Reform versus Perspektif*
Anlatı köleliği üzerine derkenar
Refrom, perspektif, paradigma, politika, eğitim, devlet, kamu, okul,
ekonomi-politik vb. kavramlar, büyük anlatıların tuğlaları; bunlarsız iddiada
bulunulamaz; anlatı ne kadar büyürse onu üretenin gücü ve tahakkümü de o oranda
artar. Reformseviciler, eldeki yapının strüktürüyle ilgilenmek yerine fasadıyla
yani dışıyla, cephesiyle uğraşırlar; hatta mevcut yapıyı daha da parlatırlar;
her reformla statükoyu daha da güçlendirirler.
Gelenek, maziden gelen anlamındadır. Hayat, yalnızca maziden gelenden
mürekkep olmasa gerek. Mazinin bugünle gelecek perspektifiyle
kesiştirilmesinden doğan modeller, zamanın üç katmanın da boyutlarına sahip
olacağından olguyla daha çok örtüşmesi beklenir. Hangi mazi? Nasıl bir gelecek?
Soruları etraflıca hesaplaşılmayı bekler.
İdeolojik tasarruflara teslim olmadan, birtakım büyük ya da küçük kimlik
gruplarının şemsiyesi altına girmeden ideolojik olandan olabildiğince
sıyrılındığında işte asıl o vakit aydınlanma hâsıl olabilir. İnsan, ideolojinin
körleştirmesiyle olgunun üretilmiş, tahrif edilmiş, manipülatif yanıyla karşı
karşıyadır. Olgunun bir tür simüle edilmiş, yeniden üretilmiş haliyle karşı
karşıyadır. Bilimsel bakış, akademik çalışmalar, özerklik tam da burada anlam
kazanır. Bilimin finansmanı da.
Konuşmamın sonunda tezimizin temellendirilmesinde “bu” konuya yeniden
döneceğiz.
Sorun
Eğitimde birbirini tekrar eden ve perspektiften yoksun, reddiyeci, katılıma
açık olmayan ‘reform’ların yerleşikliği, sorunları daha da derinleştirerek
kangrene dönüştürmektedir.
Yöntem
“Reform versus Perspektif” başlıklı konuşmamı yöntemsel açıdan üç aşamalı
şekilde yapılandırdım. Önce veri analizine dayanan kuramsal bir eleştirinin
önkoşulu olarak olgunun 360 derece ele alınarak sorunun saçımı; ikincileyin
insanlığın ortak kültürel mirasına dâhil olmuş ve referans değere sahip
modellerin kısaca anılması son olarak karşılaştırmalı istatistiki göstergeler
ve tablolar ile eğitimde farklı perspektiflerin analizi ve konuşmanın ana derdi
olan katılımcılık perspektifinin olgusal anlamda çözüme içkinliğinin
temellendirilmesi.
Özet
Kurumsal anlamda resmi düzenlemelerin başladığı 1839 yılından bu yana bütün
kurumlar makro anlamda "model" arayışındadır. İlkesel tutum yerine
ideolojik tasarruflarla kamu politikaları ne yazık ki geliştirilememiş ve her
hükümet yeni düzenlemelerle soruna yaklaşmış hatta kendi dönemindeki
uygulamaları dahi deneme aşamasında ya değiştirmiş ya da terk
etmiş. Konuşmada, "demokratik katılımcılık”ın sorunların çözümünde
ihmal edilemeyecek bir yaklaşım olduğunu gösterilmeye çalışılacak. Tezi
temellendirmek amacıyla tarihten, dünya politik, eğitim ve kültür mirasına mal
olmuş iki örnek, tartışma konusu yapılacak.
Ardından kimi sorular sorularak kronikleşen ve artık kangrene dönüştüğü
farklı kesimlerce onlarca senedir sıklıkla iddia edilen eğitim sorunlarının
çözümü için bir perspektif oluşturabilmek amacıyla verileri analiz ederek
epistemolojik anlamda bilgi üretilecek. 1839’dan bu yana
devletin kamu politikalarının retorikte kaldığı, 360 derece olmasına gayret
edilecek birtakım istatistiki veriler kullanılarak maskelerinden arındırılmış
bir Türkiye ve toplumu resmedilecek. Ardından maziden iki ayrı perspektif
örneğini paylaşılacak. Bunlardan biri Bologno diğeri Paris üniversitesi
geleneği. “Geleceğin Okulu” adı verilen Finlandiya’dan bir eğitim yapısıyla “Ancak
Zeitgesit’ı gözeten bir perspektife dayanan refom/lar yerleşik sorunları
katılımcılıkla çözümler.” tezi temellendirilecektir.
Giriş
1839’dan günümüze değin iki ayrı devlet ve 6 ayrı Anayasa yapan yedincisi
için senelerdir ayak direyen ve kavga eden, defalarca oldubittiye getirilen
eğitim politikaları üreten, katılımcılığa teğet geçen temel eğitim
kanunları çıkaran Türkiye’nin, eğitim sorunlarını çözeceği beklenemez. Akıl ve
mantıkla donanmamış, ideolojilerle zehirlenmiş, tarih bilincinden yoksun ve
bugüne yani yaşadığı çağa körleşmiş eğitimci ve politikacıların dar dünya
görüşleriyle de çözülmesi beklenmesin.
