24 Mayıs 2020 Pazar

Felsefe Taşı

Gezgin Tayfa & Opus Noesis
Veli Metin ile Felsefeye Yolculuk - Felsefe Taşı*

Tanışma
Merhaba. Öncelikle bu distopik Covid19 günlerinde kendinize bayram hediyesi olarak “felsefe taşı” verdiğiniz için kendinizi tebrik etmenizi rica ediyorum. Birini tebrik etmeden önce düşünürüz nasıl edelim diye eğer protokol ilişkisi değilse. Bu sefer kendimizi nasıl tebrik edeceğimiz üzerine düşünelim. Ama muhakkak tebrik edelim. 

Şimdi. Hikayesi olmayan yoktur. O, yaşamamıştır. Deredeki taşın da vardır bir hikayesi. Kökleri derenin içine inen ağacın da. O kökün üzerine tüneyen kurbağanın da. Dereye su içmeye gelen geyiğin de. Baharla coşan derenin sesine karışan kuşların cıvıltısının da. Bu manzaraya bakıp ciğerlerinin en derinine ulaşan nefesi alıp bütün yaşamını gözden geçiren yolcunun da. İşte birer yolcu olarak hikayemiz üzerine düşünerek başlayalım. 

32 yıl önce bir kitap geçti elime. Henüz lise ikinci sınıf öğrencisiyken. Platon’un dilimize nedense yanlış biçimde Devlet diye çevrilen ama Grekçesi ile düşünürsek Cumhuriyet ile. Yolda karşılaştığım bu yolcuyla birlikteyiz 32 senedir. Bu yolculuk sürüyor ve şimdi sizinle karşılaştık bir mola yerinde. 

Lütfen siz de felsefeyle ya da tutkuyla bağlı olduğunuz ve yaşamınızın akışına yön veren kişi ve alanlarla nerede nasıl karşılaştığınız üzerine düşünün. A. Maouluf, Semerkand’da Hayyam’a zamana dair şunları söyletir: “Zamanın iki boyutu vardır; biri, uzunluğu, ki onu belirleyen güneşin seyridir; ikincisi kalınlığı, ki bunu belirleyen de tutkulardır.” O karşılaşmada ne olur? Aşk da benzer bir karşılaşmanın meyvesi değil mi? 

Hepimiz her gün sonsuz uyarıcı ile karşılaşırız. Bunlardan kimileri bizim ruhumuza dokunur. Bizde bir karşılığı vardır. Bizimle etkileşir. Bir anlamda hücrelerimize giren virüs gibi. Bu buluşma, hemhal olma, hem bizi hem onu hem de birlikteliğimizi değiştirir. 

Atölye I - Tanışma
Hadi felsefeyle nasıl, nerede tanıştınız, sizde yarattığı imge ne oldu? Hatırlamaya çalışın; hatırlayamazsanız şimdiki imgesel temsilini düşünün lütfen. Hemen aklınıza gelecek, işte onu paylaşabilisiniz. Grupla paylaşılmasını istemiyorsanız yalnızca bana, değilse herkese gönderebilisiniz. Buradan paylaşalım ki bu buluşmayı etkileşimli kılalım. Öğrenelim birbirimizden. Yol arkadışıyız ne de olsa. Yolculuk, hafiletirmiş ruhu. Kolay çıkarmış insanın kim olduğu. Türkçede de denmez mi tanımak için birini ya alışveriş yap ya da çık yolculuğa diye. 

Veli Metin ile Felsefeye Yolculuk
Neden “Veli Metin ile Felsefeye Yolculuk” ve “Felsefe Taşı”? Kısaca açıklamaya çalışayım. “Veli Metin ile Felsefeye Yolculuk - Felsefe Taşı”, hayatımıza yön veren temel kavramları felsefe ile konuşmak, uygulamalı felsefe (felsefi danışmanlık) yöntemiyle sorular sormak, üzerine Sokratik Konuşmalar yaparak felsefeyi kamusallaştırmak amacındadır. 

Odağında mutluluk, aşk, mahremiyet, ilişki, şiddet, iktidar, güç, güçlü olmak, başarılı olmak, kariyer, yalnızlık, ölüm, sevgi, bağ, bağlılık, varsıllık-yoksulluk, doyum, acı, sorumluluk, özgürlük, özne, anlam gibi kavramlar; Sokrates, Aristoteles, Epikuros, Epiktetos, Diyojen, Erasmus, Descartes, Spinoza, Voltaire, Kant, Schopenhauer, Marks, Nietzsche, Sartre, Wittgenstein, Adorno, Foucault, Chomsky gibi felsefe tarihinin özgül ağırlığı yüksek filozoflar yer alır.  

İnsanın, “Kimim? Nerdeyim? Niçin yaşıyorum? ya da Yaşamımın bir anlamı var mı?” sorularıyla insan olduğu iddia edilir. Bu kadim sorular, insanlık yahut uygarlık varoldukça sorulacak… Neden? Aristotelesçe söylersek “İnsanlar, doğaları gereği bilmek isterler.”  Hayatımıza yön veren kavramlar neler? Bunlara ne tür içerikler yüklüyoruz? Anlam dünyamızın ya da kavramlarımızın bir araya gelerek oluşturduğu mimari yapının rengi ne? Nasıl bir “hane” içinde yaşıyoruz? Peki bu yapının öğeleri? Anlam dünyamıza ya da bakışımıza, yaşayışımıza sinen fikirler, hangi sorunların, hangi çağların çocukları? Bütün bu sorulara felsefenin kılavuzluğunda bakmaya ne dersiniz? 

Felsefe, o, herkesin hakkını teslim ettiği ama nedense “erişilmez” bulduğu kadim alan! En büyük varlık nedenlerinden biri önyargılarla, boşinanlarla mücadele etmek olan felsefe, en çok “önyargı”ların esiri. Mücadele ettiği önyargılar nedeniyle ona ihtiyacı olanların uzağında, yalnız.

* Özünün sorgulama olduğu herkesçe bilinen ama pek azımızca yanına yaklaşılan felsefe nedir?
* Hayata pencereler açıp anlam üreterek kim ve nerede olduğumuzu, niçin yaşadığımızı arayan felsefenin temeli nedir?
* Ona yaklaşmanın, ona dair önyargıları kırmanın araçları neler olabilir?
* Felsefenin yaşamda açtığı pencereler nedir, nereden bakar, neler gösterir?
* Felsefenin cangılda açtığı patika, nereden gelip nereye gider?
* Yaşamda açtığı bu patikanın kendisi nedir?
* Birer kavram yontucusu ve bilgi işçisi filozoflar, felsefeyle aslında ne yapmak istemekteler?
* Felsefenin gündelik yaşamdaki ya da kişinin kavrayışındaki izdüşümleri nelerdir? 

Çevrimiçi Felsefe başlığı altında ilk buluşmaların ilkinde, “felsefe taşı”nı eline alıp kendini çevreleyen önyargı duvarlarını yıkmayı, felsefenin pencerelerinden gelen ışığı dünyamıza dahil etmeyi; yaşamı kavrayışımızı ve yaşayışımızı felsefeyle de harmanlamayı amaçlamaktayız.  Eline felsefe taşı almak istediğiniz, merak duygunuzu hala muhafaza ettiğiniz, olup bitenlere karşı şaşkınlıktan öteye geçen hayret yaşadığınız anlaşılıyor ki burdasınız. Felsefeyi merak eder ama nereden başlayacağımızı bilmeyiz. Oysa merak, işin ateşidir. Yolculuk çoktan başlamıştır. İşte yolumuz, biz felsefe yolculularının yolu, bugün burada kesişti. 

Meşhur önyargılarımız ya da galat-ı meşhur kanaatler vardır. Felsefenin erişilmez, anlaşılmaz olduğu da bunlardandır. "Erişilmez" gibi görülen felsefenin temeli ne olabilir? Yaşamdaki izdüşümleri nelerdir?
Kim olduğumuzu, nerede olduğumuzu, niçin yaşadığımızı arayan bu kadim bu kadim alana akademik perspektif dışından da bakılabilir mi? 

Birer kavram yontucusu, bilgi işçisi olan filozofların derdi nedir? Ne üretirler, nasıl üretirler, ürettiklerinin yaşamdaki karşılığı nedir?

Hayata;bütüncül bir perspektifle yani sanatla, teolojilerle, bilimlerle, felsefelerler bakmak mümkün mü? Varsa böyle bir pencere manzarası ne olabilir? 

Bu cangılda patika açmak metaforuyla ifade etmeye çalıştığımız birlikte düşünme üretme yolculuğu, yaşamı kavrayışa içkin olan felsefeyi ifşa etme girişimidir. 

Merak duygusunu muhafaza edenlere, gözü gönlü açıklara ulaşır… Eğer gözünüzü gönlünüzü harici şeylerin açacağına inanıyorsanız büyük bir yanılgı içindesinizdir. Ebedi bir köle olduğunuz bile iddia edilebilir. 

Yolculuk
Bugün sizinle felsefeyi, felsefenin belli bir açıdan ele alınışıyla ortaya çıkan yüzü/nü paylaşmak istiyorum. Umarım birbirinizi sever, bu sevgiden beslenirsiniz. Yolculuk, yolculuktaki karşılaşmalar tıpkı ses gibi. Yoktan varolur ve ortaya çıkar. Karşılaşma berekettir. 


Bu “tadımlık” buluşmanın zamkı felsefece kavrayış, tuğlaları ise metaforlar olacak. Taşıyıcı kollonlorsa bilgi; çatısı “mana”. Bir mimari yapı inşa etmeye çalışacağım. Bir diğer deyişle cangılda patika açmaya çalışacağım. Yani yolculuğa çıkacağız… Daha doğrusu hepimiz yoldayız, kesiştiği yerde ayaküstü hasbihal edeceğiz.


Bilinçli olmaya gayret edeceğim. “gayret edeceğim.” diyorum çünkü bu hal, külliyen giyilebilecek bir hal değil; ona ancak yönelebiliriz. Çünkü insan-ı kamil yahut özgür insan olmak, bir imkan. Hiçbirimiz insan doğmuyoruz. Ancak onu arayabilir, ona yönelebiliriz. Bu yönelme, onun yoksunluğunu duymakla olanaklıdır. Ancak kulağı olanlar duyabilir, sinirleri olanlar hissedebilir; hissin anlamlandırılması içinse nöronlara ihtiyacımız var.

Tuğlaları ya da taşları metaforlardan oluşan bir retorikle karşılaşacaksınız. Yaşam bilgeliğine sahip diğer deyişye derin kavrayışa, görmüş geçirmiş, ruhsal derinliği olan, daha çok otodidaktik muhterem bir zat atölyelerimden birine katılmıştı ve felsefeye dair şu metaforu paylaşmıştı: Felsefe nedir? sorusuna gömleğin ilk düğmesi adını vermişti. İlk düğme yanlış olursa diğerlerinin doğru olma imkanı kalmaz. Hayat, anlam olarak giyilir. Bu giysiye gömlek dersek düğmeler disiplinler, bilimler, kavrayışlar. Felsefe, işte bu gömleğin ilk düğmesi. Bu ilk düğme için “ne” söylenebilir? 

Atölye II - Metafor
Hadi iki dakika süre… Bir metaforla anlatmak istesek felsefeyi bu nasıl bir metafor olur? 

Kimiz?
Bilgelik sevgisi anlamına geldiğini biliriz hepimiz felsefenin. “Türkiye’nin başkenti Ankara’dır.” gibi doğallıkla söyleriz ezberden. Felsefece soralım, nedir bilgelik, nedir sevgi, nedir bilgelik sevgisi? Bilgelik sevgisinin felsefe denen özel türden kavrayış yoluyla ilişkisi nedir? Ne işe yarar bu bilgelik sevgisi adı verilen felsefe? Aristoteles, sıkça andığım sözüyle “İnsanlar, doğaları gereği bilmek isterler.” Neden?

İnsan, 14.5 milyar yaşındaki bir gezegende, 300 milyon yıla dayanan canlılık kültürü içinde oluşmuş ve atası 7 milyon yaşında kendi de şunun şurasında homo sapiens sapiens olarak belki de 100 bin yıl yaşında. Topu topu 10 bin yıldır da kapalı alanlarda güven içinde yemek yiyor, uyuyor ve sevişiyor. İnsan, insan doğmuyor.  İnsan, ayağa kalkarak doğasını kaybetmiş bir varlıktır. Bu, bir yavrusunu, ruhunu, bilincini kaybetmiş bir annenin ya da insanın kaybedişinden daha derin, hasar vericiliği aşan bir trajedidir. Evet insan trajik bir varlıktır; çünkü doğasını kaybetmiştir. 

Aristoteles’in, “insanlar doğaları gereği bilmek isterler.” sözü, insanın dansta, müzikte, sanatta, ritüelde aradığı bu kaybettiği doğasıdır bir bakıma. Felsefe, bu arayışın kaidesi, parçaları/nı birleştiren zamktır. 

Cangılda Patika Açmak
Bu uzun girişten sonra ya da ısınmadan sonra cangıla dalabiliriz artık. Amacımız patika açmak ama yol değil. Yol, hem bizi hem de ormanı yani hayatı kürtaj eder. İnsanı bir kanser hücresine dönüştüren cangılda açtığı patika değil yoldur.   

Patikayı nasıl açacağımızdan, niçin açacağımızdan, bununla neyi amaçladığımızdan kısaca söz edelim. Patikayı tek başına logosla değil, logostan daha önce olan ve köklü biçimde insan varlığına sinen psykue ile ve ikisinin de temelinde yer alan canlılıkla açacağız, daha doğrusu açmaya girişeceğiz. Haddimizi bilmeye gayret ederek. Zira insan, hadsiz bir varlıktır. İleride ne demek istediğimizi daha net görmek imkanımız olacak. 

Geleneksel olarak “hap” bilgi paylaşmaktan kaçıkanacağım. Mümkün olduğunca da “diyalojik iletişim”i işletmeye imkan yaratacağım. Yaratmaya çalışıyorum. Sürece zaman zaman sizi dahil etmemin nedeni bir tür ritüele dönüştürmek bu karşılaşmayı. 

İtaata gark edici hap bilgi vermekten kaçınacağım ama soru sormaktan değil. Bıkmadan radikal, köklü, yer yer politik nitelikte sorular sorarak işletmeye çalışacağım bu diyalojik iletişimi. Sormak, ama bilineni değil altta duranı sormak, felsefece söylersek arkhe soruları sormak ki bir şeyin “ne” olduğunu sormak, politik, radikal sorulardır. Fasadı aşıp taşıyıcıyı ifşaya yöneliktir. Sormak, yerleşik yapıdan memnun olmamanın ürünüdür ve mevcudu sarsar. Mevcut, kocaman, devasa mafis bir bloktur. Her soru, bu masif yapıya indirilen, bu masif bolak taşa vurulan bir külünktür. Nietzsche belki de bu yüzden felsefe yapmakla çekiçle felsefe yapmayı ayırır. İşte vurulan her külünk, bloğu sarsar, onda kılcal damarlar, çatlaklar açar. O çatlaklardan da hayata sızılır. İnsan, bir özne olarak çatlattığı yerden, kendine açtığı damardan, yoldan sızabilir, akabilir diğer bir deyişle hayata. O nedenle anlam, anlama, kişisel bir yolculuk, serüvendir. Felsefe, belki de geniş anlamda külünkle vurma iradesi. sarsmanın kendisi. Aynı zamanda sarsılmanın da. 

Neredeyiz? Laniakea içinde bir galakside. Galaksi içinde bir geegende. Gezegen içinde bir noktada. Bir ağ, bir habitat içindeyiz. Makrokosmos anlamında buradayız. Mikrokosmos anlamındaysa fraktallar. İki ucunda da sonsuzluk olan sonsuzluktayız. İnsan, sonsuzluğu kavrayamadığı için yaratır tanrıyı ve itaat eder. Sonsuzluğun kavranışı, özgürleştirici bir edimdir bir bakıma. Sonsuzluk, insanı kibirden uzaklaştırıp kendiyle yüzleşmesini. Yalancı aynalardan kutulmasını da sağlar. 

İnsan, trajik bir varlıktır, çünkü doğasını kaybetmiştir.” dedik. Bu yitiriş, bakidir. Geri dönüşsüzdür. Cin, şişeden çıkmıştır. Geri döndürülebilir değildir. İnsan, ellerini kullanıp ayağa kalktığından bu yana kaybettiği doğasını aramak telaşındadır. Aristoteles, iki açıdan çok yerinde bir ifadeyle “insanlar, doğaları gereği bilmek isterler.” demiştir. 

Yitirişin doğurduğu karanlık, belirsizlik tanımlanmaya muhtaçtır.

Bir canlı olarak yaşama içgüdüsü, çevreyi tanımayı gerektirir.

Bu nedenle insanın hem biyolojik hem de kültürel anlamda öğrenmek, anlamak ihtiyacında olduğu söylenebilir. Kimim, neredeyim ve niçin yaşıyorum? Biz, insan türü olarak bu üç sorunun yanıtlarından oluşuruz. O nedenle her kim bilgi üretirse hayatı o şekillendirir, belirler. 

Biraz daha derinleşelim. Birkaç külünk daha vurarak soruşturmamızı sürdürelim. Bütün bilimler, dinler, felsefeler, sanatlar, bu üç soruya yanıt arama girişimidir. İnsan, bunların meyveleriyle giyinir. İncir, incir olmaktan çıkar kıyafete  dönüşür. Bununla hem insan hem de doğ yeniden üretilir. u, farklıdır; doğaya kültür eklenmiştir. 

Günümüz antropolojisi, 19. ve 20. yüzyıl kuramlarına göre farklı düşünüyor. Çünkü daha önce insanın biyolojik gerçekliği birincil, kültürel dünyası ise ikincil görülüyordu. Oysa şimdi kültürel gerçekliğimiz birincil olarak görülmekte. Türkçesiyle artık birer pet hayvanına dönüştük. Son yirmi yıldır böcekler, cesetlerimizi yemiyor. 

Şimdi, doğadan doğup doğasını yitiren bir kültür varlığının kendini kurma araçlarından belki de en temelli olan felsefe ile bakmaya çalışalım. Bu tanışıklık, olup bitene baktığımızda gördüğümüz bulanıklığı dağıtmak, dokunduklarımıza anlam halesi ekleyerek onu altına yani anlamlı hale getirebiliriz. Bu nedenle buluşmamızın adına felsefe taşı dedik. Bu sihirli bir güçtür. Doğaüstüdür çünkü doğada anlam yoktur. Anlam, insanın özneleşme sürecinde eklediği bir şey ama ontolojisi doğada olmayan bir şey. 

Felsefe, nasıl düşündüğümüzü, anladığımızı, yargıladığımızı teorize eden bir alan. Hepimi, verili bir toplumsallık, etos içine doğuyoruz; hem doğal hem de kültürel olarak biliyoruz. Bu bilme, iki şekilde oluyor. İlki, canlılığımıza dair ama ayağa kalkma kalkma sürecinde kastre edilmiş bir yeti; bu nedenle insan artık bu yetiden tamamen yoksun olmasa da büyük ölçüde eksilmiş. Diğer deyişle bilincinin dışına itilmiştir. İnsan, artık pür bir canlı değildir. Dünyayı ve dünya içindeki kendisini dil dolayımıyla bilir. İnsan, doğasını kaybederek dünyadan uzaklaşır.İnsan ile dünya arasında dil yani anlam. O nedenle Türkçedeki o eşsiz deyim inanılmaz anlam yüküne sahiptir: ayrı dünyaların insanlarız. Nasıl oluyor da aynı dünya içinde farklı dünyalardayız? 

Tenimizde ne rüzgarı ne yağmuru hissediyoruz artık. Rüzgarı ve yağmur damlasını birer imge olarak şiirde görüyor, şiirde anlıyoruz. Hissetmiyor anlıyoruz. Anlam, dalından koparılıp örtünmede kullanılan incir yaprağıdır, incir yaprağındadır. Anlam, o incir yaprağı gibi bizi doğadan, doğamızdan koparan bir metafor. Yalnızlık doğada değil, doğadan kopan, doğası gasp edilen insandadır. İnsan, bu yalnızlığı kavrama telaşındadır. Tanrı, bir anlamda bu yalnızlık kavrayışının da meyvesidir. İnsanın tanrılık, tanrılaşma girişimleri iddiaları, bu açıdan da düşünülebilir. 

Anlamın sıklıkla ışık, güneş, aydınlanma, metaforuyla ilişkilendirilmesi “mürşit”, “guru” kavramlarıyla anlatılması tesadüfi olmasa gerek. Aranan ya da yoksunluğu duyulan ihtiyaç yükü kaldırılamayan bu yalnızlığın omuzlara bindirdiği yükün alınmasıdır. Gönüllü kölelik paradoksu buradan da doğan bir kavramdır. 

İnsanın bu yolculuğu yani aydınlanma, anlama erişme yolculuğu, rehbersiz, pusulasız olamaz. İnsan yavrusu, yetiştirilir, bilgiyle donatılır. İnsan, dört belleğin bileşkesidir. Canlılığa dair 300 milyon, insan türüne dair 7 milyon, atalarına dair birkaç yüz ya da bin ve kişisel ömründen oluşan belleği. Kavrayışımıza bu dört bellek sinmiştir. Biri, diğerinden ayrılamaz. Bunlar, bizim kavrayışımızı, algılayışımızı, duygularımızı ekiler. Beyincel örgülerimiz connectomlarla şekillenir. Belleklerimiz bunlara siner. Yani hayat, ne annemizin rahmine düştüğümüzde ne de doğumun hemen ardından verdikleri ad ve giydirdikleri kıyafetler başlıyor. 

Kültür, maddeye şekil vermek, diyalektik, bu sürecin tarafları arasındaki etkileşim. Bu süreçle hem taraflar hem de oluşan yeni yüz her an yeniden doğuyor. 

Umberto Eco Gülün Adı romanında çömez Adso’ya bir soru sordurdur, sorunun muhatabı William’dır. Soru şudur: Neden tek bir din varken bunca mezhep ve tarikat vardır? Fransisken Rahip William metaforlardan örülü cevabında şunları söyler: İnsan, bir yağmur damlasıdır, bunlar ip ip olup birleşir ve akarlar, birleşip suyu oluştururlar, birleşip çaya, oradan derelere, oradan nehirlere, oradan denizlere, denizlerden okyanusa. Din o okyanustur. 

İnsan, bir yağmur damlası, bir okyonus değil. Birde çoğu, tamı, tamda teki anlamak olanaklı. Nasıl? Greklerin “noesis” adını verdikleri böylesi bir bilme ürünü: aklın özel türden bir ürünü, sezginin ötesine geçen kavrayışının ürünü. Grekler, “Hakikat her yerde.” derler. İş, onu görebilecek izan sahibi olmakta. 


Ne insan ne de hayat gerçek. İnsan ve hayat, anlam halesi içinde. Bu hale, kültür olarak da düşünülebilir. Kültürü yani haleyi dil ile inşa ediyoruz: bilgi, bu haleye rengini veriyor. 

İnsan, bu anlam/a sürecinde üç farklı momentte özneleşir: anlayan, yapan ve üreten. yani teoria, praksis ve poiseis. Her birimiz, çağımızın öznesiyiz. Kim olduğumuz bunların toplamı. Bunlar bir araya gelerek bizim dünyamızı oluşturuyor. Bu dünya için yaşamın sacayağı iyi - doğru - güzel denebilir. Felsefe, logosla, bunları derleyip toplayan, bir araya getiren, birbirine kaynamalarını sağlayan zamk olabilir. 

Anlamak özgürleştirir. BU bitimsiz, sonu gelmez bir ihtiyaçtır. Anlamak, insanın dönüştüğü “şey”den, ki o anlamsızdır; artık ayağa kalkmış varlık başka bir “şey”dir ama ne olduğu belli değildir. İnsanın tarihi, bu “şey”yi dönüştürme tarihi olarak da okunabilir. 

Filozof taşı, Türkçede felsefe taşı, hayata anlam katma, hayatı anlamlı hale getirerek onu dönüştürme aracıdır. İncir yaprağı örtünme aracı olarak kıyafete dönüştüğünde ontolojisi değişmiş. Artık be insan ne yapmak ne de hayat aynıdır. Ontolojik düzlemleri değişmiştir. Anlama, nöronlar arasında bağlar kurmak, cangılda patika açmak, açılan patikanın nöroplastisite dönüşmesidir. Anlamak, güven ihtiyacını sağlar ve özgürleştirir. Ancak özgür kişiler mutlu olabilirler. Felsefe, mutluluğun temelidir denebilir. Günkü güven ister. Güven içinse sisin dağılması, hikayenin ne olduğunun anlaşılması gerekir. Dağılan sis, bir anlamda yumurtanın çatlamasıdır. O külünkler, yumurtayı çatlatır ve doğarız. Etik bir varlık olarak anlam halesi ile yeniden doğmuş oluru. İnsanlaşırız. Nietzsche'ye selam! 

* Felsefe taşı, evrenin temel sırlarını keşfetmek, metalleri altına çevirmek ölümsüzlüğü sağlamak, ruhu arındırmak, hayatı kavrayan bilince ulaşmak, her kişinin özbenliğinde varolan ama arayışla bulunabilecek izan, akıl, kalp, akıl taşıdır, hayat taşı; bilgeliğe açılan kapının şifresidir.


Veli Metin 

24 Mayıs 2020, Teşvikiye, İstanbul

18 Aralık 2019 Çarşamba

Düşünme Üzerine

Düşünme Üzerine*
“İnsanlar, voroluşu gereği bilmek isterler.” Aristoteles

Sorular: Yola Çıkış 
Konuşmanın kısa açıklamasından yola çıkarak ne düşündüğünüzü merak ediyorum.
Ne düşündünüz? 
Bunu nasıl yaptınız? 
Düşünmenin nasıl bir süreçle gerçekleştiği üzerine hiç düşündünüz mü? 
Düşünme üzerine düşünmek, size ne ifade ediyor? 
Düşünmeyi nasıl anlamlandırıyorsunuz? 
Düşünmek, öğrenilir mi? İnsan türü dışında düşünen canlı var mı? 
Düşünmek, ölçülebilir mi? 
Düşünmekle ilgili neleri merak ediyorsunuz? 
Merakınızı teleme alarak “düşünmek” olgusuna dair birer soru üretebilir misiniz? 

Temsiller: Isınarak Alanı Kamusallaştrırma 
Kavramsal temsiliyetlermiz
Düşünmek ile ilgili üç kavram bir de imge ya da metafor paylaşabilir misiniz? 

Bilgisel içeriklerimiz
Düşünmeye dair bilgi içeren bir ifade / önerme paylaşabilir misiniz? 

Nasıl? Nasıl hissettiniz? Ne düşündünüz? Soruda bir şey dikkatinizi çekti mi?
“Düşünceler soyut, duygular gerçektir.” sözünden mülhem konuşmamız bağlamında kurdum
bu soruyu. 

Giriş
İnsanın, canlılık kategorisine paralel ikinci bir dünya ya da çevre oluşturma süreci, ayağa
kalkıp kendine sorduğu “Kimim?” “Neredeyim?” “Ne yapıyorum?”sorularını sormasıyla başlar.
İnsan/ın bilinci, bu üç soruya verdiği yanıtlardır bir bakıma; şöyle ki ‘normal’ yani olanın ya da
olgunun bilincinde olan kişi, kim olduğunun –pazarcı-, nerede olduğunun –pazarda-, ne
yaptığının –domates, biber, patlıcan sattığının– bilincinde olandır. Olgunun psikolojik
boyutuysa “gerçeklik algısı” kavramıyla ifade edilir. Yani bir kişi, kim olduğunun, nerede
olduğunun, ne yaptığının bilincinde değilse ‘normal’ değildir; İbrahimi dinler açısından
cennetliktir; hukuksal açıdansa yaptıklarından sorumlu değildir.

İnsanın insanlaşma süreci, şüphesiz tamamlanmış değildir, sürmektedir; ve bu, belli bir
noktası olan yani bitimli bir süreç değildir. Ayağa kalktığı günden bu yana genel anlamda
kültür kavramı altında toplayabileceğimiz her şey –bilimler, sanatlar, felsefeler, dinler-, bu
üç soruya verilmiş cevaplardır; ve cevaplara her gün yenileri eklenmektedir; uygarlık,
cevapların toplamıdır, dünya/mız da.

Aristoteles’in sözü, bu konuşmanın ana eksenini oluşturmakta. İnsan, kültürel bir canlı olarak
ne yaşadığını anlamlandırmak ihtiyacı duyar. Anlamak, onun canlı ve kültürel valığına karşı
sorumluluğudur aynı zamanda. 

İnsan Nedir? - Homo Sapiens Sapiens
İnsan, sonsuzluğun içinden süzülüp gelen 4.5 milyar yaşındaki Dünya adlı gezegende 300
milyon yıllık canlılığın türevi. 7 milyon yıla kadar tarihlendirilen insan, 2 milyon yıl önce
evrimleşmeye başlar, 1.5 milyon yıl süren ayağa kalkma sürecinin ardından Homo Erectus’a
dönüşür. 500 bin - 100 bin yılları arası Homo Erectus sahnededir; Homo Sapiens Sapiens’in
(Men Wisdom) 50 bin yıldır sahnededir. Son 10 bin yıldır da kendini tehlikelerden uzakta
güven içinde hissederek besleniyor, uyuyor ve sevişiyor. Aynı zamanda kurumsal bir
yapılanma içinde yaşıyor. 

Uygarlık Belleği: Sözlük - Etimoloji 
Düşünmek eyleminin farklı dillerdeki etimolojileri
Türkçe etimolojide düş’ten, düş görmekten geliyor; bütün canlılar rüya görürler; insan da.
Rüya ile düş eşanlamlı kullanılsa da düşün, ki fikrin Türkçesi düşündür, iradi eylemdir bir
bakıma. 

düş, Türkçeş Türk Dil Kurumu Sözlüğü 
1. isim Uyurken zihinde beliren olayların, düşüncelerin bütünü, rüya:
"Dadaloğlu'm, sevdası var başımda / Gündüz hayalimde, gece düşümde" - Dadaloğlu
2. isim, mecaz Gerçek olmayan şey, imge.
3. isim, mecaz Gerçekleşmesi istenen şey, umut.

düşünmek, Türkçe, Türk Dil Kurumu Sözlüğü 
Bir sonuca varmak amacıyla bilgileri incelemek, karşılaştırmak ve aradaki ilgilerden
yararlanarak düşünce üretmek, zihinsel yetiler oluşturmak, muhakeme etmek
Aklından geçirmek, göz önüne getirmek; zihniyle arayıp bulmak
Bir şeye karşı ilgili ve titiz davranmak
Akıl etmek, ne olabileceğini önceden kestirmek
Tasarlamak; Tasalanmak, Kaygılanmak; Farz etmek

rüya, Arapça
1. isim Düş:
      "Annemi ölmüş gördüm rüyamda / Ağlayarak uyanmışım" - Orhan Veli Kanık
2. isim, mecaz Gerçekleşmesi imkânsız durum, hayal:
"Bu saadetin bir ay, bir buçuk ay sonra yeniden bir rüya olacağını bile aklına getirmiyordu."
- Reşat Nuri Güntekin
3. isim, mecaz Gerçekleşmesi beklenen ve istenen şey, umut.

dream (v.)
mid-13c., dremen, "to have a dream or dreams, be partly and confusedly aware of images
and thoughts during sleep," from dream (n.). Transitive sense of "see in a dream" is from
c. 1300. Sense of "think about idly, vainly, or fancifully; give way to visionary expectation" is
from late 14c. Related: Dreamed; dreaming. To dream up "picture (something) in one's mind"
is by 1941.
https://www.etymonline.com/word/dream#etymonline_v_15895

think (v.)
Old English þencan "imagine, conceive in the mind; consider, meditate, remember; intend,
wish, desire" (past tense þohte, past participle geþoht), probably originally "cause to appear
to oneself," from Proto-Germanic *thankjan (source also of Old Frisian thinka, Old Saxon
thenkian, Old High German denchen, German denken, Old Norse þekkja, Gothic þagkjan).

Old English þencan is the causative form of the distinct Old English verb þyncan "to seem,
to appear" (past tense þuhte, past participle geþuht), from Proto-Germanic *thunkjan
(source also of German dünken, däuchte). Both are from PIE *tong- "to think, feel" which
also is the root of thought and thank.

The two Old English words converged in Middle English and þyncan "to seem" was absorbed,
except for its preservation in archaic methinks "it seems to me."

As a noun, think, "act of prolonged thinking," is attested by 1834. The figurative thinking cap
is attested from 1839.
https://www.etymonline.com/word/think#etymonline_v_10759

Kolaj: Deyimler - Atasözleri - Aforizmalar
Akıllı, söylemeden önce düşünür, akılsız düşünmeden söyler.
Saçın ak mı kara mı, önüne düşünce görürsün.
Akıllı düşününceye kadar deli oğlunu everir.
Önce düşün, sonra söyle.
Kim özgür düşünürse, iyi düşünür. Alman atasözü 
İnsanlar ne kadar az düşünürlerse, o kadar fazla konuşurlar. Montesquieu 
Çok düşünmeye çalışmalı, çok bilmeye değil. Demokritos 
Herkesin aynı şekilde düşündüğü yerde, hiç kimse fazla düşünmüyor demektir.
Walter Lippman 
Bir insan bütün gün ne düşünüyorsa, kendisi de odur. Emerson 
Akıllı insan düşündüğü her şeyi söylemez, fakat söylediği her şeyi düşünür. Aristoteles
Düşünmeden konuşmak nişan almadan ateş etmeye benzer. İngiliz atasözü 

Dil-Terim-Kavram
Terim - Kavram - Realite (Tekillik) 

Kavramsal Düşünme
Tek teklerden hareket ederek, öze ulaşıp onu tekilliklerden soyutlamak, kavramın, genelin
bilgisine erişmek

Bilinç Ontolojisi: Düşünme - Dil - Bilinç Diyalektiği 
I. Doğal Dil
Varlık – İnsan – Özdeşlik – Doğrudandık
Doğal Dil, insan türünün antroposentik anlamda henüz bilinçten yoksun olduğu döneme
işaret eder. Bilinçten yoksunluk, pür doğasallık, insanın evrim sürecinin henüz başlamadığı
döneme eşlik eder.

İnsan türü dâhil her varlık, bütünlüğü olan birlik, yaşam, doğa içindedir. Ben ve öteki ayrımı,
henüz, söz konusu değildir. Var olanlar, canlı – cansız, tehlikeli – tehlikesiz, yararlı – zararlı
vb. dikotomik olarak kategorize edilir. Yaşamsal içgüdüyle ve koşullanmayla nesne ve imgesi
arasında özdeşlik söz konusudur. İnsan, henüz dilsizdir, bilinçten yoksun; varlıkla dolaysız
bir ilişki içindedir, özdeştir.

II. Dillenme
Varlık – İmgelem –Mekân
a. İlk mırıldamaların başladığı, bir ya da iki heceli sözlerin çıkarıldığı, “el-kol hareketleri” ile
kimi kaygı, korku, mücadele yollarının aktarıldığı dönemdir.
b. Dilsel bir varlık olarak insan ve bilincini önceleyen bir tür hazırlık dönemi olarak da
düşünülebilir. İnsanla varlık arasına kavramlar girmeye başlar. İnsan bilincinde nesne/varlık,
zihinsel imgelem yoluyla canlanmaya başlar. Bu dönemde birkaç hecelik dil ve el-kol
hareketleri bilinçte oluşan ve nesneyle eş anlamlılık dışında oluşanı anlatma pratiğidir.
c. İnsanın ayağa kalkamaya başladığı, doğal akışının değişmeye başladığı, ön
ayaklarıyla – henüz elleri değildir – taşları alıp birbirine vurmaya başladığı, alete, daha
doğrusu zihninde oluşturduğu biçime yöneldiği dönemdir. O “biçim”, kültürün temelidir;
çünkü doğadan soyutlanmıştır. Nesneyle ya da varlıkla insanın arasına simge, dil, kavram
girmiştir.

Derkenar – I
İlk dönemde genetik yol dışında “bilgi” aktarılmaz. Oysa ikinci dönemde nesne, yani av için
sivriltilen taş ve mızrak, aktarılır. Bunlar, artık, birer kültür ürünüdürler. Kaldı ki taşları
sivriltmek için ayağa kalkan insan türü, doğasallığından yavaş yavaş uzaklaşmakta ve
doğasıyla ürettiği kültürü arasında diyalektiğin sonucu çatışmalı bir varlığa dönüşmektedir.

III. Dilsel - Varlık – Kavram – Yazı – Tarih
a. Bu dönemde oluşmaya başlayan dil ile ikinci dönemde realize olan simge – varlık – birleşir.
Bu dönemde hem nesne hem de o nesnenin yapay dilde ve bunun hem nedeni hem de
sonucu, bir anlamda özdeş olduğu bilinç, kendini göstermeye başlar. Bilinç, insanın,
insanlaşma süreci denen evriminde kritik bir dönem, bir tür kırılmaya karşılık gelir.
b. Komünler şeklinde yaşayan avcı ve toplayıcı toplumlarda nesne – dil eş-zamanlılığı,
insanı bir kültür varlığına evriltir. Nesneler çoğaldıkça, onlara ad verilir; bunların yapılışının,
kullanılışının aktarımı, eşzamanlı, dili yapılandırır. Karmaşıklaşan nesneler ve kültür, dili ve
nesnesi ile öznesi olan bilinci şekillendirir. Dil – varlık diyalektiği bilinci yapılandırdıkça kültür
dünyası genleşir ve doğa da kültür dünyasına dâhil edilir. Varlıkla insan arasına “dil” girer: dil
ile birlikte insanla bilgi arasında artık “zaman” vardır. Bu, yeni bir durumdur ve günümüz
insanının bilincinin kökleri burada da aranabilir.
c. Henüz yerleşik hayata geçilmemiştir. Çeşitli kovuklar ve mağaralar kullanılır. Mağara
duvarlarına ağırlıklı olarak habitatlarındaki mücadeleler dinsel birtakım saiklerle de
soyutlanarak resmedilir. Sanatın öyküsünün de başlatıldığı bu örnekler, insanla varlık arasına
nesneleşmiş simgenin girmesidir. İz bırakmaktır. İmgenin simgeye dönüşmesidir. Dillenme,
zihinsel tasarımın sesli, şekilsel, resimsel vb. formlarda dillendirilmesidir. Kültür, imgelerin
çeşitli dilsel formlarda dıştalanmasıdır.

IV. Altdil/ler
Varlık/lar – Diller – Metalanguage – Altdil/ler
a.  Yerleşik hayata geçilmesiyle mimari mekanlar üretilir. Toprak işlenir. Yaşanan çevre
süslenerek habitat manalandırılır. Çeşitli sembollerde ve/veya sembollerle dinsel, büyüsel
iletiler yaratılır.
b. Yazının keşfiyle birlikte insan ile varlık arasına yazı girer. İnsanın yarattığı ikinci dünyanın
temelleri atılmış ve insanın en büyük hapishanesi olan mana dünyası böylelikle inşa edilmiş
olur. İnsan, dil ile artık bilim üretmek zorundadır. Çünkü doğadan soyutlanmış, dünya içinde
dünya kurmuş, doğal dünyanın içine, onunla özdeş olmayan bir tür replika yahut simülasyonu
olan mana dolu bir dünya kurmuş ve içine girmiştir; burası içinde açılacak sonsuz kapısı olan
bir yerdir; çıkışı yoktur. İnsan, kültürle, işte bu sonsuz kapılı labirente hiç çıkmamacasına
girmiştir. Bilimler, işte bu labirentteki kapılar toplamıdır. Bilimler, bilincin hem nedeni hem de
sonucu olan bu sentaksın ürünü olan semantik bellektir.

V. Dijitalleşme - Varlık – Varlık – Dolayısızlık
Bilgi toplumu, kitle iletişim araçları, yazılım, internet, online erişim, sanal, artırılmış gerçeklik,
insanın arayüze dönüşmesi, avatar/laşma vb. günümüz insanının bilincinin gramerinin
sentaksının ve de facto semantiğini oluşturan terimleridir. İnsanla doğa arasında, dijital çağla,
dolaysız ilişki yeniden kurulur. Simulakr/lar, tam da bu noktada anlam kazanır. Kimi
eğitimlerin – pilot, sürücü vb. simülasyonlar da yazılımın yarattığı illüzyonlarla yapılması,
insanın maziye yani doğal duruma avdeti olarak da yorumlanabilir, lakin bu avdet, yukarıda
da anıldığı gibi, dairesel değil sarmalıdır.

İnanç
İnsan, dille düşünür, dille kurar dünyasını ve o dünya içinde diliyle yaşar. İnsan, düşünerek,
inananarak yeni connectomlar oluşturuyor; insan, hayatını düşünmekle yani bağlantılar
kurarak oluşturuyor; bunun kitleselleşmesi bir anlamda kültür; buradan hareketle “Kültür,
düşünmenin türevidir.” denebilir. 

DNA
1953’ten bu yana genetik aktarımın DNA kanalıyla olduğunu ve canlılığın özündeki ortaklığı
biliyoruz. İnsan, üç belleğin toplamıdır. Birincisi 300 milyon yıllık canlılık; ikincisi, 7 milyon
yıllık türsel; üçüncüsü ise atasal ya da soysal bellek. İnsanın ne kim olduğu ne de bilinci bu
üç bellekten azade biçimde değerlendirilemez. 

Sinirbilim
Neuroscience ya da nörebyoloji, sinir sistemini konu alan bilimsel bir çalışma alanıdır.
Biyolojinin multidisipliner bir kolu olan sinirbilim, psikoloji, anatomi, moleküler biyoloji, gelişim
biyolojisi, hücrebilim, matematiksel modelleme alanlarının kesişmesi olup nöronlar ve
özelliklerini anlamak amacındadır. Bilinç, algı, davranış, bellek ve öğrenmenin biyolojik
temellerini anlamaya yönelik bu kavram nobel ödüllü Eric Kandel tarafından tanımlanmıştır.

Günümüzde oldukça moda olan sinirbilim bulguları, olguya bakışımızda paradigmaya
dönüşüyor ve mesele, maddi bir değişkene indirgenerek anlaşılıyor; milyonlarca ya da
milyarlarca hücrenin bir araya gelmesi insan etmiyor ise düşünmek olgusu da birtakım sinir
hücreleri arasındaki elektriksel iletimlere indirgenemez. 

İnsan beyni, yüz milyar nörona ve yüz trilyon snapsa sahiptir. 2 üzeri yüz milyar
miktarında -yani sonsuz- bağlantı kurma kapasitesine sahiptir. 

Düşünmek: Cangılda Patika Açmak
Düşünmek, imgelerle gerçekleşen bir olgu tıpkı rüyalar gibi. Düşün iradi olanı, logosça
anlamlandırılır; anlamlandırılan düşünme, realiteye dönüşür; realityi var kılan düşünmektir;
realite düşünmenin bir tür türevidir. 

Düşünmek, bağ kurma; beyin, saniyede milyonlarca bağlantı kurabilen bir organ; insan hangi
ilişkiyi kuruyor ise gerçeklik o oluyor. Gerçek/lik nedir? yalın olmayan devasa bir soru. 

Her ne düşünüyor isek onu anlamlandırır, rasyonalize eder o yönde davranırız. Düşünmemiz
yani kurduğumuz bağ, beynimizin cangılında patika açar; sürekli “öyle” davranırsak
(neuroplasticy) o genel bir kavrayışa dönüşür; anayol haline gelir. Örnek: Brexit sürecinde
post-truth örnekleri arasında da gösterilen fake news denilen otobüslerle Türklerin İngiltere’ye
geleceklerinin sürekli işlenmesi. Burada Hitler’in propaganda bakanı Göbbels’in şu sözü de
anılmaya değerdir: “Kullandığınız yalan ne kadar büyükse ve ne kadar sık söylerseniz inananı
o kadar çok olur.” 

Felsefe ve daha çok sanatlar, kanaatimce belli türden bir kavrayışın anayola dönüşmesini
engelleyen sigortadır. 

Bağnazlık, köşeli düşünmektir; “başka türlü de olabilir” dememektir. Oysa her olgu durumunda
sonsuz başka türlü olabilirlik durumu söz konusudur. 

Qualia? Yapay Zeka düşünüyor, analiz ediyor, problem çözüyor, değerlendiriyor, hatta karar
veriyor; son zamanlarda tıp ve hukuk alanında kullanılmasına dair çalışmalar yapılıyor,
tartışmalar yürütülüyor. Yapay Zekanın düşünmesi “qualia”sızdır; bu da burada kurulan bağın,
üretilen bilginin etik içerimden yoksunluğuna işaret eder. Düşünmek, insanca düşünmek,
qualia’yı gerektidiği gibi humanitas’ı da, urbanitas’ı da, universitas’ı da gerektirir. Bunlardan
bağımsız ya da bunları gözetmeyen düşünme, teknik, pragmatik, mekanik bir olgu; bunları
gözetmeyen sürecin etik olması da beklenemez. Düşünme ve süreçlerinde etik boyut ihmal
ediliyorsa buradaki kavrayış, kadüktür. Sokrates’in doğa filozoflarına yaptığı eleştiri burada
kullanılabilir. 

Düşünmek eylemi için hemen birkaç örnek paylaşalım:
Ege Cansen, Ekonominin temelini aslanların avlanmasından yola çıkarak doğada ve/veya
doğa ile temellendirir.
Badelenenerek arınacağını düşünenler, şifa bulacağını düşünenler

Bilinç: Kavramdan eyleme yolculuk… 
Davranış - Karar - Değerlendirme - Duygu/Deneyim/İnanç/Bilgi - Kavram

Ruh Kuramı
Fiziksel
Fizyolojik
Psikolojik
Sosyal
Entelektüel
Maanevi


Şirazlı Hafız’ın bağlamımız özelinde anılmaya değer sözüyle bitirelim. Üç gün sonra
türbesinde, ki aynı zamanda park, 24 saat divanından gazeller okunarak anılacak. Biz de
kendisini burada anmış olalım. “Kullandığınız kelimeler eviniz haline gelir.”

Teşekkürler… :-) 

* Bu içerik, Spectrum tarafından Kadıköy Barış Manço Kültür Merkezi'nde düzenlenen felsefe etkinlikleri kapsamında 18 Aralık 2019 tarihinde yapılan konuşmanın metnidir. 
Etkinlik bağlantısı için: https://www.facebook.com/events/734528080388314/

26 Temmuz 2019 Cuma

Doğanın Yakarşısı Üzerine

Villa Burgeise’in Bernini tarafından yapılan başyapıtı heykel, Grek mitolojisinin sanatlara konu olan hikayelerindendir. Tarihte pek çok ressam, mitolojinin bu eşsiz öyküsünü tuvale aktarır. Biz de bu yazılamamızda hikayeden yola çıkarak idare kavramı özelinden kimi raslamsal tezler ileri sürmeye girişeceğiz. 

Grek mitolojisine göre bir gün Apollon, kıyıları ağaçların gölgeleriyle serinleyen Peneus ırmağı kenarında, Thessalia'da, genç ve güzel bir kız görür. Apollon, büyülendiği bu kıza sahip olmak ister. Ona doğru yönelir. 

Apollon’un içini sonsuz arzuyla dolar. Onunla konuşmak ister. Defne, Apollon’un isteğini anlar. Kaçar. Defne kaçar. Apollon kovalar. Apollo, “Kaçma! Seviyorum seni.” diye arzuyla bağırır.  Defne, Tanrılarla sevişen kadınların başlarına neler geldiğini bildiğinden korkusu derinleşir, kaçmaya devam eder.  Apollon, güzel periyi yakalamak isteğiyle tutuşur. Aralarındaki mesafe iyice azalır. Defne, Apollon’un nefesini saçlarında duyar.  Kurtulmak imkanı kapmadığını anlayınca birden durur. Ayağıyla toprağı kazıyarak şöyle yakarır:
“Ey toprak ana, ört beni, sakla, koru.” Bu içten yakarışın ardından Defne organlarının ağırlaştığını, bedeninin odunlaştığını hisseder. Göğsünü gri bir kabuk kaplar, kokulu saçları yapraklara dönüşür, kolları dallara dönüşür, körpe ayakları kök olup toprağın derinliklerine dalar, bir defne ağacı oluverir.

Bu manzara karşısında şaşıran Apollon, Defne’nin ağaca dönüşmesini üzüntü ve şaşkınlık içinde izler. Sonra sarılır ona. Sert kabukları altında hala çarpmakta olan kalbinin sesini duyar. Şöyle seslenir: “Bundan sonra Apollon’un kutsal ağacı olacaksın. O solmayan ve dökülmeyen yaprakların, başımın çelengi. Khramanlar, savaşlarda zafere ulaşanlar, hep senin yapraklarınla alınlarını süsleyecekler. Adımız, şarkılarda, şiirlerde yan yana yaşayacak." Bu tatlı sözler karşısında Defne, dallarını saygıyla eğerek Apollon’u selamlar.

Öykü, bugünkü Harbiye’de (Antakya) geçer. Apollon, yapraklarından başına tac yaptığı Defne’yi simgesi kıldı.  O günden bu yana şiir ve silah defne dalı ile ödüllendirilir.

Alegoriler, söylediklerinden çok söylemedikleriyle anılırlar; bir bakıma aşarlar dediklerini; güçlerini de bundan alırlar daha çok.

Defne’nin temsil ettiği nedir? Neyi arzular? Yakarışı nedir ve kimedir? Defne’nin peşindeki kimdir? Olympos’un tanrılarından biri olan Apollon, adına tapınaklar yaptırılan ve kenarda ya da köşedeki etkisiz tanrılardan biri değildir şüphesiz; nasıl olur da bu denli güçlü bir Olmypos tanrısının isteği, bir faninin yakarışı ile nihayetine ermez, eremez? Tanrıların, tanrısal iradeyi engellemeleri nasıl anlaşılabilir? Bu nasıl bir çelişkidir?

Şimdi, bu mitolojik öyküdeki öznelerin kim oldularını tespit edip mitolojinin ya da kültürün hayata dair tasarrufunun ne olduğuna, özünde hayattan ne anladığına dair kimi raslamsal tezler ileri sürmeye çalışalım.

Blogu takip edenler, klavyeye alınan bu cümlelerin toplamına “yazılama” dendiğini de bilirler. Buradaki amacımız, pür akademik metinler, afilli retorikler değil insan zihninin sıklıkla gelenek ve/veya akılla sıkıştırıldığı kalebentlerini yıkmak, hiç olmadı sarsmaya yönelik çeşitli sorular sorup raslamsal kimi tezler ileri sürerek mevcut algımıza yeni perspektifler açarak algının kapılarını çoğaltmak yahut genişletmek…

Defne, Dionysos’u temsil eder. Pagan kültür, doğayı aklın üstünde tutar; Defne, o doğanın kendisidir. Olympos’un o yüce tanrıları dahi hayat karşısında susarlar, tarafları hayattır, ona rağmen davranmazlar, davranamazlar; bunda hiç kuşkusuz kendilerinin de arzu sahibi olmalarının payı vardır; onlar, İbrahimi dinlerin tanrıları gibi pür anlamda aşkın değillerdir, doğa, doğasallık ontolojilerine içkindir. İşte bu içkinliktir bir bakıma Defne’yi duymalarına sebep. Defne’yi duymaları, iki açıdan ilgi çekicidir; ilki, yukarıda kısaca zikredilen doğasallığa kayıtsız kalamamaları; ikincisi, tanrıların, kendilerine yakaran insanı duymaları, duymakla kalmayıp dileğini yerine getirmeleri. Tek bir eylemle hem doğa hem de tanrısal iradenin, tanrı Apollon’un iradesine rağmen, hayata dokunmasını sağlamaları. 

Defne, maziden gelen bir simge olarak zafer tacında kullanılır. Zafer simgesi olan defne tacı, Zeus’un oğlu Apollon’un mağlubiyetinin de simgesidir. Pagan inanışında tanrılar, her şeye kadir değillerdir. Onlar, sonsuz irade sahibi değildirler. Kaybedebilirler. Defne, insanın, tanrıların da yardımıyla tanrıya karşı zaferidir. 

Veli Metin,
Temmuz’19, Teşvikiye, İstanbul

26 Mayıs 2019 Pazar

21. Yüzyıl Becerileri ve “İnsanın İşi”


Soruşturma: 21. Yüzyıl Becerileri ve Alternatif Eğitim 
21. Yüzyıl Becerileri ve “İnsanın İşi”* 
V. Metin Bayrak

I. Merhaba
Oturumumuzun başlığı: “Soruşturma: 21. Yüzyıl Becerileri ve Alternatif Eğitim” bu başlık, üç ana eksene dayanmakta: Alternatif Eğitim, 21. Yüzyıl ve Becerileri. Bunlar, “soruşturma” konusu edilecek ve soruşturma, “eleştirel düşünme”yi öngerektiren bir eylem. Konuşmam, oldukça eklektik, kavramları, bilgileri, verileri ortaya saçıcı; sorunları ifşaya, daha sert bir ifadeyle olup bitenlerin ipliğini pazara çıkarmaya yönelik. Bunları yaparken “eleştirellik” perspektifiyle hareket etmeye çalışacağım. Tabii ki bunları soruştururken bir ilke olarak “şüphecilik”i elden bırakmamaya gayret edeceğim; çünkü sormak, şüpheyi gerektirir. Konuşmada ne kadar sorunla tanışırsak, yaşadıklarımızı sorunlaştırırsak, zamanımızı o kadar verimli kullanmışız ve bu birliktelik amacına göreli olarak ulaşmış demektir.

II. Öndeyiş
Burası ve içinde bulunduğumuz mimari yapı; yapının ait olduğu yerel yönetim; sempozyum ve panel başlığı; mekan içindeki fiziksel konumlanma, bağlamsal anlamda, hiyerarşi ve türevi buyurgan bir söyleme içkin. Trajik olan, sıklıkla, mekanı paylaşan ve ilişki içinde olan özneler olarak bunun ayırdında olmamamız. Günümüzde ne bilgi ne ona erişim araçları, günümüzün ideolojisi neo-liberalizmden azade. Burada, bağlamımız özelinde, üretilmiş söylemleri ve dayandıkları strüktürleri ifşa etmeye girişeceğim. U. Eco’nun “Bilgelik, putları yıkmak değil, hiç yaratmamaktır.” sözüne sadık kalmaya çalışarak.

III. Isınma
Kişiler ve toplumlar, tarih yazıcılığına soyunurken, limiti, genellikle, ürettikleri kimlikler(in)den alırlar. Anlardan oluşan akışkan bir zaman içinde yaşıyoruz; Aristoteles’e göre varoluşumuz gereği anlamak eğilimindeyiz ve zamanı adlar verip dönemlere ayırıyoruz. Günümüzü de iki bin yıl öncesinde alınan limite bağlı kalarak “milenyum” ya da 21. Yüzyıl diye adlandırıyoruz. Eğitimcisinden politikacısına, kuramcısından gazetecisine çağımıza kimi adlar veriyor ve çağın gereği olan çeşitli beceriler belirliyoruz. Şimdi literatürden “21. Yüzyıl Becerileri”ne bakalım ama önce minik bir soruşturma:

IV. Soruşturma - 1
Şimdi iki aşamalı derin ve uzak bir yolculuğa çıkalım:
a. Öğrencilik hayatınız boyunca neyin öğrenme anlamında yoksunluğunu duydunuz? Neden?
b. Eğitimcilik ya da çalışma hayatınızda öğrenme anlamında neyin yoksunluğunu duydunuz? Neden? Bunları, birer kavram ve sorun şeklinde ifade edebilir misiniz? Lütfen, hemen hızlıca düşünüp yazabilir misiniz?

V. Giriş
Kullandığınız kelimeler eviniz haline gelir.” Hafız
Eğitimin nihai çıktısı, özgürçe eşit ilişkiler kurabilen insan yetiştirmektir.” John Dewey

Konuşma, logosu parçalamak, logosun içindekileri saçmak, birtakım sorunları, sorularla ifşa etmek, Aristoteles’in “İnsanlar, doğal olarak bilmek isterler.” sözünün, yaşamdaki iz düşümlerine bakmak; bunların ışığında 21. Yüzyıla, insandan beklenen becerilere, yine Aristoteles’in “insanın işi” kavramıyla kritize etmek üzerine kuruludur. Bunu yaparken, belli bir tarihselliği hesaba katmak ama onun “şimdi”sine sıkışmamak iddiasındadır; çünkü “İnsanın en büyük trajedilerinden biri, sonsuz olan hayatı, sınırlı ömrüne sıkıştırarak anlamak eğiliminde olmasıdır.

Kuracağım “yapı”nın kavramsal çerçevesini belirleyerek devam edelim:

Modernlik ve eğitimin kitleselleşmesiyle ulus-devletle bağlamında ortaya çıkan ya da daha güçlü bir ifadeyle yaratılan bir kültürel kategoridir. Öncesinde çocuk olsa da çocukluk yoktur. Çocukluk, sonradan ‘icat’ edilir; çünkü “özgür kölelere” ihtiyaç vardır.1 Modern ya da modern ötesi denen bu çağ ne menem bir çağ?

VI. Die Zeitgeist ya da Çağın Ruhu
Endürstri Devrimi’nin türevi kurumlar, anlayışlar, 19. Yüzyıldan bu yana doğayı radikal biçimde tüketmekte. Batı Metafiziği, kapitalizmin ekonomi-politiği dolayımıyla kurumları belirleyerek içinde nefes aldığımız habitatı şekillendirmekte. Şimdi, sizinle Battelle for Kids adlı kuruluş hakkında kısa bir bilgi verip 20. Yüzyıl ve kurumlarına dair kısa bir yolculuğa çıkalım.

Battelle for Kids, ABD’de aralarında American Association of School Librarians, National Education Association gibi derneklerin ve Lego, Microsoft, Pearson, ETS, Intel, HP, Dell, Apple, Crayola, Cisco gibi eğitim ile ilgili şirketlerin de bulunduğu 32 üyeli bir “21 Yüzyıl Yetkinlikleri” ortak çalışma grubudur. Ayrıntılı bir çalışma sonucu kapsayıcı bir “21. Yüzyıl Öğrenme Çerçevesi” geliştirmişler; bu çerçeve ile öğrencilerin gelecekteki iş ve yaşamlarında başarılı olmak için gerekli olan yetkinlik, bilgi ve deneyimleri tanımlanmaktadır.2

Nedir bunlar? 4Cs yani:
* Critical Thinking / Eleştirel Düşünme
* Communication / İletişim
* Collaboration / İşbirliği
* Creativity / Yaratıcılık

Şimdi her gün farklı bağlamlarda adını işittiğimiz, uluslarüstü nitelikleri olan ve dünyaya yön veren birtakım kurumlardan söz edeceğim; bunların kuruluş tarihlerine ve kuruldukları şehirlere, ülkelere dikkat edin lütfen.
ILO, 1919 Cenevre
Milletler Cemiyeti (Birleşmiş Milletler), 1920 Cenevre, 1945 New York
OECD, 1961 Cenevre
Dünya Bankası, 1945 Washington DC
IMF, 1945 Washington DC
NATO, 1949 Washington DC
DTÖ, 1995 Cenevre
Dünya Sağlık Örgütü, 1948 Cenevre
Avrupa Birliği, 1951, 1958, 1993 Maastricht, Hollanda
OPEC, 1960 Bağdat
G8, 1975, (Kanada 1976, Rusya Federasyonu 1997)
BM, İnsani Gelişme Endeksi (İGE), 1993 - Sağlık, Eğitim, Gelir
G20, 1999
PISA, OECD bünyesinde 2000’de

Dünyayı, bunca farklılıklarına, eşitsizliklerine rağmen aynı standartları referans alarak ölçüp değerlendiren bir kültür ortamındayız. Bu, bir açıdan Avrupa’daki göçmen işçi çocuklarının ve ABD’deki siyahilerin “beyaz adam”ı baz alan IQ testlerince “tutuk” ya da “gerizekalı” çıkarılmasına benziyor. Değerlendirmelerde referans alınan “değer”ler, “1. Dünya”nın ürettiği kavramlar. Nedir bunlar?

VII. Kavram (Beceri, Yenenek, Yetkinlik vb.) Havuzu
21. Yüzyıl Becerileri özelinde literatüre baktığımda karşıma çıkanları bir havuzda topladım; bunlar: Dijital çağ, okuryazarlık, iletişim, eleştirel düşünme, problem çözme, yaşam boyu öğrenme, özyönlendirme, kişisel yönetim, işbirlikçi çalışma, liderlik, yaratıcılık, inovasyon, sosyal sorumluluk, kültürel farkındalık, evrensel farkındalık, çevre farkındalığı, esneklik, uyum sağlayabilirlik, inisiyatif alma, sosyal ve kültürlerarası yetkinlikler, üretkenlik, hesap verebilirlik, sorumluluk, bilgi okuryazarlığı, medya okuryazarlığı, bilişim ve iletişim teknolojileri okuryazarlığı, yaşam ve kariyer yetkinlikleri, kritik düşünme, işbirliği, küresel bilinç, finans okuryazarlığı, işletmecilik okuryazarlığı, girişimcilik okuryazarlığı, yurttaş okuryazarlığı, çevre okuryazarlığı, öğrenme yetkinlikleri, birlikte çalışmak, küresel vatandaşlık, üretkenlik, bilgiye ulaşım, analiz ve sentez, girişimcilik, kompleks problem çözme, insanları koordine edebilme, duygusal zeka

Yukarıda anılan “beceriler” kavramsal anlamda zihni bir karışıklık yansıtmakta; beceri, yetenek, yetkinlik, ilke, özellik, zeka vb. birbirinin içine geçmiş durumda. Akademik literatürden aldığım bu “beceriler” olguya dair ciddi bir kavram kargaşasına da işaret etmekte.

VIII. Antropoloji / İnsan Nedir?
Uygarlık tarihi, insanın “kim” ya da “ne” olduğunun izini sürmek çin ana kaynağımız. Şimdi sizinle kronolojik olarak gidebileceğimiz kadar maziye gidip insanın ne olduğuna dair izleri sürelim:

İnsan, ayağa kalktığı ilk anda şu üç soruyu sorar:
* Kimim?
* Nerdeyim?
* Niçin yaşıyorum?

Bütün bilimler, felsefeler, sanatlar ve dinler, bu üç soruya verilen cevaplara indirgenebilir.

Aristoteles’in şeylerin temelde ne olduklarını araştırdığı Metafizik adlı kitabı, “İnsanlar, varoluşu gereği bilmek isterler.” cümlesiyle başlar. Bizler, homo sapiens sapiens olarak ayağa kalkıp sorularıyla insanlaşan atalarımız gibi hala bıkmadan aynı soruları soruyoruz; yaşadığımız sürece de sormaya devam edeceğiz.

Çağlara göre değişmiş insanın ne olduğunun tanımı fakat ona hala “homo sapiens sapiens” yani “düşündüğünü düşünen” diyoruz. Günümüzde yeni bir devrim yaşıyoruz; filozoflar, bilim insanları yaşadığımız çağı ya da devrimi anlamlandırmak için çeşitli kavramsallaştırmalara girişmekteler; geleceğe bunlardan hangileri kalır, şimdiden söylemek güç; belki de henüz gelmeyen yeni çağlarda bulacaklar içinde yaşadığımız çağın adını; ki genelde de böyle olmaz mı?

21. yüzyıla gelmeden önce, uygarlık tarihçilerinin uzlaşı içinde oluşturdukları tarihyazımında iki önemli devrimden söz edilir: tarım ve endüstri. Kanaatimce bunlar, insanın ayağa kalkmasının türevleri olabilir; o nedenle başlangıçta yer alan o ayağa kalkma eyleminin dönüştürücü gücü daha köklü.

X. Raslamsal Tezler
a.
Şimdi, bu beceriler ya da kavramlar bize ne söylemekte? Hangi kuramın, ideolojinin ya da yaklaşımın altına düşer? “Kurumlar, ekonomi-politiğin türevidir.” hipotezinden hareket ederek, bağlamımız özelinde, nereye ulaşabiliriz? Kavram havuzunu bu gözle kritik ettiğimizde karşımızda nasıl bir anlam dünyası belirir? İnsan, artık, arayüze dönüşen eklenti bir varlıktır ve kişi olarak özerkliğini kaybetmektedir.

b.
Eğitim, meta haline gelip okullar, bürokrasi yerine iş dünyasına “eleman” yetiştirmeye başlayalı beri, bilgi, yetkinlikler, beşeri ya da etik içerimlerinden soyutlanmaka, kelimenin birinci anlamıyla da metalaşmakta. Metalaşan bilgi, beraberinde insanı da kendi kategorisine çekmekte.

c.
Max Weber, “Modern dünya demir bir kafes hukuk da bunun temel aracıdır.” sözüyle modern zamanlarla “büyüsü bozulan dünya”mızı tarif eder; önce imparatorluklar ardından ulus-devletler, şimdiyse ulusaşırı küresel organizasyonlar, bir tür “rıza imalatı”yla sürecin kitleler nezdinde meşruiyetini sağlamakta. Post-truth dönemde kitleler ya da yığınlar, yoksulluğu, esareti, savaşları talep etmekte ya da rıza imalatıyla ettirilmekte; bununla toplum olmak özelliklerini kaybetmekteler; kitlelerin bilgeliğini de.

d.
Günümüz neo-liberal ekonomi-politiği, eğitimi metalaştırarak araçsallaştırmıştır; öğrenci, pazara itaat eden yani tüketicidir. Anaakım pedagojiler, retorik düzeyinde ne kadar “işbirliği” derlerse desinler, rekabet, maneviyatlarının omurgasını ya da omurgasızlığını oluşturmakta. Manevi omurgasızlık, birbirinin üzerine basarak yükselme pratiklerini meşrulaştırmakta. Makbul kişi, rekabet gücü yüksek olandır. Ekonomi biliminin guruları, ebeveynlere, “çocuklarınızla ilgilenmek, kariyerinizi olumsuz etkileyebilir.” diye tavsiyelerde bulunmaktalar; kişiler, aslında ‘yüzleri silinmiş’, kişilikleri aşınmış salt bireye dönüşmüş ş gücü piyasasına dahil olanlar, kendilerini parlatıp pazarlama ihtiyacındalar. “iyi yurttaş” ya da “tüketici”, her ne pahasına olursa olsun üretim ve tüketim aracına dönüşen varlıktır. Oysa ihtiyaçlarının %80’i “olmasa da olur” kategoridedir.

e.
Çağımızda doğal uyanlar (eğitim materyali, aktiviteler, oyunlar, ilişkiler, seks vb.), yerini hızla dijitale bırakmakta; espor endüstrisi, yakın zamanda geleneksel yani fiziki sporun önüne geçecek; bu durumda bağışıklığı zayıf, bu nedenle ilaçlara daha çok ihtiyaç duyan; duygusal anlamda içgörüzü zayıflamış, bu nedenle ne hissettiğini anlamlandırma güçlüğü yaşayan; zihinsel uyaranları sınırlı dijital dünyadan oluşan ve doğal materyallerden uzak yaşamasından dolayı da sınırlı snaptik bağlantıya sahip bunun sonucunda düşünme becerileri de facto problem çözme becerileri zayıf insanlar, “insan olma”nın referansına dönüşmekte.

f.
“İyi tüketiciler” yetiştirmek amacındaki anaakım eğitim kurumları, birer çocuk işkencehanesi ve geleceğin utanç müzeleridir. Statüko dişlileri kişi(lik)leri araçsallaştırarak öğütmekte; bu, bir tür anomali yaratmakta; bunu, mevcut ve sorunu gittikçe derinleştiren neo-liberal ekonomi-politiğin eğitim tasarrufuyla aşamayız. Bilginin erişilebilir etik bir değer ve eğitimin eşit bir hak olduğu ve bunun araçlarının sağlanmadığı günümüzde “insanın işi” tüketmek; tüketmek ise kelimenin birinci anlamıyla insanmerkezci bir perspektife dayanmakta.

g.
Aristoteles, Nikomakhos’a Etik’te “Bedendeki gözün, elin, ayağın ya da diğer her şeyin bir işi olduğu gibi, insanın da bir işi var mıdır; varsa bu nedir?” sorusu soruyor; cevabı: “İnsanın işi, ruhun akla uygun etkiniği”dir; bu, erdem; erdemli yaşamın meyvesiyse mutluluktur. Mutluluğun kendisi amaçtır; mutluluk, bir başka şey için istenmez. İnsan, belli bir ethos ya da toplumsallık içine doğan etik bir varlıktır; etik varoluşu gereği, kendini, toplum ve dünya-evren içine konumlandırabilir. Kültür, insanın kendine, topluma ve evrene karşı takınacağı tavrı belirler. Hayat; iyi, doğru ve güzel üzerine yükselir. Eğitim, bir kurum olarak insan yavrusunu toplumsal bir özneye dönüştürürken hayatın iyi-doğru-güzelden oluşan sacayağını oluşturup birbirine bağlar. Bunlar arasındaki göreli denge, dünyaya karşı tavır almasını, kendini konumlandırmasını sağlar.


XI. Soruşturmaya Ek
Soruşturma başlıklı bu panelde “günümüz” için tespit ettiğiniz “ihtiyaç” nedir? Bu ihtiyacı hangi beceri karşılar?

XII. Sonuç
Geleceğin utanç müzeleri, günümüzün çocuk işkencehaneleri okullarda çağımızın sorunlarını çözecek, yani paradigma dışına çıkabilecek, yaşadığımız anomaliyi aşacak zihinlerin yetişmesini beklemek çok naif, bu nedenle şimdi, küresel sermayenin bir diğer deyişle sahipsiz sermayenin hizmetçisi olan devletin ideolojik bir aygıtından olsa olsa tüketici yetiştirmesi beklenir. John Dewey'in “Eğitim eşit ve özgürce eşit ilişki kurabilen insan yetiştirmektir.” sözü, alternatif eğitimin moda becerilere mesai ayırmak yerine moda ve gereklerini paranteze alıp fenomenolojik bir perspektifle geriye kalana bakmak, geride kalan ne ise belki de o insanı insan yapan şey yani Aristotelesçe söylersek insanın “ousia”sı, bir başka deyişle “insanın işi”, mutlu olmaktır ama bu dünyada.

V. Metin Bayrak
Mayıs 2019'Teşvikiye, İstanbul

Dipnotlar:
* 25-26 Mayıs 2019 'da Kadıköy Barı Manço Kültür Merkezi'nde 2. Uluslararası Alternatif Eğitim Sempozyumu'nda yapılan konuşma metnidir.
1. Kürşat Bumin, Batı’da Devlet ve Çocuk, Alan Yayıncılık, İstanbul, 1983.
2. Erişim: 23 Mayıs 2019: http://www.battelleforkids.org/networks/p21

9 Mayıs 2019 Perşembe

Avrupa Günü Üzerine

Bugün, 9 Mayıs, Avrupa Günü olarak kutlanmakta. Türkiye'de ve Avrupa'da pek çok etkinlikte Avrupa'nın dünü, bugünü ve geleceği tartışılmakta. 

9 Mayıs 1950'de Fransız Dışişleri Bakanı Robert Schuman, barışın kalıcı hale gelmesi için bir kanun teklifi verir. "Schuman Bildirisi" adıyla da anılan bu teklif, bugün AB olarak bildiğimiz kurumun temelini oluşturan öğelerden biridir. 

Beethoven'in 9. Senfonisi'nin son bölümünden uyarlanan Avrupa Marşı ise, 1972 yılında Avrupa Konseyi tarafından kabul edilmiştir. 20. Yüzyılın önemli orkestra şeflerinden Herbert von Karajan tarafından, Avrupa Konseyi'nin talebi üzerine, solo piyano, nefesli çalgılar ve senfoni orkestraları için üç adet enstrümental düzenleme yazılmıştır. 1985'de Milano'da yapılan zirvenin ardından 9 Mayıs, "Avrupa Günü" olarak ilan edilmiştir. 1985'ten bu yana her 9 Mayıs, Avrupa Günü olarak kullanılagelir. 

Günümüzde AB'nin sembollerinden biri haline gelen Avrupa Marşı, Ludwig Van Beethoven tarafından 1824'te bestelenen 9. Senfoni'nin son bölümü olan ‘Ode to Joy'dan ilham alınarak hazırlanır. 9. Senfoni'nin ‘Neşeye Övgü' (Ode to Joy) bölümü, Friedrich Schiller'in 1785 yılında kaleme aldığı ‘An die Freude' adlı şiirine dayanır. Schiller, insanlığın kardeşlik ideali ile birlikte yaşayabileceğine inanır; aynı ideali paylaşan besteci, 9. Senfoni'sini, Schiller'den esinlenerek yazar.  

Yüzlerce yıl birbiriyle savaşan toplumlar, bugün, tarihe iz bırakan ve günümüz uygarlığının maneviyatını oluşturan bu iki kültür-sanat insanının eserleri etrafında, onların ortak ideallerinin ete kemiğe bürünmüş hali olan AB şemsiyesi altında barış içinde bir arada yaşamaktalar. 

Türkiye’nin 1960’lardan beri süren AB ile ilişkileri etrafında pek çok tartışma, üyelik müzakerelerinde 2016’dan beri açılmayan başlıklar göz önünde bulundurulursa, sıcaklığını korumakta. 

Türkiye’nin coğrafi olarak nerede olduğu ya da olmadığı tartışmalarda sıklıkla konu edilir; sıkça anılan bir diğer noktaysa, sanki devletlerin dini olabilirmiş gibi, Türkiye’nin ‘müslüman’ bir ülke olması. Ne Avrupa sınırları belli coğrafi bir bölge ne de Avrupa, belli bir dinsel kimlik üzerine kurulu bir birlik. Peki Türkiye ne ve nerede? Buna yanıt vermek için İstanbul merkezli iki büyük imparatorluk (Bizans ve Osmanlı) ve miraslarına bakmak, tartışmada ufuk açıcı olabilir. Hem iki imparatorluk hem de bunların günümüzdeki en büyük mirasçısı olan Türkiye’nin beş bölgenin bileşkesi ya da kesişimi olduğu iddia edilebilir; bunlar: Balkanlar, Kafkasya, Ortadoğu, Anadolu ve Akdeniz. Türkiye’yi bunlardan herhangi birine ve/veya ikisine indirgemek, onu eksiltmek ve/veya anlamamak anlamına gelir. Eksiltilerek yapılan hr değerlendirme, zorunlu olarak, yanlış sonuçlara götürecektir. 

Avrupa, dünyada, görece yükselen ve yönetilemez hale gelen kapitalizmin buhranından azade değil. 1970’lerden bu yana yoksullaşan ortasınıf ve talepleri insan hakları, adil bölüşüm, sosyal devlet gibi idelerin, birliğe yön verme güçleri zayıflamakta. 

O halde bugün, Schiller ve Beethoven gibi ortak idealleri nasıl canlı tutabiliriz? Türkiye, Sakallı Celal’in neredeyse 100 yıl önce söylediği sözü tersine çeviren bir ‘takım’ tarafından yönetilemezlikle yüz yüzeyken yeniden AB vizyonu nasıl gündeme alınabilir. Bugün, Türkçe basında 9 Mayıs Avrupa Günü, neredeyse yer almadı. Yeniden gündeme nasıl dahil edilebilir? 

Barışçıl bir Avrupa için neler yapılabilir? Türkiye, fiilen (de facto) AB’ye üye ama hukuken (de juro) müzake aşamasındadır. AB’nin resesyon, göçmenler, mülteciler, yükselen ırkçılık, popülizm, Bürüksel bürokrasisi, kurulması planlanan ordu, Brexit ile gündemi oldukça yüklü; Türkiye’nin üyeliği üzerinden mevcut yapı, radikal ölçüde tartışmalara neden olmakta. 

Türkiye, dört kimlik grubu ve bunların türevi siyasi hareketlerin görece diyalektiği içinde bir tür otizm yaşayarak gittikçe yoksullaşmakta, dünyadan, uluslararası hukuk metinlerinin standartlarından uzaklaşmakta. İktidarca ötekileştirilen muhalif seküler kitlenin bir politik talep olarak AB’yi gündeme taşıması, muhalefetin alternatif üretmedeki kabızlığını da aşmasına olanak sağlayabilir. 

Veli Metin
9 Mayıs 2019’Teşvikiye, İstanbul 

6 Ekim 2018 Cumartesi

Özgürleşme Pratiği Olarak Felsefe


Urla V. Felsefe Günleri
Felsefe ve Toplum İlişkisinde Felsefe Eğitiminin Önemi
5-6 Ekim 2018, Urla - İzmir
Özgürleşme Pratiği Olarak Felsefe1
Eğitimin nihai çıktısı, özgürce eşit ilişkiler kurabilen insanlar yetiştirmektir.” John Dewey

Konuşmama, Mithat Cemal Kuntay'in Üç İstanbul romanından bir alıntıyla başlamak istiyorum: “...93 harbinde muhacirin Edirne'de gölmeği, Ayestefenos'ta eti, İstanbul'da derisi yoktu.” Başta komşularımız Suriyeli mülteciler olmak üzere yerinden edilen insan türü de dahil bütün canlılara ithaf ediyorum… insanın özgürleşmesi, bütün varlıkların da özgürleşmesi olduğu kanaatindeyim.
Burada misafir edildiğim otel, mübadelede yurdunu terk etmek zorunda kalan bir hemşehrimizin eviymis… nezdinizde onun da anısı önünde saygıyla eğiliyor ve trajedisini paylaşıyorum.

Bugün mavi bir gömlek giydim; iki nedenden: İlki, konuşmamın adı “Özgürleşme Pratiği Olarak Felsefe” ve özgürlüğün rengi mavi; ikincisi Akdeniz’deyiz ve burada, günümüzde hem özgürlüğün hem de ölümün rengi; çünkü karşı kıyıya geçmek isteyenlerin mezarlığı aynı zamanda; oysa felsefeye, mavi yolculuğa çıkanları çağıran yurt…

Giriş
Konuşma, “Felsefe eğitimi ya da düşünme, bireysel ve/veya sosyal hayatın karşı karşıya kaldığı sorunları aşmada bir işlev üstlenebilir mi?” sorusuna bir cevap verme denemesidir.

Uygarlık, insan türünün doğadan kopuşuyla da başlatılabilir; doğaya paralel bir habitat içinde yeniden doğan insan, kültürel bir varlığa evrilir… nasıl türsel özellikler genlerle aktarılırsa kültür de eğitim kurumuyla aktarılır. Uygarlık, dar anlamıyla tarım devrimiyle başlatılır; böylece eğitim, sosyal bir kurum olmak yanında dinsel - ideolojik özellikler (de) gösteren bir yapıya evril(til)ir. Bu da “eğitim”i, iktidar mekanizmasınca manipülasyona açık hale getirir. Günümüzün altyapısını oluşturan ekonomi-politik, de facto öğrenciyi müşteriye, tüketiciye; bilgiyi, metaya; bilgi üretenleri de “pazar”ın enstrümanına yahut celladına eşdeyişle “pazar vazi”ne. “Kritik”in felsefece manası, işlevsizleşir çünkü “kitleler”in talebi “truth” yani “hakikat” değildir artık “post-truth” yani “hakikatin ötesi”dir. Metalaşmanın türevi olan “yabancılaşma”, insanı, kendinden uzaklaştırır; duygu durumlarıyla yaşadıkları arasındaki makas açılır. Tüketim, kariyer gibi kapitalizmin “olanak”ları; ödeyecek iktisadi güçü ve “piyasaya entegre olma kapasitesi” oranında anti-depresan, psikoterapi gibi “tedavi” reçeteleriyle birlikte satın alınabilir. Lakin bu fasit bir dairedir ve uyuşturucu gibi çözüm aradıkça daha fazla patoloji üretir. Gerçeğe yahut olanlara direnç göstermenin birinci koşulu, olup biteni anlamak; anlamaksa, indirgeyerek söylendiğinde zihinsel, geniş anlamıyla da kültürel bir eylemdir.

Çıplak olandan anlam üretmek, kavramsal düşünebilmekle olanaklı; bu da şüphesiz soyutlamak. Soyutlamak, dilsel - düşünsel bir eylem, en genel ifadeyle dinsel-ideolojik olmayan “eğitim”in işidir; aksi yani dinsel-ideolojik eğitim, girişte John Dewey’in sözünde anılan “özgürce eşit ilişkiler kurabilen” insanı değil, bilakis itaat eden, Hegel’in “efendi-köle” diyalektiğinde içeriklendirdiği haliyle “özgürlüğün bilincinde olmayan”ı yaratır. İtaat edense verili olguları ne anlayabilir ne de işleyebilir; bunun zorunlu sonucu: pseudo hakikat. Adorno’nun “Sahte hayat doğru yaşanmaz.” sözü de bir bakıma bireysel ve/veya örgütlü -yani kurumsal- katliamların açıklamasıdır.

İsa Peygamber’in “Hakikat özgürleştirir.” sözü, şüphesiz pek çok açıdan yorumlanabilir; Sokrates’in “Hiç kimse bilerek kötülük yapmaz; insanlar bilmedikleri için kötüdürler.” sözü de; lakin birleştikleri bir yer var o da: iyiliğin, kötülüğün, mutluluğun, adaletin, kısaca felsefenin ana yurdu etik kavramların anlamsal - kültürel ya da manevi (Geistik) bir dünyanın üyeleri olmaları nedeniyle kültürellikleri ya da zihinsellikleri. Kötülük, verili gerçekliğin zihinsel süreçlerden geçirilerek anlamlandırılmasındaki aksaklıklar nedeniyle oluşan katastrof olarak da değerlendirilebilir. Söz konusu katastrof, bağlamımız özelinde itaatkar olmayan, özgürce düşünebilen bir zihin tarafından aşılabilir. Bunun en önemli aracıysa genelinde düşünme, özelinde eleştirel düşünmedir; bu da şüphesiz felsefedir.

Konuşma
Girişte, konuşmamın “Felsefe eğitimi ya da düşünme, bireysel ve/veya sosyal hayatın karşı karşıya kaldığı sorunları aşmada bir işlev üstlenebilir mi?” sorusuna bir cevap verme denemesi olacağından söz etmiştim; şimdi bu cevabı vermeye çalışacağım kimi sorular da sorarak.

Dünya, Platon’dan bu yana ikili ya da dualist bir varlık alanı olarak düşünülegeldi. Birlikten söz edenler de oldu şüphesiz. Heidegger, varolanları, Aristoteles’ten yola çıkarak “physei onta” (fiziksel varolan) ve “tekhne onta” (yapma varolan) ikiye ayırır.2 Analitik bir yöntemle bu ayrımı temele alarak düşünelim: Dünya fizik yani doğal ve yapıntı varlıklar olarak ikiye ayrılabilir; analitik felsefe, fizik varlıkları anlamlandırabilir oysa yapıntıları ki bunlar kültürel varlıklardır ve insanın insanlaşma sürecinde eşzamanlı inşa ettiği, ürettiği varlık alanıdır ve geniş anlamıyla da kültür dünyası.

Kültür dünyasındaki etik ve estetik değerler, fizik nesnelere uygulanan ontolojik - epistemolojik yaklaşımla anlaşılamaz; çünkü, daima, görünenden fazladır; anlamı ya da hakikati, o “fazla”lıktadır.3 Kültür dünyasındaki varlıklar, onu bilmeye çalışanlarca var edilir. Dünya, bu anlamıyla mana / anlam halesi içinde kurulan bir varlıktır. Özgürlüğün anlamı, yani yaşamdaki bir “imkan” olarak var olan bu fazlalık, felsefece düşünmeyle yaratılabilir, yaratılması, anlaşılmasıdır da.

Özgürlük, insanın kültür dünyasındadır.4 İnsan, dünyaya, üretilen dünyaya (tekhne onta), insanca, insan tarafından dahil edilir; fazlayı yaratan insanda bu mana, varoluşu gereği bir imkan olarak vardır. İşte bu imkanın Sokratesçe doğurtulmasının aracı, bir bakıma felsefedir de. Şüphesiz Greklerin dediği gibi “Hakikat her yerdedir.” Felsefe, başka pek çok insan etkinliğinden farklı bir “kimlik” arz eder; insana özel türden bir perspektif sunar lakin diğerlerinden köktenci, temelli, kapsayıcı, holistik, politik, fasada değil strüktüre yönelik olması bakımından ayrılır. O, çerçeveye, fona dair olanları görünür kılar; bunun temel yöntemiyse soyutlama.

İşte felsefi bilinç, Hegelce “özbilinç”, özgürlüğün/ün de bilincinde olan özbilinç, hayata kattığı bu “fazla”nın, “değer”in, “özgürlük”ün bilincine a priori olarak vakıftır; bu vakfiyeti, Sufice söylersek somut insan yaşantılarında ete kemiğe büründürür. Aristotelesçeyse kuvveden fiile geçirerek yani “eyleye eyleye” özgürlüğün somut bilincine kavuşur. Özgürce eyleyen bireyin kişiliği etik bir renk kazanır, bu renk özgürlük ya da özgürlüğü kuvveden fiile geçirmiş kişiliktir. Özgürlük, insan türünün tekil varlığı olan bireyin kişileşmesinin temel aracı, karakterinin rengi, onu sorumlu yani özerk bir varlığa dönüştüren temel değerdir; fazlası olan, nesnedir; onu özneleştiren işte o fazladır; ona yani kendine o fazlayı katansa kişinin kendisi; ikisi yani kişileşme, özgürleşmeyle özdeştir, birbirini var ederler.

Kişinin karakterine başka özelliklerinin zamkı olarak özgürlük de dahil olur; o parçalı ontik yapı, bir araya gelerek özgün bir kompozisyon oluşturur; bu kompozisyonun olmazsa olmaz koşulu, bireyi kişileştiren ana öğe özgürlük adını verdiğimiz değerdir.

Bireyi kişileştirip özerk bir varlık haline getiren “özgürlük”, yemekteki tat, müzikteki ses, bakıştaki aşk, sarılıştaki sevgi, öpüşteki tutku, havadaki oksijen, yaşamdaki maneviyat ya da diğer deyişle die Geist! Felsefecesi “to ti en einai” yani “bir şeyi o şey yapan şey”; Aristoteles’ten aldığım bu tanıma referansla, kişilik ya da özgürlük, bireyin tözüdür; bireyi kişi yapan temel özellik, insan türüne özgü özellik.

Özgürleşme Pratiği Olarak Felsefe
Eğitim, topluma içkin bir kurumdur. Tıpkı aile, siyaset, ekonomi, din ve sanat gibi. Toplumu ve de facto insanı biçimlendiren “tarihsellik”i ise bu tarihselliği oluşturan kurumlar(ı)dır. Modern anlamda devletin bürokrasi yoluyla kurumlar üzerindeki egemenliğiyle “sosyal mühendislik” kavramı üretilmiş, kamusal ve özel alan örgütlü bir yapı olan devlet ve kurumlarınca daha çok manipüle edilmeye başlanmıştır.

Her biri toplumun bileşenlerinden olan kurumlardan dönemsel olarak kimileri güçlenir ve diğerlerinin yapılanmasında referansa dönüşür. Günümüzde “ekonomi”, böylesi bir güce içkindir. Başta siyaset, sanat, eğitim olmak üzerine bütün kurumları, kendi paradigması içine çekmekte; kendisinde üretilen normlara göre biçimlendirmeye zorlamaktadır; hayat, bir bakıma kurumlararası diyalektikle işlemekte. Eğitim, bir kurum olarak mutasyona uğrayarak kimi zaman varlık nedenine aykırı içerikler kazanarak “survive” etmeye devam ediyor.

Toplumsal Kurum Olarak Eğitim
Burada eğitim kurumunun tarihine kuşbakışı bakmaya çalışarak bir tür eğitim-toplum-kültür yazıcılığına girişeceğim; bu alternatif tarih yazıcılığında toplumları dört dönemde ele alacağım:

a. Avcı & Toplayıcı Toplumlar
Avcı ve toplayıcı toplumlar, doğa/l durumda yaşarlar; insan, tıpkı diğer türler gibi ekosistemin bir parçasıdır. Eğitim, kendiliğinden başlar, kurumsal bir kimliği yoktur; insan yavrusunun antropolojik anlamda içine doğduğu komün içinde gerçekleşir.

b. Tarım Devrimi ve Sonrası
Tarımsal üretim, yerleşik hayata geçmeyi olanaklı kılar; ortaya kurumsal anlamda siyaset ve din çıkar; ikilinin ittifakı geniş anlamda politikayı domine eder. Yerleşik hayata geçiş, insan türünün evriminde, ayakları üzerine kalkmasından daha büyük bir kopuş olarak değerlendirilebilir. Daha önce doğanın bir bileşeniyken yani ekosistemin bir parçasıyken artık doğa ile arasında ikilik oluşur; artık doğa/l değil, doğanın içinde ama karşısında; doğanın egemenidir ama bu egemenlik, “efendi-köle çatışması” yaratır; doğa, onun hizmetindedir ve arasında bir hiyerarşi kurarak her şeyin tasarrufunu kendinde görür. Siyaset, aile, din, ekonomi gibi temel toplumsal kurumların günümüz anlamıyla yapılandığı, ortaya çıktığı bir süreçtir. İnsanın, doğayı ve kimi canlı türlerini -ve şüphesiz kendi türdeşlerini de- sömürgeleştirdiği bir dönemdir. Eğitim, din ve siyaset kurumlarının tasarrufundadır ve kendi örgütleri için vardır; reaya bu iki kuruma itaat eder, bunlar için üretir, ibadet eder ve savaşır.

c. Endüstri Devrimi ve Sonrası
Modern anlamda devlet, endüstri devrimiyle eşzamanlı lugatımıza dahil olur.5 Ekonomi-Politik anlamda maziden köklü bir kopuş anlamına gelen Endüstri Devrimi, makineler yoluyla insana, doğa karşısında tasavvur edemeyeceği bir kontrol gücü verir. “Kibir güçten beslenir; gücü sönümlendirense kibir.” sözünde dile gelen hakikat, insan türünün Tarım Devrimiyle birlikte başlayan doğayı sömürgeleştirme sürecini özetler. Toplumsal hayat karmaşıklaşır, bütün kurumlarda radikal değişimler gözlenir; şehirler büyür ve geleneksel mesleklerin önemi yeni ekonomide azalır; makinelerle birlikte üretimde yer almak belli bir eğitim gerektirdiğinden hızlıca eğitim kurumu yapılandırılır; böylece eğitim, devletin ideolojik bir aygıtına6 dönüşür.

d. Bilişim, Yapay Zeka ve Sonrası
Felsefe, dinin hizmetçisidir.” sözünde dile gelen hakikat, tarihselliğini muhafaza etmekte; “efendi” değişti ama güncel anlamda yaşananlar arasında paralellikler var. Ulus-devletin inşasında yer alan biyolojisinden antropolojisine, arkeolojisinden filolojisine -hatta nasıl “iyi” işkence yapılacağını araştıran psikolojisine- çeşitli bilimler; bugün sermayenin ya da eş deyişe küresel kapitalizmin -ki ben buna ‘sahipsiz sermaye’ diyorum- hizmetinde. Bu dönem için provokatif bir soru: Hayatı manüpüle eden algoritmaları kimler, nasıl ne gibi süreçlerle belirleyecekler? Şirketlerin, “kar maksimizasyon” ilkesiyle kamusal bir değer olan eğitim ve bilgi nerede duracak?

Kritik
Doğa, indirgeyerek söylersek “ekosistem” içinde belli bir matematiğe göre işler; her şey göreli ahenk içindedir; oysa insan, bu forma sahip değildir; bu anlamıyla da amorf. Form üretmeye çabalar; işte kültür de bu formun kendisidir. Bu form, doğal değil, kültüreldir o nedenle de yaşamla özdeş değildir, doğası gereği olamaz da.

Eğitim ve/veya kültür bir form yaratma pratiğidir de. Dünya, dille yeniden kurulur. İçinde yaşadığımız dünya, bilincin ürünüdür. Dünyayla aramızda dil vardır; dil ve türevi bilinç, insanla doğa/sı arasında bir tür arayüzdür. İnsanın, doğayla teması, dilsel varlığa dönüşme sürecinde olanaksızlaşmıştır. İnsan, yapıntı dünyada eş deyişle mana içinde manayla nefes alıp yaşamaktadır.7

Konuşmamın odağındaki soru: “Felsefe eğitimi ya da düşünme, bireysel ve/veya sosyal hayatın karşı karşıya kaldığı sorunları aşmada bir işlev üstlenebilir mi?” sorusuna bir cevap verme denemesidir. Özellikle “deneme” dedim çünkü cangılda bir patika açmak niyetindeyim… Kültür, bir anlamda doğal alana müdahale edip oraya kendi rengini verebilmek.

Dijitalleşen, heterojenliğin gün geçtikçe azaldığı, Google, Amazon, Facebook gibi küresel post-kapitalist ekonomi-politik iktidarı inşa eden, yeniden üreten “aktörlerin” oyun kurucu olduğu, devletlerin, küresel oyuncuların hizmetinde bir araca dönüştüğü günümüzde insanın özgürlüğünden söz edebilir miyiz? Bu özgürlüğün teminatı ne olabilir? Özgürlüğün, kişisel anlamda, taşıyıcısı insan yani kişi ise kişinin bu imkanı kullanması, kullanarak kendinin ve de facto yaşamı/nın inşasında diyalektiği işleten oyunculardan biri haline gelmesi mümkün müdür, nasıl? Felsefe, geniş anlamıyla, bunun bir “araç”ı olabilir mi? Peki nasıl?

Düşünmek eylemi, soyutlamak; soyutlamaksa göreli bir zihinsel gelişimi gerektiriyor; Tarım Devriminden iktidar ve bileşenlerince sürekli manüple edilerek gittikçe kurumsal hale getirildiği eşdeyişle “ıslah” edildiği bir ortamda felsefe, özgürleşme pratiği olabilir mi? Nasıl?

Kurumsal kuşatılmışlık altında insanın nesneleştirildiği, bilginin metalaştırıldığı, hayatın pazar vaizerince ideolojik olarak paketlenip kitlelere servis edilerek rıza imalatıyla kendini desteklettiği bir politik / etik iklimde felsefe ne yapabilir?

Bugün, kavramsal çerçeveyi kırmaya çalışıp ya da ana hatlarıyla çizip mikro bir evrenden sıkıştırılıp büzüştürülen hayatın dışarıyla doğru itilmesinin ve böylelikle diyalektiğin işletilmesinin bir aracı olarak felsefenin işlevi nedir, felsefe ve/veya felsefeyle ne yapılabilir sorusunu sormaya çalışacağım. Soruyu inşa edebilirsem, edebildiğim ölçüde kamusallaştırılmış olur ve soru, cevaba içkin; soru, özgürleştirir; sözün büyüsü, sözün iktidarı bu bağlamda anlamlı; sıkışan ortamlarda daha çok soru sormak, sormakla kalmayıp konuşarak bunları kamusallaştırmak; fiziksel, dijital her türden mekanın ontolojisini dönüştürüp kamusallaştırarak cari anlamda işleyen diyalektiği güçlendirmek.

Bıkmadan sormak, çekinmeden sormak, doğruyu / hakikati söylemek lakin hakikati söylemek, özgür bir bilincin ifa edebileceği bir eylem; Aristotelesçe söylersek, birey, kişileşme sürecinde bir imkan olarak özgürlüğü müşahede ederek, özgürce eyleyerek özgür bir bilinç inşa edebilir.

Ekonomi-politik, salt ihtiyaç giderme olarak tasarruf edilemez; insana dair her etkinlik manaya, bilince içkindir. Sürecin üretim-verim-kar kavramlarına indirgenmesi, mana halesinin dağıtılması ya da kırılması anlamına geldiği iddia edilebilir.

Bilgi, etik bir değerdir, politik içerimleri de söz konusudur; kültür-eğitim tarihinin kuşbakışı özetinde eğitim, kişinin, ailenin, toplumun tasarrufundan özgürleşme pratiğinden ziyade tüketiciliğe sevk etmekte; temel hukuk metinleri ve mevzuatlar da buna göre şekillenmekte.8 Güncel eğitim, “bilgi”nin gün geçtikçe daha çok marketize olmasına neden olmakta; “bilgi”, pazar/ın nesnesine dönüştüğü ölçüde de “sahipsiz sermaye” tarafından manüple edilmekte; bilginin kamusallığı talileşmekte. Konuşmamın başında John Dewey’in andığım sözü şu idi: “Eğitimin nihai çıktısı, özgürce eşit ilişki kurabilen insandır.” Peki, nesne değil de kendi hayatının öznesi olabilen kişileşmiş bireylerin özgürce eşit ilişki kurabilen insan olarak topumsallaşması olanaklı mıdır? Nasıl? Burada felsefece kritiğe, Nietschece söylersek “çekiçle felsefe yapmaya” ihtiyaç olduğu kanaatindeyim. Çünkü ancak kritik, bize örtüyü alıp reel olanı, omurgayı, strüktürü görmek imkanı verebilir. Bu da bağlamsal anlamda politik-radikal bir soru olan “arkhe” sorularıyla olanaklıdır; bu da felsefece sorular, felsefece sorular da ancak özgür bilinçlerce sorulabilir.

Sonuç
Filozoflar, Nietzschece “çekiçle felsefe yapmak” eylemini ifa edebilirler; böylece “bilginin metalaşması”nı; “pazar vaizleri” aracılığıyla kitlelerde “rıza imalatı”nın gerçekleştirilmesini ifşa ederek hakikati daha çok kamusallaştırabilirler; lakin cari paradigma nedeniyle iktidarın ya da egemenin nesnesine, aracına, ideolojik aygıtlarından birine dönüşmektetir. Bugün “çekiçle felsefe yapmak”, işte bu paradigmanın “ipliğini pazara çıkarmak”tır; bu, eğitim alanındaki marketizasyonu, maniplasyonu ifşa edip kamusal bir hizmet ve temel insan haklarından olan eğitimi devlet ve küresel kapitalizm ve onun taklitçi yerel oyuncularından sekülerleştirmekle olanaklıdır. Bağımsızlaşan insan, kişileşmiş, kendi hayatının öznesi olmuş, sorumluluğun bilincinde bir varlık olarak “cellatlık” statüsünü reddecektir; reddetme, kişileşme, özgürleşme, kendi hayatının öznesi olmaktır da. Eğitim, doğanın tasarrufundayken din ve devletin, ardından yalnızca devletin, şimdiyse piyasanın tasarrufunda. Eğitim, kamunun sorumluluğunda olmadıkça itaat üretir; itaat edense eylemlerinin sorumluluğunu “hakim”e bir başka deyişle görünmezleşen “sistem”e yükler; oysa insan, iradi bir varlıktır ve eylemlerinin sorumluluğunu üstlendiği ölçüde özgürdür. Dewey’in “özgürce eşit ilişki kurabilen insan”ı, eğitimin, özü gereği statükocu kurum ve sınıfların elinden alınıp kamusallaştırılmasıyla varlık kazanabilir; bunun için felsefece kritiklere, çekiçle felsefe yapmaya ve gittikçe monoliktikleşen, masifleşen yapıda kılcal çatlaklar oluşturmaya gayret etmek gerek; bu masif yapıya vurulan her külünk, onu sarsacak, onda çatlaklar oluşturacak; içine suyun, havanın yani hayatın sızmasını sağlamanın yeterli olacağı kanaatindeyim; zira sorulacak her soru o masif yapıya vurulacak bir külünk…

Epiog
Laniakea, Haiti dilince uçsuz bucaksızlık anlamına geliyor… Günümüzdeki posttruht era, doğru olarak kabul edilenlerle gerçekliğin bağlantısının kopmasıdır. Bu da diyalektik anlamında bir çelişki değildir. Adorno’nun başta anılan “Sahte hayat, doğru yaşanmaz.” sözü bu anlamda zikredilmeye muhtaçtır. Bu, hakikatten kopan dünyanın ya da yaşamın bağın dinamiği, muhafazakarlık, kimlikçilik, cemaatsel örgütlenmeler, küreselleşmeye rağmen kapalı devre hayatlar, ekonomiler; bilginin erişilebilirliğine rağmen artan cehalet; yaşanan sorunların müsebbibi olarak üretilen düşmanlar… ve sürekli yerini sağlamlaştıran, anatomisi gittikçe masifleşen iktidar yapılanması...

İşte bütün bu haleyi kırmak için elimize çekiç almamız ve Nietzcshece “çekiçle felsefe yaparak” sonsuzluğu yani “laniakea”yı ifşa edip hakikatı çıplakmışçasına ortaya koymak, mana üretip ürettiği mana içinde yaşayanları ve şüphesiz yaşananları görünür kılmak, felsefenin, filozofların işi; yoluyla “parrhesia” yani hakikati söyleyerek. Hakikat, insanın mana arayışı olan yaşamının kıblesi; bu kıbleyi gösterense geniş anlamda felsefe; işte bu nedenle felsefe, özgürleşmenin; eşdeyişle “laniakea”nın keşfi; sonsuzluğun keşfiyse özgürleştir insanı...

Şimdi, “Felsefe ve Toplum İlişkisinde Felsefe Eğitiminin Önemi” alt başlığıyla düzenlenen “Urla V. Felsefe Günleri”nde Çcuklar İçin Felsefe (P4C) ya söz tercih ettiğim şekliyle Çocuklarla Felsefe’den (PwC) söz ederek konuşmamı tamamlamak istiyorum. Pedagoji, aktarılanların edinilip edinilmediğini ölçen bir süreç üzerine inşa edilir; oysa cevaplar itaat, soruyla özgürlük üretir… Sormak, iktidara içkindir. Sorabilen zihinlerin, bilinçlerin yetişmesiyse yine geniş anlamda felsefenin işi.

Sabahki oturumda “Nasıl?” sorusu soruldu, “iyi de nasıl kamusallaştırıp bu pratik hayatı dönüştürebileceğiz?” mealinde bir soruya bir tür cevapla bitireyim: Gündüz Vassaf, “Ne Bizans ne Osmanlı” adlı makalesinde İsidorus ve Mimar Sinan dışında dünya kültür tarihine bir “değer” katmadığımızı ileri sürüyor; nedenini de devletin hayatın her alanına çöreklenen yapılanması ve tasarrufu görüyor. Fikrin kamusallaşıp hayata dokunmasının aracı kurumlardır; kurumlarsa geniş anlamda kamu iradesiyle olanaklıdır. Habitatımızdaysa her devlet ve/veya kamu ve/veya kamu yöneticileri, tarihi kendileriyle başlatıp kendinden önceki birikimleri kürtaj etmeyi varlık nedeni olarak görüyorlar; o nedenle düşünce, daha çok edebi eserler yoluyla dile gelmekte. Bilgiyi kamusallaştıran kurumlardır, bilgi kamusallaşmadıkça devletin ideolojik aygıtı olarak manüple edildikçe özgürleşmenin değil tutsaklaşmanın aracı olabilir. İşe, eğitimi milli olmaktan çıkarak ve temel çıktısını soru soran, eşit ilişki kurabilen insan olarak belirleyerek başlanabilir.

Huzurunuzda iktidarın cisimleştiği o masif yapıda sorularıyla çatlaklar oluşturan soruları soran, sormaktan usanmayan kavram yontucusu, bilgi işçisi Logoslara saygılarımla… Anaksagoras’a da! Sürgün, insanın iradesi dışında gerçekleşen her tasarruf gibi hayatın gaspıdır…

Bilgi, etik içerimleri olan kamusal değerdir; bilgiyi kamusallaştırmaksa politik bir eylemdir. Bir başka eylemde logoslarımızı çarpıştırmak dileğiyle…

Saygılarımla,

1 V. Metin Bayrak

2 Soykan, Ö. N., Estetik ve Sanat Felsefesi, Pinhan Yayıncılık, İstanbul, 2015, s. 21

3 a.g.e., s.19

4 İnsanın ikincil dünyası olarak düşünülen kültür, evrimin geldiği noktada birincilleşmiştir.

6 Althusser, devletin aygıtlarını “baskı” ve “ideolojik” diye iki kategoride düşünür: yönetim, hükümet, ordu, polis, hapishaneler, mahkemeler devletin baskı aygıtlarıyken kurumsal anlamda yapılanmış din (kiliseler birliği vb.), okullar, aile, hukuk, siyasi partiler, sendikalar, kitle iletişim araçları vb. ideolojik aygıtlardır.

7 Beyinle yaşam arasındaki arayüz, “connectom”dur; sinir sistemi bilinç üretir; beyim hücreleri, 2 üzeri 100 milyar işlem yapar, ki bu sayı evrendeki bütün atomların sayısından fazladır. Seçimlerimizin türevi olarak bilinç, genomlarımızı aşan bir varlık alanı yaratır; o nedenle hayat, mana üzerine kuruludur; belki de Tevrat’ta dilen “Önce söz (mana) vardı.” sinirbilim açısından (da) okunabilir.

8 Bknz: Güncellenmiş 1739 sayılı Temel Eğitim Kanunu