24 Mayıs 2020 Pazar

Felsefe Taşı

Gezgin Tayfa & Opus Noesis
Veli Metin ile Felsefeye Yolculuk - Felsefe Taşı*

Tanışma
Merhaba. Öncelikle bu distopik Covid19 günlerinde kendinize bayram hediyesi olarak “felsefe taşı” verdiğiniz için kendinizi tebrik etmenizi rica ediyorum. Birini tebrik etmeden önce düşünürüz nasıl edelim diye eğer protokol ilişkisi değilse. Bu sefer kendimizi nasıl tebrik edeceğimiz üzerine düşünelim. Ama muhakkak tebrik edelim. 

Şimdi. Hikayesi olmayan yoktur. O, yaşamamıştır. Deredeki taşın da vardır bir hikayesi. Kökleri derenin içine inen ağacın da. O kökün üzerine tüneyen kurbağanın da. Dereye su içmeye gelen geyiğin de. Baharla coşan derenin sesine karışan kuşların cıvıltısının da. Bu manzaraya bakıp ciğerlerinin en derinine ulaşan nefesi alıp bütün yaşamını gözden geçiren yolcunun da. İşte birer yolcu olarak hikayemiz üzerine düşünerek başlayalım. 

32 yıl önce bir kitap geçti elime. Henüz lise ikinci sınıf öğrencisiyken. Platon’un dilimize nedense yanlış biçimde Devlet diye çevrilen ama Grekçesi ile düşünürsek Cumhuriyet ile. Yolda karşılaştığım bu yolcuyla birlikteyiz 32 senedir. Bu yolculuk sürüyor ve şimdi sizinle karşılaştık bir mola yerinde. 

Lütfen siz de felsefeyle ya da tutkuyla bağlı olduğunuz ve yaşamınızın akışına yön veren kişi ve alanlarla nerede nasıl karşılaştığınız üzerine düşünün. A. Maouluf, Semerkand’da Hayyam’a zamana dair şunları söyletir: “Zamanın iki boyutu vardır; biri, uzunluğu, ki onu belirleyen güneşin seyridir; ikincisi kalınlığı, ki bunu belirleyen de tutkulardır.” O karşılaşmada ne olur? Aşk da benzer bir karşılaşmanın meyvesi değil mi? 

Hepimiz her gün sonsuz uyarıcı ile karşılaşırız. Bunlardan kimileri bizim ruhumuza dokunur. Bizde bir karşılığı vardır. Bizimle etkileşir. Bir anlamda hücrelerimize giren virüs gibi. Bu buluşma, hemhal olma, hem bizi hem onu hem de birlikteliğimizi değiştirir. 

Atölye I - Tanışma
Hadi felsefeyle nasıl, nerede tanıştınız, sizde yarattığı imge ne oldu? Hatırlamaya çalışın; hatırlayamazsanız şimdiki imgesel temsilini düşünün lütfen. Hemen aklınıza gelecek, işte onu paylaşabilisiniz. Grupla paylaşılmasını istemiyorsanız yalnızca bana, değilse herkese gönderebilisiniz. Buradan paylaşalım ki bu buluşmayı etkileşimli kılalım. Öğrenelim birbirimizden. Yol arkadışıyız ne de olsa. Yolculuk, hafiletirmiş ruhu. Kolay çıkarmış insanın kim olduğu. Türkçede de denmez mi tanımak için birini ya alışveriş yap ya da çık yolculuğa diye. 

Veli Metin ile Felsefeye Yolculuk
Neden “Veli Metin ile Felsefeye Yolculuk” ve “Felsefe Taşı”? Kısaca açıklamaya çalışayım. “Veli Metin ile Felsefeye Yolculuk - Felsefe Taşı”, hayatımıza yön veren temel kavramları felsefe ile konuşmak, uygulamalı felsefe (felsefi danışmanlık) yöntemiyle sorular sormak, üzerine Sokratik Konuşmalar yaparak felsefeyi kamusallaştırmak amacındadır. 

Odağında mutluluk, aşk, mahremiyet, ilişki, şiddet, iktidar, güç, güçlü olmak, başarılı olmak, kariyer, yalnızlık, ölüm, sevgi, bağ, bağlılık, varsıllık-yoksulluk, doyum, acı, sorumluluk, özgürlük, özne, anlam gibi kavramlar; Sokrates, Aristoteles, Epikuros, Epiktetos, Diyojen, Erasmus, Descartes, Spinoza, Voltaire, Kant, Schopenhauer, Marks, Nietzsche, Sartre, Wittgenstein, Adorno, Foucault, Chomsky gibi felsefe tarihinin özgül ağırlığı yüksek filozoflar yer alır.  