1839’dan günümüze 6.sınının da eskidiği Anayasa ve temel eğitim
kanunlarının, yapılan sayısız reforma rağmen ülke olarak içinde bulunduğumuz
çeşitli uluslararası ağlar ve endekslerdeki yer/imiz, her geçen gün dünya ile
rekabet edecek donanımlardan uzaklaşmamız, hızla açılan makasın kapatılmasını
neredeyse olanaksız hale getirmekte.
Konuşmamda, sorunun serimlenmesinin ardından söz konusu temel eğitim
kanunları ve reformlara kısaca değinip perspektif oluşturmaya çalışacağım.
Bunun için çeşitli nesnel veri ve göstergeleri kullanacağım. Resimsel olarak
göstermeye çalışacağım Türkiye’ye, redüktif mantıkla, sıklıkla yapıldığı gibi
belli türden bir kategorinin sınırlı açısı yerine 360 derecelik bir perspektif
oluşturmaya çalışacağım. Bir bakıma mevcudun işe yaramadığı tezimizi
temellendirerek bir başka açıdan, mesela artık gittikçe arkaikleşen merkezi
tasarrufun bırakılarak katılımcılık esaslı yerelleşmenin ana enstrüman olarak
kullanılacağı yahut devreye sokulacağı bir perspektife ihtiyaç olduğunu
temellendirmeye gayret edeceğim. Oldukça farklı açılardan irdelenen olgular ile
panoramik bir bakışa ulaşmaya çalışacağım. Bunun için tarihe mal olmuş iki ayrı
örnek ana hatlarıyla paylaşılacaktır. Bunlarla sınırlı kalınmayacak, günümüz
eğitim yönetiminden, bu alanda artık geniş bir konsensüs ile referans olarak
alınan PISA sonuçlarında göreli bir istikrar gösteren Finlandiya’nın günümüz
eğitim yönetiminden kimi detaylar paylaşılacak. Mikro sosyoloji/k yöntem
kullanılarak 2012 yılında yapılmış ve hizmete açılmış bir okul yapısı üzerinden
okumalar yapılarak mukayeseli bir resim çizilmeye çalışılacak. Bununla,
karşılaştırılmalı verilerin ışığında bilgi temelli bir perspektif oluşturularak
söz konusu perspektifi “paradigma”ya dönüştürecek “yönetişim”e somut bir örnek
üzerinden atıfta bulunulacak.
Burada belli türden bir konuyu felsefeleştirerek ele almaya çalışacağım.
Amacım, kuramsal bir eleştiri getirerek mevcut aktüel sorunlarımızı ifşa
etmenin ötesinde eleştirilerimi kavramsal - kuramsal bir perspektife
oturtmak.
Kuramsal eleştiriler yapılmadıkça bitmeyen reformlarla bir tür değişim
illüzyonu yaşanır ve hem failler hem de politika yapıcıları sorunu
objeleştirdikleri düşünülür ve güya sorunu çözmeye yönelik performans
gösterdiklerine inanılır. Oysa eleştirel bir çerçeveye oturtmadan, belli türden
ilkesel hedefler konmadan rotasız gemi misali savrulur/uz ve yapılanlar,
niyetler ne olursa olsun hedefine ulaşamaz. Sorun, niyet değil, olgusal
bilgilere dayalı perspektif sorunudur.
1839'dan bu yana Türkiye'de ithal ikameyle problemleri çözmeye çalışan bir
anlayışın egemenliği hüküm sürmekte: kendine güven duymama, kendini tanımama,
daha sert bir ifadeyle kendini unutma! Yerli ya da milli olana vurgu,
ideolojik olmanın ötesinde psikolojiktir. Hem seküler hem de mukaddesatçı
zihniyetin “ithal ikameci” tutum, dinamiğini işte bu “unutma”dan almakta ve bu
anlamıyla da benzerliğin ötesinde özdeştir.
Doğası gereği ideolojik olan bu kavramların onlarca yıldır, taşıdığı
ideolojik yüke ve ne olduğu üzerinde toplumsal bir uzlaşı olmamasına rağmen
genelinde kamu özelinde eğitim politikaları retorikleri geliştirmek, toplumun
bileşenlerini ayrıştırmaktan öte bir işe yaramadı, yaramıyor da! Pilot
uygulamalara dahi ihtiyaç duymadan elince çekiç olanın her şeyi çivi görmesi
misali duyduğu herhangi bir şeyi ya da politikayı redüktif (indirgemeci) mantıkla
her derde çare niyetiyle çözmeye kalkanların kamu politikaları ürettiği ve
işlettiği bir habitatta nefes almaktayız ve başka pek çok sorun yanında konumuz
olan eğitim de her geçen gün daha da derinleşen sorunlar yumağına dönüşmekte.
Resim
Yukarıda da zikredildiği gibi 360 derece olmasına çalışacağım bir Türkiye
resmi çizmeye çalışacağım. Veriler, alanında akredite edilmiş ulusal ve küresel
kurum ve kuruluşların resmi sayfalarından alınmıştır.[1]
Şimdi Türkiye’yi çeşitli ağlar içinde görmeye çalışalım. Verileri nominal
ve reel olarak birkaç ülke ile karşılaştırmalı olarak vermeye çalıştım çünkü
kıyasla anlamlandırabilir insan zihni. Bununla Türkiye’nin aşağıdaki değişkenler
bağlamında göreli olarak dünya ölçeğindeki yerini göstermeye çalışacağım. Buradaki
temel amacım, konumuz olan eğitimin "çarpan etkisi" nedeniyle diğer
alanların ötesinde bir etki gücüne sahip olduğunu göstermektir.
Argüman: Trajik Sonuç: Felsefesizlik
2009’da Eğitim-Bir-Sen’in Ankara’da düzenlediği uluslararası eğitim felsefe
sempozyumunda ortak kanaat olarak Türkiye’nin bir eğitim felsefesinin olmadığı
idi; o tarihten bu yana değişen bir şey olmadığına göre hala bir eğitim
felsefesinin olduğu söylenemez. O halde yapılan her düzenleme ya da reformun
etkisi, ne öngörülebilir ne de buna yönelik bütünleyici politikalar
geliştirilebilir. Kimi özel örnek ve iyi uygulamalar -ki onlar da kamu
politikalarının değil bireysel girişimlerin eseridir- dışında uygulanan eğitim
politikaların nafile olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Ülkeler ve eğitim politikaları ya da eğitim yönetimleri, birbirinin sonucudur;
bir ülkeyi anlamanın yolu, o ülkenin dinamiklerinin ifşasıyla olanaklıdır. Bir
ülkenin eğitim yönetimi, ülkenin yerleşik toplumsal ve siyasi kültüründen
bağımsız olarak ele alınamaz. Sıklıkla şikayet edilen ve eleştirilen eğitim
sistemi, bu argüman ışığından anlamlı olabilir; burada paylaşılacak resim de bu
açıdan değerlendirilmeli ve geliştirilecek çözümlerde de gözetilmeli ki reformların
rotası olsun; bunun için de hiç şüphesiz perspektife ihtiyaç var. Perspektif,
ideolojik oldukça, çözümler dayatılır ve homojen olmayan topluma idelojik
olarak biçilen gömlekler giydirilir ve herkese aynı gömleğin uygun görülmesi ne
demokrasi ne de olguyla örtüşür; bu, olsa olsa deli gömleği olabilir ve onun
içine de sığılmaz; sığılsa bile içinde hareket edilemez.
Şimdi aşağıdaki değişkenler bağlamında istatistiki açıdan sonuçlara grafik
ve tablolarla bakalım:
a. İnsani Gelişme Endeksi
Türkiye 2014 raporunda yer alan İGE’de 0.759 puan ile 187 ülke ve bölge
içinde 69. sırada yer almıştı. 2015 raporundaki İGE’de ise 0.761 puanla 188
ülke ve bölge arasında 72. sırada yer aldı. Kapsanan ülke sayıları 2013
yılı ve 2014 yılı için farklı olduğundan iki sıralamayı kıyaslarken dikkatli
olmak gerekiyor.
1980 ve 2014 yılları arasında ise Türkiye’nin İGE değeri 0,492’den 0,761’e
yükseldi. Bu, toplamda %54,7’lik, yıllık bazda ise %1,29’luk bir artış anlamına
geliyor.
1980-2014 yılları arasında Türkiye’de doğumda beklenen tahmini yaşam süresi
16,6 yıl, ortalama okula gitme süresi 4,7 yıl ve beklenen okula devam süresi 7
yıl arttı.
Türkiye’de kişi başına düşen Gayrisafi Millî Hâsıla (GSMH) 1980-2014
yılları arasında yaklaşık %139,7 oranında bir artış gösterdi.[2]
AB ve OECD ülkeleri ile kıyaslama
0,761’lik İGE değeri ile Türkiye 0.867’lik AB ortalamasının ve 0.882’lik
OECD ortalamasının altında kalıyor.[3]
b. Mutluluk
Rapor, eşitsizlik sorununu daha az yaşayan ülkelerin daha mutlu ülkeler
olduklarını gösterdi. Danimarka, İsviçre, İzlanda, Norveç ve Finlandiya ilk beş
sırada yer aldı. Bu ülkeler güçlü sosyal güvenlik sistemlerine sahip. Raporu
hazırlayanlar ülkelerin en az dörtte üçünde altı temel unsurun mutluluk
göstergesiyle bağlantısı olduğunu belirtiyor. Bu etkenler şunlar: Kişi
başı gelir, sosyal destek, sağlıklı yaşam beklentisi, kişisel özgürlük, hayırseverlik
ve yolsuzluğun bulunmaması.[4]
c. Şeffaflık
168 ülke
arasında yapılan endeks çalışmasına göre 2015 sonuçlarında, Türkiye 3 puanlık
düşüşle 2014’te aldığı puanın da altında kaldı. Türkiye’nin Yolsuzluk Algı
Endeksi’ndeki notu, bu yıl 3 puan birden düşerek 45 puandan 42’ye geriledi.
2014 yılında yaşadığı dramatik düşüşle son 6 yıldaki ilerlemesini sıfırlayan
Türkiye, bu yeni düşüşle de olumsuz konumunu sürdürmüş oldu. Türkiye,
bu yılki puan ve sıralamaya göre Bulgaristan’la birlikte tüm Avrupa
Birliği ülkelerinin gerisinde kalarak gittikçe Avrupa’dan uzaklaşıyor. 19 Doğu
Avrupa & Orta Asya ülkesi arasında geçtiğimiz yıl tapeli skandallarla
sarsılan Makedonya ile birlikte 3. sırada yer alan Türkiye, G20 ülkeleri
arasında ise 10. sıradan 12. sıraya geriledi. Ayrıca Türkiye’nin ismi
Endeks’te, Libya ya da skandallarla sarsılan Brezilya gibi geçtiğimiz dört yıl
içinde dünya üzerinde en kötü performansı gösteren ülkelerin bulunduğu liste içinde
de geçmektedir.[5]
d. Kadınların çalışma hayatına katılımı
2010
yılındaki duruma bakıldığında ise, kadınların işgücüne katılımında %62’lik bir
oranla Norveç, Batı Avrupa ülkeleri içinde ilk sırada yer almaktadır. Norveç’i
%60 ile Danimarka ve %59 ile İsveç izlemektedir (World Bank, 2010). Bu
çerçevede, 2010 yılı için Türkiye’de kadınların işgücüne katılım oranının ise
%28’de kaldığı göze çarpmaktadır. Türkiye, kadınların işgücüne katılım oranı
bakımından Yemen, Mısır, İran, Irak, Pakistan ve Lübnan gibi ülkelerin
arkasında 16. sıraya yerleşmiş durumdadır.
Türkiye
genelinde erkekler daha çok tarım dışı sektörlerde yoğunlaşmış durumdadır.
Tarım sektöründe çalışan kadınların oranı erkeklerden çok daha fazladır. Öte
yandan tarım sektöründe kadın çalışan yoğunluğu azalan bir eğilim izlemektedir.
Ancak bu durumu, kadın istihdamının tarım sektöründen tarım dışı sektörlere
yöneldiği şeklinde yorumlamak mümkün görünmemektedir. Bu durum Türkiye
genelinde tarım sektörünün azalan önemiyle ve kırdan kente göçle örtüşmektedir.
Kırda işgücüne dâhil olan kadınların kentte de işgücüne dâhil olup olmadığı
sorusu ise istatistiklerin yetersizliği nedeniyle cevapsızdır.[6]
“TÜİK istatistiklerine göre
2011 yılı sonu itibariyle Türkiye’de kadınların işgücüne katılma oranı %28.8 ve
2004 ile 2011 yılları arasında aktif olmayan kadın sayısı 790,000 artarak 19,4
milyon seviyesine ulaşmış durumda. Uluslararası karşılaştırmalarda ise
Türkiye’nin durumu oldukça gerilerde. OECD istatistiklerine göre, 15-64 yaş arası
kadınların katılım oranı AB-21 ortalaması %65.5, OECD ülkeleri ortalaması %
61.8. Benzer ekonomik kategorilere konduğumuz ülkelere baktığımızda ise
Rusya Federasyonu’nda bu oran %68, Güney Kore’de %55, Meksika’da %46, Macaristan’da
%57 ve Brezilya’da %63.52. Kültürel hayatta erkek ve kadınların rolü bakımından
Türkiye’ye benzeyen ve iş hayatında kadınlara yönelik ayrımcılığın mevcut
olduğu bilinen Japonya’da bile işgücüne kadınların katılma oranı %63.” OECD
hesaplamalarına göre Türkiye’de bu oran %31.5 (Vurgular bana ait!)[7]
e. Çocuk yoksulluğu
Kısaca
Türkiye’de yaşayan 0-15 yaş aralığında 20 milyon çocuğun 7 milyonundan fazlası
maddi yoksunluk içerisinde yaşamaktadır. Bu çocukların yarısından fazlası
Akdeniz, Orta Doğu, Kuzey Doğu ve Güney Doğu Anadolu bölgelerindedir. Çocuk
yoksulluğunun Türkiye’nin doğusunda daha şiddetli hissedilen bir sorun olduğu aşikârdır.
2014
Gelir ve Yaşam Koşulları Anketi verileri Türkiye'deki çocukların üçte birden
fazlasının Avrupa Birliği kıstaslarına göre şiddetli maddi yoksunluk içinde
yaşadığını göstermektedir.
Bir
diğer dikkat çekici nokta ise, şiddetli çocuk yoksunluğunun bölgeler arasında
önemli farklılıklar göstermesidir. Bu durum farklı bölgelerde yaşayan haneler
arasındaki büyük gelir eşitsizliğine işaret etmekte ve çocukların da bu
eşitsizlikten paralel olarak etkilendiğini ortaya koymaktadır. Çocuklarda
görülen maddi yoksunluğun ömür boyu süren, hatta bir sonraki nesillere
aktarılan etkisi dikkate alınarak, Türkiye’de bu konuda etkin ve çok yönlü
sosyal politikalarına ihtiyaç duyulduğu aşikârdır.”[8] Eğitim, sıklıkla anıldığı gibi çarpan etkisi en büyük sosyal politika
aracıdır. Karakol, cezaevi, polis, jandarma vb. kavramlarla tanışan çocuk
sayısı yıllık 100 binin üzerindedir.
Çocuk
yoksulluğu, Türkiye’de artıyor. 2007’de %23.46 iken 2011’de %28.4’e buradaki
tabloda da gördüğümüz gibi 2014’te %36.2’ye çıkmış durumda. Peki bu tablonun
diğer ülkelerdeki seyri nasıl olmuş bu sürede?
Finlandiya
2007’de %5.3 iken 2011’de %4.0, 2014’teyse %1.9
Almanya
2007’de %7.9 iken 2011’de %8.1, 2014’teyse %5.0
İspanya
2007’de %21.7 iken 2011’de %16.9, 2014’teyse 9.6
Birleşik
Krallık 2007’de %13.1 iken 2011’de %9.5, 2014’teyse 10.1
İtalya
2007’de %18.8, 2011’de 16.9 iken, 2014’teyse %13.7[9]
Eurostat
verilerine göre Türkiye’nin çocuk yoksulluğuyla ilgili durumu:
CocukYoksulluğu_Tablo.Pdf
f. GSMH
TÜRKİYE’nin, 2014 yılı 157.6 milyar dolar
olmuştu. Bu rakamı, ihraç ettiğimiz ürünlerin toplam ağırlığına oranladığımızda
kilogram başına 1.6 dolar çıkıyor. Yani, 1 kilogramlık Türk malını yurt dışına
1.6 dolara satabiliyoruz. Bu rakam Almanya’da 4.1 dolar, Japonya’da 3.5, Güney
Kore’de 3 dolar. Biz de bu rakamı orta vadede 2.5-3 dolara, uzun vadede 4
doların üzerine çıkarabilirsek, Türkiye dünyanın en büyük 10 ekonomisi arasına
girmiş olacak.[10]
Tablo 2015’in göstergelerine dayanıyor, 2015’in
ortalaması 2.7 TL; %30’luk bir devalüasyon söz konusu bu durumda dünya
haritasındaki yeri bir ton daha açılacak.[11]
Maliye Bakanlığı’nın 2015 raporunun 33. Ve 34. Sayfalarındaki ekonom,
istihdam, kadınların işgücüne katılı ve sektörel dağılımı, Türkiye’ye ve
Türkiye’deki eğitime dair somut veriler ihtiva etmektedir.[12]
g. Gini Katsayısı ya da Adilane bölüşüm
Ekonomik
göstergelerin nominal anlamda yükselmesi gelir dağılımı adaletsizliği sorununu
çözmüyor, sıklıkla daha da derinleştiriyor.[13] Ülkeler, kişi başına
düşen gelir ile varsıl olup olmadıkları değerlendirilir; geliri adilane şekilde dağıtıp dağıtmadıklarına
göre yaşanabilirlik değeri kazanırlar.
Sıfır ile bir arasında değişen GINI
katsayısı ne kadar yüksekse, ülkede o kadar fazla gelir adaletsizliği olduğu
anlamına geliyor. Bu göstergeye göre ilk sırada Meksika, ikinci sırada ise Şili
yer alıyor. Üçüncü Türkiye'nin hemen ardında ise ABD ve İsrail var. Ancak
Türkiye, 1985'ten 2013'e kadarki dönemde gelir adaletsizliğini azaltabilen tek
OECD ülkesi konumunda. Adaletsizlikteki düşüşe karşın Türkiye'deki en zengin yüzde 10'luk kesimin, en fakir yüzde 10'dan 15,2
kat daha fazla serveti olduğu ifade ediliyor. Bu alanda OECD ülkelerinin ortalaması
9,6 kat seviyesinde. Raporda Türkiye'ye dair kullanılan veriler 2011 yılına
ait.[14]
h. Eğitim harcaması oranları
2010 yılında OECD ülkeleri GHSY’lerinin
ortalama %6.3’ünü, kamu ve özel kaynaklar dâhil birleşik GSYH’lerinin %6.5’ini
eğitim kurumlarına harcamıştır. Türkiye’nin ilk, orta ve üst orta eğitim
harcamalarının GSYH’deki yüzdesi, yaklaşık %2.5 civarındadır. %5.1’le en yüksek
değer Norveç’e, en düşük değer ise %2.1 ile Rusya Federasyonu’na aittir. Yüksek
öğretim oranlarında en yüksek değere sahip olan Birleşik Devletler için bu oran
%2.8 iken, en düşük değer %0.8’lik bir oranla Macaristan’a aittir.
2000 ve 2010 yılları arasında ilk, orta ve
yükseköğretime katılan öğrenci sayısındaki artışı, çoğu ülkede bu seviyelere
yapılan finansal yatırımların artmasıyla sonuçlandı. Brezilya (%3,5’tan
%5,6’ya), Danimarka (%6,6’dan %7,9’a), İrlanda (%4,4’ten %6,4’e), Kore
(%6,1’den %7,6’ya) Meksika (%3,5’ten %6,2’ye) , Hollanda da (%5,1’den %6,3’e),
Rusya Federasyonu (%2,9’dan %4,9’a), Birleşik Krallıkta (%4,9’dan %6,5’e) ve
Birleşik Devletlerde (%6,2’den %7,3’e) %1’den daha fazla artış oldu.[15]
i. AR-GE
Türkiye, çeşitli kriterlerle ölçülen
Ar-Ge, inovasyon, teknoloji seviyesinde ya OECD ortalamasının altında ya da son
5 ülke içinde yer alıyor.
Teknoloji, bilim, Ar-Ge ve inovasyon
için yapılan gayrisafi yurtiçi harcama (GERD) oranı 2007-12 döneminde yıllık
yüzde 8,2 arttı.
En nitelikli 500 üniversite
sıralamasında, bilimsel yayında, üçlü patent başvurusunda ve ülke merkezli
ticari marka sayısında Türkiye, en alttaki 5 ülke içinde yer alıyor.
Gayrisafi yurtiçi Ar-Ge harcamasının
2013’te GSYH’nin 0.95’ine denk. Bunun içindeki özel sektör payı ise yüzde 48.9.
İnovasyon yeterliliği ve kapasitesinde,
kamu Ar-Ge harcamasında, özel sektör Ar-Ge harcamasında, Ar-Ge yatırımcısı 500
büyük şirketteki Türk şirket oranı OECD (46 ülkenin) ortalamasının altında.
Türkiye’nin risk sermayesi, genç
patent firmaları (yeni buluşa dayalı oluşmuş şirket) alanlarında veri
bulunmadığı belirtilirken, girişim yapma kolaylığı açısından
da en alttaki 5 ülkeden biri.
Türkiye; yükseköğretim harcamalarında
OECD ortalamasının altında.
Yükseköğretim görmüş yetişkinlerin
oranı, 15 yaşındaki çocukların bilim performansı, bilim ve mühendislikteki
doktora mezuniyeti açısından da en alttaki 5 ülke arasındayız.
Türkiye’nin hedefi olan, GSYH’deki Ar-Ge
harcama payını 2023’te yüzde 3’e (AB ortalaması) yükseltme hedefine en
uzak ülke.
GSYH’deki Ar-Ge harcama payı bakımından
Kore ve İsrail 2013’te sırasıyla yüzde 4,36 ve yüzde 4,20 ile AB ortalamasının
üstüne geçmiş durumda.
Türkiye, özel sektör Ar-Ge’sine en az
kamu desteği veren 11 ülkeden biri.[16]
j. İnternet özgürlüğü
Washington merkezli düşünce kuruluşu Freedom
House, "2016 İnternet Özgürlüğü Raporu"nu yayınladı. Geçen yılki
raporda "kısmen özgür" olarak değerlendirilen Türkiye,
"internetin özgür olmadığı" ülkeler kategorisine geriledi.
Raporda internetin özgür olmadığı 20 ülke arasında Türkiye ile birlikte
Sudan, Suudi Arabistan, Mısır, Etyopya, Rusya, Çin, Pakistan, İran, Myanmar,
Bahreyn ve Belarus gibi ülkeler bulunuyor.
Türkiye'nin notu, en kötünün 100 olduğu puanlamada 58'ten 61'e çıktı.[17]
k. Türkiye – İllere göre yaşam endeksi
Isparta, yaşam endeksinde en yüksek endeks değeri
0,6745 ile ilk sırayı aldı. Isparta’yı sırasıyla 0,6737 ile Sakarya ve 0,6553
ile Bolu takip etti. Endekste son sırayı en düşük endeks değeri 0,2765 ile Muş aldı.
Muş’u sırasıyla 0,2936 ile Mardin ve 0,2975 ile Ağrı takip etti.[18]
o. Uyuşturucuya dair bir not
2011’de 105 çocuk, doğrudan uyuşturucudan ölürken 2012’de bu rakam 162’ye,
2013’teyse %43 artarak 232’ye ulaşmıştır. Kentleşme, ülkenin uyguladığı ve hiç
şüphesiz küresel dünyadan bağımsız olmayan ekonomi-politik nedeniyle kent
nüfusu, altyapısı oluşmadan artınca ortaya sadece gecekondulaşma ve kentleşme
sorunları yanında kriminal pek çok sorun da çıkıyor. Mesela tarımda kadın
istihdamı erkeklerden fazlayken ve %70’lere kadar çıkarken kente gelen kadın ekonomik
hayatın dışına itilir; bunun ruhsal, sosyal ve ekonomik etkileriyse
kaçınılmazdır. Sosyolojik özelliği her ne olursa olsun –yani dünya görüşü fark
etmeksizin- çalışma hayatına katılamayacaktır. Türkiye’nin yapısal pek çok
sorunu bulunmakta ve dozu her geçen gün artmakta; bunların bir çırpıda
çözülmesi beklenmemeli. Siyasetin hızlı sonuç almak istemesi, katılımcılığı
sınırlandırmakta ve üretilen politikaların ölü doğmasına neden olmakta. Reform
yerine perspektife ihtiyacın olduğunu savlarken tam da bu noktaya dikkat çekmek
istemiştim.
p. OECD’nin 2016 Türkiye raporundan kimi
tablolar ve grafikler:
1, 6, 8, 9, 12, 17, 18. Sayfalardaki grafik ve tablolar; bunların içinde
geniş bir açıdan somut şekilde verileri görmek imkânı veren 6. Sayfadaki
grafik.
21. sayfadan itibaren 21 öneri sıralanıyor; bunlardan dördü eğitimle
ilgili; sırasıyla: okul öncesi eğitimi, müfredatın iyileştirilmesi, mesleki
eğitim ve AR-GE.[19]
k. PISA sonuçları
Pisa 2003-2012
Düzeylerin Dağılımı_1
Düzeylerin Dağılımı_2
Pisa_2009_Gelir_Basari
Ceyreklerin karşılaştırılmaları
l. Türkiye’ye dair hepimizin malumu bir ‘detay’
Maziye bakış
Dikotomik düşünme, gri alanı ihmal etse de olguyu karikatürize etmede çok
işlevseldir. Yerinden yönetim ve katılımcılık ilkesini hayata geçiren Bologno
Üniversitesi, 11. yüzyılda kurulur. Ücretlidir ve öğrenciler, okulun ücretini
ödemekle mükelleftir ve bunun sonucu okulun yönetimine katılırlar ve hocalarını
seçme hakları vardır. Merkezi yönetime, üst organa bağlı ve özerk olmayan 12.
yüzylın ortalarında kurulan Paris Üniversitesi’nde ise uygulama, zihniyet ya da
eskilerin tabiriyle zaviye tamamen farklıdır. Masraflar kilise tarafından
karşılanır ve öğrencilerin seçme olanakları olmadığı gibi yönetime de
katılamazlar. Kuruldukları ülkelerin yönetim anlayışıyla da ilgilidir ve zımnen
hala yaşar. İtalya kantonalken Fransa üniterdir; lakin Grek ve Roma geleneği
üzerine kurulan Selçuklu ve Osmanlı da federatiftir.
Bugün neler oluyor?
PISA nedeniyle gittikçe popülerleşen Finlandiya, yalnızca Türkiye’de değil
bütün dünyada popüler oldu. Sürekli ithal ikameci zihniyetin göreli ataleti
içinde devşirmecilik, taklitçilik burada da kendini göstermekte. Sürekli enine
boyuna düşünmeden, saha araştırmasına dayanmayan fantezi temelli politikalarla
problem çözülmüyor daha da derinleşiyor.
Finlandiya’dan bir okul örneğini paylaşarak bu kolajı tamamlamak istiyorum.
Okulun yapılış süreci, pedagojik yaklaşım temelli mimari, bizim gibi farklı
iklimlere sahip büyük bir ülkeye aynı tip planları yapan ülke için oldukça
farklı bir gelenek.
Okulun adı “Geleceğin Okulu” ve 2012’de bu yana faal.[20]
Sonuç
Türkiye içinde hemen hemen her konu adaletsiz biçimde dağılmıştır. Bunları
eşitlemenin ya da yaklaştırmanın ya da marjinal farkların minimalize
edilmesinin yolu daha pek çok sorunda olduğu gibi eğitimden geçmektedir. Çünkü
domino etkisine sahip yani diğer alanları domine eden bir başka alan yok.
Peki, bu "resim" kader midir? Şüphesiz değil. Şimdi, 1839'dan bu
yana sürekli 'reform" ile uğraşıp bir arpa boyu yol almamanın nedenine ve
bu kısır döngüden çıkmanın araçlarına bakalım.
Bununla ilgili yukarıdaki istatistiki resmi değiştirmek için tarihsel
anlamda dünyaya mal olmuş iki modeli karikatür niyetine aldım. Burada “şu” ya
da “bu” denmekten özellikle kaçınılacaktır. Zira insan aklının, kendi
doğallığında politikayla zehirlenmediği koşulda "doğru"yu bulacağına
inanıyorum; inanmaktan öte epistemolojik anlamda bunu biliyorum. Bulmanın şüphesiz bir karşılığı vardır ama
aslolan uygulamadır. Devletin güçlü olduğu toplumlarda politikacı/lar;
olmadıkları yerelerse sivil toplumun, mesleki örgütlerin ve diğer paydaşların
bizzat içinde oldukları süreçler işletilerek toplumsal sorunlar ele alınır ve
çözümler üretilir.
Kurumsal anlamda resmi düzenlemelerin başladığı 1839
yılından bu yana bütün kurumlar makro anlamda "model" arayışındadır.
İlkesel bir tutum ile yaklaşılmadığı, deyim yerindeyse ideolojik tasarrufların
aracı olarak görüldüğünden uzun soluklu bir devlet politikası ya da tercih
ettiğim ifadeyle kamu politikası ne yazık ki geliştirilememiş ve her gelen yeni
bir düzenleme yapmış hatta kendi dönemindeki uygulamaları dahi deneme
aşamasında değiştirmiş. Bu iş görme ya da politika üretme ve hayata
geçirme pratiği ‘ilke’ye dönünce kör topal yaşamını sürdürmüş maarif yahut
eğitim.
"Âdem-i merkeziyetçilik" ilkesinin yaşanan
sorunların çözümünde ihmal edilemeyecek bir yaklaşım olduğu kanaatindeyim; tezi/mi
temellendirmek amacıyla tarihten, dünya politik, eğitim ve kültür mirasına mal
olmuş iki örneği de sizinle o nedenle paylaştım. Ardından kimi sorular sorarak
kronikleşen ve artık kangrene dönüştüğü farklı kesimlerce onlarca senedir sıklıkla
iddia edilen eğitim sorunlarımızın çözümü için veri analizine dayalı epistemolojik
anlamda bilgi üreterek perspektife patika açmayadır gayretim.
Burada tartışma konusu yapılan modeller hiç kuşkusuz
toplumsal - siyasal geleneklerin ürünüdür ve onları ihmal ederek salt modele
odaklanmak da mümkün değildir. Modelleri üreten sosyo-kültürel ekonomi-politik
konuları bildiğinizi varsayarak ana hatlar(ıy)la paylaştım: İlki Bologna,
ikincisi Paris Üniversitesi. Farklı geleneklere bakıp “eğitimsel cesaret”
ile eğitim politikaları –ki kamu politikalarından ve de facto ekonomi-politikten bağımsız değildir- üretilmedikçe dolap
beygiri misali fasit dairenin dışına çıkılamayacaktır.
Lakin önce sizinle bir harita paylaşacağım ve
Bologno’dan 300 yıl öncesine götüreceğim. Adı Magnaura Üniversitesi. Burada
üzerinde oturduğumuz ve hala yurdumuza dönüştüremediğimiz İstanbul’da.
İstanbul, dünyanın en eski üniversitesinin de kurulduğu kadim Grek ve Roma
şehri; yüzlerce yıldır da bizlere ev sahipliği yapıyor. Hani bütün yollar
Roma’ya çıkar denir ya işte o Roma Yeni Roma yani İstanbul. Biz de barışın,
refahın, mutluluğun, dayanışmanın, özgürlüğün, gelenekle geleceğin kesiştiği
bir yere dönüştürelim; bunun yolunun reformdan değil perspektiften geçtiğini
unutmadan. Cesaret, kadim Grek filozoflarınca erdemdir; cesaretin özel türden
bir örneği olan “eğitimsel cesaret” bizimle olsun. Eğitimsel cesaret için
dayanışmayla.
Baştaki tezimizi hatırlayarak bitirelim: “Ancak Zeitgesit’ı gözeten bir
perspektife dayanan refom/lar yerleşik sorunları katılımcılıkla çözümler.”
Sabrınız, anlayışınız ve alakanız için teşekkür
ederim.
Anahtar kelimeler: eğitimsel cesaret, eğitim yönetimi,
katılımcılık, reform, perspektif, demoktarik toplum, demokratik okul, özgür
kişi, özgürleşme, yerinden yönetim, iktidar
V. Metin Bayrak
3 Aralık 2016, Heybeliada, İstanbul
* Bu çalışma, Öncü Eğitimciler Derneği tarafından ulusal ölçekte düzenlenen VIII. Öğretmenim sempozyumunda Eğitim Paradigmaları adlı oturumda yapılan sunum metnidir.
[1]
Tam metinler yayımlandığı koşulda sempozyum kitabından değilse
vmetinbayrak.blogspot.com adresindeki kişisel bloğumdan erişebilirsiniz.
[6]
Erişim: 16 Kasım 2016:
[9] Erişim
15 Kasım 2016: http://www.hurriyet.com.tr/turkiye-cocuk-yoksullugunda-oecdde-sondan-ikinci-30328449
[10] Erişim
2 Aralık 2016: http://www.hurriyet.com.tr/1-kglik-ihracat-nasil-4-dolar-olur-28487485
[11] Erişim
16 kasım 2016:
[12] Erişim:
16 Kasım 2016:
[13] Erişim:
15 Kasım 2016:
[14] Erişim: 15 Kasım 2016: http://www.bbc.com/turkce/ekonomi/2015/05/150521_oecd_gelir_adaletsizligi_turkiye
[15] Erişim: 15 Kasım 2016:
[18] Erişim: 15 Kasım 2016
[19] Erişim:
2 Aralık 2016:
[20] Erişim 16 Kasım 2016: http://www.hthayat.com/yasam/guncel/haber/1031443-gelecegin-okulu-finlandiyada-acildi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder