cemaat"le çekilen kılıçlar, ana gündeme oturdu. iç politikada varlığını, soğumadan hala sürdürüyor; üstelik, gün geçtikçe daha sertleşerek.
türk sağı, bürokrasiyle mücadele tarihidir bir bakıma. farklı bağlamlarda statükoyu temsil eden iki öbek, türkiye tarihine yön verme iddiasıyla türk, sünni ve muhafazakar olmayan, bürokrasiyle eklemlenmemiş kitleleri iktidar alanından dışlayarak kendi egemenliğini muhafaza edegelmiştir. iktidarını ne kürtlerle ne de alevilerle paylaşmıştır. iki kitle, hala iktidar alanının dışında konumlandırılmaktadır. (cümlenin yüklemi, siyasi iradenin dizayn ediciliğine işaret etmektedir.)
hipotez
“iktidar, anti-tezi olan muhalefet ile varlığını sürdürebilir; onunla beslenip güçlenebilir. bir başka deyişle iktidarı besleyen muhalefettir.”
erdoğan, iktidarın yozlaştırmasından muhalefeti oynayarak uzak kalmaya çalıştı. ak parti, aslında erdoğan demektir. ortada bir partiden ya da kavramın içini layıkıyla dolduran bir partinden söz edilemez. bunun en güzel örneği, 2011 seçimlerinde kampanyayı yöneten uzamanın sözleridir: "ak parti'nin en büyük gücü, erdoğan'dı; biz de bütün kampanyayı onun karizması üzerine kurduk, vitrine erdoğan’ı koyduk" ortada erdoğan dışında kimse yok. domuz gribinden gezi sürecine, arınç ile olan polemikten, 'ucube' konusunda kültür bakanının konumuna... erdoğan'ın dediği dedik(ti). bu da ortada kavramın içini dolduran bir partinin olmadığının somut verisi olarak yorumlanabilir. erdoğan'ın kararlılığı, karizması, inançlılığı, güçlü siyasi sezgileri ile birleşince kitleleri kazanmaya devam etti, iktidar, çevredekileri zenginleştirdikçe, demokrat olmamak, eklemlenmek, iradelerinin aşın(dırıl)ması... mesele olarak görülmedi.
ak parti'yi iktidardan uzaklaştırmak için çeşitli koalisyonlar kur(dur)uldu; bunlardan kimisi derin devlet olarak iddia edilen ve şimdi ergenekon diye içeride olan kadrolarınkiydi. iktidara yönelik her girişimden buna kapatma davası, cumhurbaşkanlığı seçimi vb. de dahil ak parti güçlenerek çıktı. ak parti'yi iktidardan uzaklaştırmanın yolu, iktidarını elinden almakla mümkün görünmedi. o halde ne yapılması gerekiyor(du)? elindeki muhalefet alınmalıydı. cemaat, ak parti ile suni biçimde başlayan ya da başlatılan polemiğin ardından muhalefete soyundu. taraf ve cemaat kanadı, tıpkı ergenekon sürecinde olduğu gibi "tetikçilik"e başladı. kılıçlar çekildi, belden aşağıya vurulmaya başlandı, saflar belirlendi ve mevzilere konumlanıldı. tarafların ‘demokrasi talebi’, ‘sivilleş(tir)me’ kaygılarıyla kurdukları ittifak, “takke düştü, kel göründü” deyimiyle açıklanabilir. samimiyet, testinden çakanlar, tarihi, g. orwell’in 1984’ündeki gibi tahrif edebilirler ama zamanın, o tahrifatı ortadan kaldırma gücü, sonsuz örnekte kendini göstermiştir. o nedenle çaba, “zevahiri kurtarmak”tan öte gitmez.
devlet eliyle beslenen, 1984'te yaratılan türk-islam sentezinin "ideolojik aygıtı" işlevi gibi çalışan cemaat, artık bir anlamda devleti temsil edecek statüye kavuştu. ak parti, müslüman milliyetçiliği, sünnilik üzerinden ülkeyi ve bölgeyi idare etme, osmanlı'yı yeniden canlandırma, müslüman ülkelere ağabeylik etme vb. rollere bürünüp tarihsel kimliğinde yarattığı rollerini icraya kalkınca reel-politikayı kavrayacak rasyonaliteden uzaklaştı. buna, erdoğan'ın başarılar ve seçim zaferleriyle yaşadığı "güç sarhoşluğu", türkiye'nin sınırlı gücünün etkisiyle biçimlendiremediği ortadoğu politikasında en son ırak bölgesel kürt yönetimi ile yaptığı ama ırak ve abd'ye "yapmadım" dediği petrol anlaşmaları eklenince, işler içinden çıkılmaz noktaya geldi.
ara sonuç
işte, ak parti ya da erdoğan'ın 'kalbi' ürettiği mağduriyet ve ona dayalı geliştirdiği muhalefet söylemidir. cemaat, artık parti devlete dönüşen ak parti - devlet iktidarından pay almak ya da ona ortak istiyor. erdoğan ise başkanlık talebiyle de dillendirdiği iktidarını kendi şahsında toplamak, tek adama dönüşmek, kültlüğünü kurumlaştırmak arzusunda. artık devleti -devleti denilince de abd gelir nedense hemen akla- temsil ettiği söylenen cemaat, ak parti'nin elinden muhalefeti alarak atomize olmuş merkezi iktidarı(n) a(lın)abileceğini söylemektedir; tabii ki anlayana. hemen “gezi’de muhalefet yok muydu?” diye sorulabilir. şüphesiz vardı ama o, erdoğan’ın temsil ettiği -beslendiği değil- bilakis, devlet aygıtının ‘ezeli düşmanı’ olan “ihmal edilebilir” nicelikte ‘halk’ın ‘gerçek gündemi’ni oluşturmayan “ezilesi” bir kalkışmaydı. iktidara sahip olan erdoğan hükumeti de “öyle” yaptı. ara sonuç niyetine “muhalefet(liğin)i kaybeden ak parti, iktidar(lığ)ını yitirmektedir.” tezi söylenebilir. erdoğan'ın, cumhuriyete, kurucu figürlerle olan derin sorunu, 2023'ü aşıp 2071'i gündeme taşımasındaki amacı, bir başka yazıda ele alınacaktır. bu yüzden "ara sonuç" ifadesi tercih edilmiştir.
v. metin bayrak
08 aralık 2013'istanbul, f.zade