İnsanın, “Kimim? Nerdeyim? Niçin yaşıyorum? ya da Yaşamımın bir anlamı var mı?” sorularıyla insan olduğu iddia edilir. Bu kadim sorular, insanlık yahut uygarlık varoldukça sorulacak… Neden? Aristotelesçe söylersek “İnsanlar, doğaları gereği bilmek isterler.”  Hayatımıza yön veren kavramlar neler? Bunlara ne tür içerikler yüklüyoruz? Anlam dünyamızın ya da kavramlarımızın bir araya gelerek oluşturduğu mimari yapının rengi ne? Nasıl bir “hane” içinde yaşıyoruz? Peki bu yapının öğeleri? Anlam dünyamıza ya da bakışımıza, yaşayışımıza sinen fikirler, hangi sorunların, hangi çağların çocukları? Bütün bu sorulara felsefenin kılavuzluğunda bakmaya ne dersiniz? 

Felsefe, o, herkesin hakkını teslim ettiği ama nedense “erişilmez” bulduğu kadim alan! En büyük varlık nedenlerinden biri önyargılarla, boşinanlarla mücadele etmek olan felsefe, en çok “önyargı”ların esiri. Mücadele ettiği önyargılar nedeniyle ona ihtiyacı olanların uzağında, yalnız.

* Özünün sorgulama olduğu herkesçe bilinen ama pek azımızca yanına yaklaşılan felsefe nedir?
* Hayata pencereler açıp anlam üreterek kim ve nerede olduğumuzu, niçin yaşadığımızı arayan felsefenin temeli nedir?
* Ona yaklaşmanın, ona dair önyargıları kırmanın araçları neler olabilir?
* Felsefenin yaşamda açtığı pencereler nedir, nereden bakar, neler gösterir?
* Felsefenin cangılda açtığı patika, nereden gelip nereye gider?
* Yaşamda açtığı bu patikanın kendisi nedir?
* Birer kavram yontucusu ve bilgi işçisi filozoflar, felsefeyle aslında ne yapmak istemekteler?
* Felsefenin gündelik yaşamdaki ya da kişinin kavrayışındaki izdüşümleri nelerdir? 

Çevrimiçi Felsefe başlığı altında ilk buluşmaların ilkinde, “felsefe taşı”nı eline alıp kendini çevreleyen önyargı duvarlarını yıkmayı, felsefenin pencerelerinden gelen ışığı dünyamıza dahil etmeyi; yaşamı kavrayışımızı ve yaşayışımızı felsefeyle de harmanlamayı amaçlamaktayız.  Eline felsefe taşı almak istediğiniz, merak duygunuzu hala muhafaza ettiğiniz, olup bitenlere karşı şaşkınlıktan öteye geçen hayret yaşadığınız anlaşılıyor ki burdasınız. Felsefeyi merak eder ama nereden başlayacağımızı bilmeyiz. Oysa merak, işin ateşidir. Yolculuk çoktan başlamıştır. İşte yolumuz, biz felsefe yolculularının yolu, bugün burada kesişti. 

Meşhur önyargılarımız ya da galat-ı meşhur kanaatler vardır. Felsefenin erişilmez, anlaşılmaz olduğu da bunlardandır. "Erişilmez" gibi görülen felsefenin temeli ne olabilir? Yaşamdaki izdüşümleri nelerdir?
Kim olduğumuzu, nerede olduğumuzu, niçin yaşadığımızı arayan bu kadim bu kadim alana akademik perspektif dışından da bakılabilir mi? 

Birer kavram yontucusu, bilgi işçisi olan filozofların derdi nedir? Ne üretirler, nasıl üretirler, ürettiklerinin yaşamdaki karşılığı nedir?

Hayata;bütüncül bir perspektifle yani sanatla, teolojilerle, bilimlerle, felsefelerler bakmak mümkün mü? Varsa böyle bir pencere manzarası ne olabilir? 

Bu cangılda patika açmak metaforuyla ifade etmeye çalıştığımız birlikte düşünme üretme yolculuğu, yaşamı kavrayışa içkin olan felsefeyi ifşa etme girişimidir. 

Merak duygusunu muhafaza edenlere, gözü gönlü açıklara ulaşır… Eğer gözünüzü gönlünüzü harici şeylerin açacağına inanıyorsanız büyük bir yanılgı içindesinizdir. Ebedi bir köle olduğunuz bile iddia edilebilir. 

Yolculuk
Bugün sizinle felsefeyi, felsefenin belli bir açıdan ele alınışıyla ortaya çıkan yüzü/nü paylaşmak istiyorum. Umarım birbirinizi sever, bu sevgiden beslenirsiniz. Yolculuk, yolculuktaki karşılaşmalar tıpkı ses gibi. Yoktan varolur ve ortaya çıkar. Karşılaşma berekettir. 


Bu “tadımlık” buluşmanın zamkı felsefece kavrayış, tuğlaları ise metaforlar olacak. Taşıyıcı kollonlorsa bilgi; çatısı “mana”. Bir mimari yapı inşa etmeye çalışacağım. Bir diğer deyişle cangılda patika açmaya çalışacağım. Yani yolculuğa çıkacağız… Daha doğrusu hepimiz yoldayız, kesiştiği yerde ayaküstü hasbihal edeceğiz.


Bilinçli olmaya gayret edeceğim. “gayret edeceğim.” diyorum çünkü bu hal, külliyen giyilebilecek bir hal değil; ona ancak yönelebiliriz. Çünkü insan-ı kamil yahut özgür insan olmak, bir imkan. Hiçbirimiz insan doğmuyoruz. Ancak onu arayabilir, ona yönelebiliriz. Bu yönelme, onun yoksunluğunu duymakla olanaklıdır. Ancak kulağı olanlar duyabilir, sinirleri olanlar hissedebilir; hissin anlamlandırılması içinse nöronlara ihtiyacımız var.

Tuğlaları ya da taşları metaforlardan oluşan bir retorikle karşılaşacaksınız. Yaşam bilgeliğine sahip diğer deyişye derin kavrayışa, görmüş geçirmiş, ruhsal derinliği olan, daha çok otodidaktik muhterem bir zat atölyelerimden birine katılmıştı ve felsefeye dair şu metaforu paylaşmıştı: Felsefe nedir? sorusuna gömleğin ilk düğmesi adını vermişti. İlk düğme yanlış olursa diğerlerinin doğru olma imkanı kalmaz. Hayat, anlam olarak giyilir. Bu giysiye gömlek dersek düğmeler disiplinler, bilimler, kavrayışlar. Felsefe, işte bu gömleğin ilk düğmesi. Bu ilk düğme için “ne” söylenebilir? 

Atölye II - Metafor
Hadi iki dakika süre… Bir metaforla anlatmak istesek felsefeyi bu nasıl bir metafor olur? 

Kimiz?
Bilgelik sevgisi anlamına geldiğini biliriz hepimiz felsefenin. “Türkiye’nin başkenti Ankara’dır.” gibi doğallıkla söyleriz ezberden. Felsefece soralım, nedir bilgelik, nedir sevgi, nedir bilgelik sevgisi? Bilgelik sevgisinin felsefe denen özel türden kavrayış yoluyla ilişkisi nedir? Ne işe yarar bu bilgelik sevgisi adı verilen felsefe? Aristoteles, sıkça andığım sözüyle “İnsanlar, doğaları gereği bilmek isterler.” Neden?

İnsan, 14.5 milyar yaşındaki bir gezegende, 300 milyon yıla dayanan canlılık kültürü içinde oluşmuş ve atası 7 milyon yaşında kendi de şunun şurasında homo sapiens sapiens olarak belki de 100 bin yıl yaşında. Topu topu 10 bin yıldır da kapalı alanlarda güven içinde yemek yiyor, uyuyor ve sevişiyor. İnsan, insan doğmuyor.  İnsan, ayağa kalkarak doğasını kaybetmiş bir varlıktır. Bu, bir yavrusunu, ruhunu, bilincini kaybetmiş bir annenin ya da insanın kaybedişinden daha derin, hasar vericiliği aşan bir trajedidir. Evet insan trajik bir varlıktır; çünkü doğasını kaybetmiştir. 

Aristoteles’in, “insanlar doğaları gereği bilmek isterler.” sözü, insanın dansta, müzikte, sanatta, ritüelde aradığı bu kaybettiği doğasıdır bir bakıma. Felsefe, bu arayışın kaidesi, parçaları/nı birleştiren zamktır. 

Cangılda Patika Açmak
Bu uzun girişten sonra ya da ısınmadan sonra cangıla dalabiliriz artık. Amacımız patika açmak ama yol değil. Yol, hem bizi hem de ormanı yani hayatı kürtaj eder. İnsanı bir kanser hücresine dönüştüren cangılda açtığı patika değil yoldur.   

Patikayı nasıl açacağımızdan, niçin açacağımızdan, bununla neyi amaçladığımızdan kısaca söz edelim. Patikayı tek başına logosla değil, logostan daha önce olan ve köklü biçimde insan varlığına sinen psykue ile ve ikisinin de temelinde yer alan canlılıkla açacağız, daha doğrusu açmaya girişeceğiz. Haddimizi bilmeye gayret ederek. Zira insan, hadsiz bir varlıktır. İleride ne demek istediğimizi daha net görmek imkanımız olacak. 

Geleneksel olarak “hap” bilgi paylaşmaktan kaçıkanacağım. Mümkün olduğunca da “diyalojik iletişim”i işletmeye imkan yaratacağım. Yaratmaya çalışıyorum. Sürece zaman zaman sizi dahil etmemin nedeni bir tür ritüele dönüştürmek bu karşılaşmayı. 

İtaata gark edici hap bilgi vermekten kaçınacağım ama soru sormaktan değil. Bıkmadan radikal, köklü, yer yer politik nitelikte sorular sorarak işletmeye çalışacağım bu diyalojik iletişimi. Sormak, ama bilineni değil altta duranı sormak, felsefece söylersek arkhe soruları sormak ki bir şeyin “ne” olduğunu sormak, politik, radikal sorulardır. Fasadı aşıp taşıyıcıyı ifşaya yöneliktir. Sormak, yerleşik yapıdan memnun olmamanın ürünüdür ve mevcudu sarsar. Mevcut, kocaman, devasa mafis bir bloktur. Her soru, bu masif yapıya indirilen, bu masif bolak taşa vurulan bir külünktür. Nietzsche belki de bu yüzden felsefe yapmakla çekiçle felsefe yapmayı ayırır. İşte vurulan her külünk, bloğu sarsar, onda kılcal damarlar, çatlaklar açar. O çatlaklardan da hayata sızılır. İnsan, bir özne olarak çatlattığı yerden, kendine açtığı damardan, yoldan sızabilir, akabilir diğer bir deyişle hayata. O nedenle anlam, anlama, kişisel bir yolculuk, serüvendir. Felsefe, belki de geniş anlamda külünkle vurma iradesi. sarsmanın kendisi. Aynı zamanda sarsılmanın da. 

Neredeyiz? Laniakea içinde bir galakside. Galaksi içinde bir geegende. Gezegen içinde bir noktada. Bir ağ, bir habitat içindeyiz. Makrokosmos anlamında buradayız. Mikrokosmos anlamındaysa fraktallar. İki ucunda da sonsuzluk olan sonsuzluktayız. İnsan, sonsuzluğu kavrayamadığı için yaratır tanrıyı ve itaat eder. Sonsuzluğun kavranışı, özgürleştirici bir edimdir bir bakıma. Sonsuzluk, insanı kibirden uzaklaştırıp kendiyle yüzleşmesini. Yalancı aynalardan kutulmasını da sağlar. 

İnsan, trajik bir varlıktır, çünkü doğasını kaybetmiştir.” dedik. Bu yitiriş, bakidir. Geri dönüşsüzdür. Cin, şişeden çıkmıştır. Geri döndürülebilir değildir. İnsan, ellerini kullanıp ayağa kalktığından bu yana kaybettiği doğasını aramak telaşındadır. Aristoteles, iki açıdan çok yerinde bir ifadeyle “insanlar, doğaları gereği bilmek isterler.” demiştir. 

Yitirişin doğurduğu karanlık, belirsizlik tanımlanmaya muhtaçtır.

Bir canlı olarak yaşama içgüdüsü, çevreyi tanımayı gerektirir.

Bu nedenle insanın hem biyolojik hem de kültürel anlamda öğrenmek, anlamak ihtiyacında olduğu söylenebilir. Kimim, neredeyim ve niçin yaşıyorum? Biz, insan türü olarak bu üç sorunun yanıtlarından oluşuruz. O nedenle her kim bilgi üretirse hayatı o şekillendirir, belirler. 

Biraz daha derinleşelim. Birkaç külünk daha vurarak soruşturmamızı sürdürelim. Bütün bilimler, dinler, felsefeler, sanatlar, bu üç soruya yanıt arama girişimidir. İnsan, bunların meyveleriyle giyinir. İncir, incir olmaktan çıkar kıyafete  dönüşür. Bununla hem insan hem de doğ yeniden üretilir. u, farklıdır; doğaya kültür eklenmiştir. 

Günümüz antropolojisi, 19. ve 20. yüzyıl kuramlarına göre farklı düşünüyor. Çünkü daha önce insanın biyolojik gerçekliği birincil, kültürel dünyası ise ikincil görülüyordu. Oysa şimdi kültürel gerçekliğimiz birincil olarak görülmekte. Türkçesiyle artık birer pet hayvanına dönüştük. Son yirmi yıldır böcekler, cesetlerimizi yemiyor. 

Şimdi, doğadan doğup doğasını yitiren bir kültür varlığının kendini kurma araçlarından belki de en temelli olan felsefe ile bakmaya çalışalım. Bu tanışıklık, olup bitene baktığımızda gördüğümüz bulanıklığı dağıtmak, dokunduklarımıza anlam halesi ekleyerek onu altına yani anlamlı hale getirebiliriz. Bu nedenle buluşmamızın adına felsefe taşı dedik. Bu sihirli bir güçtür. Doğaüstüdür çünkü doğada anlam yoktur. Anlam, insanın özneleşme sürecinde eklediği bir şey ama ontolojisi doğada olmayan bir şey. 

Felsefe, nasıl düşündüğümüzü, anladığımızı, yargıladığımızı teorize eden bir alan. Hepimi, verili bir toplumsallık, etos içine doğuyoruz; hem doğal hem de kültürel olarak biliyoruz. Bu bilme, iki şekilde oluyor. İlki, canlılığımıza dair ama ayağa kalkma kalkma sürecinde kastre edilmiş bir yeti; bu nedenle insan artık bu yetiden tamamen yoksun olmasa da büyük ölçüde eksilmiş. Diğer deyişle bilincinin dışına itilmiştir. İnsan, artık pür bir canlı değildir. Dünyayı ve dünya içindeki kendisini dil dolayımıyla bilir. İnsan, doğasını kaybederek dünyadan uzaklaşır.İnsan ile dünya arasında dil yani anlam. O nedenle Türkçedeki o eşsiz deyim inanılmaz anlam yüküne sahiptir: ayrı dünyaların insanlarız. Nasıl oluyor da aynı dünya içinde farklı dünyalardayız? 

Tenimizde ne rüzgarı ne yağmuru hissediyoruz artık. Rüzgarı ve yağmur damlasını birer imge olarak şiirde görüyor, şiirde anlıyoruz. Hissetmiyor anlıyoruz. Anlam, dalından koparılıp örtünmede kullanılan incir yaprağıdır, incir yaprağındadır. Anlam, o incir yaprağı gibi bizi doğadan, doğamızdan koparan bir metafor. Yalnızlık doğada değil, doğadan kopan, doğası gasp edilen insandadır. İnsan, bu yalnızlığı kavrama telaşındadır. Tanrı, bir anlamda bu yalnızlık kavrayışının da meyvesidir. İnsanın tanrılık, tanrılaşma girişimleri iddiaları, bu açıdan da düşünülebilir. 

Anlamın sıklıkla ışık, güneş, aydınlanma, metaforuyla ilişkilendirilmesi “mürşit”, “guru” kavramlarıyla anlatılması tesadüfi olmasa gerek. Aranan ya da yoksunluğu duyulan ihtiyaç yükü kaldırılamayan bu yalnızlığın omuzlara bindirdiği yükün alınmasıdır. Gönüllü kölelik paradoksu buradan da doğan bir kavramdır. 

İnsanın bu yolculuğu yani aydınlanma, anlama erişme yolculuğu, rehbersiz, pusulasız olamaz. İnsan yavrusu, yetiştirilir, bilgiyle donatılır. İnsan, dört belleğin bileşkesidir. Canlılığa dair 300 milyon, insan türüne dair 7 milyon, atalarına dair birkaç yüz ya da bin ve kişisel ömründen oluşan belleği. Kavrayışımıza bu dört bellek sinmiştir. Biri, diğerinden ayrılamaz. Bunlar, bizim kavrayışımızı, algılayışımızı, duygularımızı ekiler. Beyincel örgülerimiz connectomlarla şekillenir. Belleklerimiz bunlara siner. Yani hayat, ne annemizin rahmine düştüğümüzde ne de doğumun hemen ardından verdikleri ad ve giydirdikleri kıyafetler başlıyor. 

Kültür, maddeye şekil vermek, diyalektik, bu sürecin tarafları arasındaki etkileşim. Bu süreçle hem taraflar hem de oluşan yeni yüz her an yeniden doğuyor. 

Umberto Eco Gülün Adı romanında çömez Adso’ya bir soru sordurdur, sorunun muhatabı William’dır. Soru şudur: Neden tek bir din varken bunca mezhep ve tarikat vardır? Fransisken Rahip William metaforlardan örülü cevabında şunları söyler: İnsan, bir yağmur damlasıdır, bunlar ip ip olup birleşir ve akarlar, birleşip suyu oluştururlar, birleşip çaya, oradan derelere, oradan nehirlere, oradan denizlere, denizlerden okyanusa. Din o okyanustur. 

İnsan, bir yağmur damlası, bir okyonus değil. Birde çoğu, tamı, tamda teki anlamak olanaklı. Nasıl? Greklerin “noesis” adını verdikleri böylesi bir bilme ürünü: aklın özel türden bir ürünü, sezginin ötesine geçen kavrayışının ürünü. Grekler, “Hakikat her yerde.” derler. İş, onu görebilecek izan sahibi olmakta. 


Ne insan ne de hayat gerçek. İnsan ve hayat, anlam halesi içinde. Bu hale, kültür olarak da düşünülebilir. Kültürü yani haleyi dil ile inşa ediyoruz: bilgi, bu haleye rengini veriyor. 

İnsan, bu anlam/a sürecinde üç farklı momentte özneleşir: anlayan, yapan ve üreten. yani teoria, praksis ve poiseis. Her birimiz, çağımızın öznesiyiz. Kim olduğumuz bunların toplamı. Bunlar bir araya gelerek bizim dünyamızı oluşturuyor. Bu dünya için yaşamın sacayağı iyi - doğru - güzel denebilir. Felsefe, logosla, bunları derleyip toplayan, bir araya getiren, birbirine kaynamalarını sağlayan zamk olabilir. 

Anlamak özgürleştirir. BU bitimsiz, sonu gelmez bir ihtiyaçtır. Anlamak, insanın dönüştüğü “şey”den, ki o anlamsızdır; artık ayağa kalkmış varlık başka bir “şey”dir ama ne olduğu belli değildir. İnsanın tarihi, bu “şey”yi dönüştürme tarihi olarak da okunabilir. 

Filozof taşı, Türkçede felsefe taşı, hayata anlam katma, hayatı anlamlı hale getirerek onu dönüştürme aracıdır. İncir yaprağı örtünme aracı olarak kıyafete dönüştüğünde ontolojisi değişmiş. Artık be insan ne yapmak ne de hayat aynıdır. Ontolojik düzlemleri değişmiştir. Anlama, nöronlar arasında bağlar kurmak, cangılda patika açmak, açılan patikanın nöroplastisite dönüşmesidir. Anlamak, güven ihtiyacını sağlar ve özgürleştirir. Ancak özgür kişiler mutlu olabilirler. Felsefe, mutluluğun temelidir denebilir. Günkü güven ister. Güven içinse sisin dağılması, hikayenin ne olduğunun anlaşılması gerekir. Dağılan sis, bir anlamda yumurtanın çatlamasıdır. O külünkler, yumurtayı çatlatır ve doğarız. Etik bir varlık olarak anlam halesi ile yeniden doğmuş oluru. İnsanlaşırız. Nietzsche'ye selam! 

* Felsefe taşı, evrenin temel sırlarını keşfetmek, metalleri altına çevirmek ölümsüzlüğü sağlamak, ruhu arındırmak, hayatı kavrayan bilince ulaşmak, her kişinin özbenliğinde varolan ama arayışla bulunabilecek izan, akıl, kalp, akıl taşıdır, hayat taşı; bilgeliğe açılan kapının şifresidir.


Veli Metin 

24 Mayıs 2020, Teşvikiye, İstanbul

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder