“Panta
Rhei” Herakleitos
İki yıl önce İstanbul’da yola
“barış”ı konuşarak çıktık. Barış, bu kadim Grek-Roma-Bizans-Osmanlı-Türk-Kürt
kentinin “miltaşı” gibi bizim de Akdeniz coğrafyasında başladığımız
“birlikte yaşam yolculuğumuz”un ilk kavramı oldu. Şimdi, “eğitim”i
“çokkültürlülük” ile ilişkisinde ele almak amacıyla ikinci durağımız
Üsküp’teyiz. Öncü Eğitimciler olarak yolumuza, hayatı besleyen kavramları birer
miltaşına dönüştürerek devam ediyoruz.
Çokkültürlülük, tıpkı barış gibi
toplumsal hayatın önkoşullarından biridir. “Çokkültürlülük”ü, barış, mutluluk,
toplumsal hayat, kültür kavramlarını “eğitim”le ilişkisinde irdeleyerek kavramsallaştırmaya
çalışacağım. Amacım çokkültürlülüğün olgusal ve kültürel temellerini serimlemek.
Kültür, toprağı işlemeyle başlatılır;
toprağı işledik ama ruhumuzu ihmal ettik. İnsan, tarım devrimiyle artık aç
kalmak tehlikesini bertaraf etmiş değil; rekabet, yerini işbirliği ve adil
paylaşıma bırakmadıkça bu doğal kaygı varlığını sürdürmeye devam edecektir.
Günümüzdeki bunca saldırganlığı, başı-sonu, tipi, cephesi belli olmayan, kapitalizmle
ya da post-kapitalizmle, “sorun”u hafife almaktır. Manevi dünyanın,
ötekileştiricilik üzerinden nefret söylemi üreten retorikleri yerine
“farklılıklarla bir arada” yaşama ilkesiyle bütünleştirici perspektifle
gelişimi için eğitim ve eğitimcilerin ne yapabilir? Bunun, huzur ve refahın,
yani mutlu bir yaşamın tesisinde ve sürdürülmesinde payı nedir? Olguya
kuşatıcı, multidisipliner bir perspektifle bakabilir miyiz? Söz konusu
kavramları ilişkisellikleri içinde “mutluluk” perspektifiyle kurgulayabilir
miyiz? Bunu nasıl yapabiliriz? Konuşmam, bunun “nasıl”ına bir yanıt
denemesidir.
Bu soruları temele alarak interdisipliner ya da multidisipliner bir bakışla felsefi
akıl yürütmeyle konuyu irdelemeye çalışacağım. Amacım, yalnızca irdeleyerek
analiz etmek değil, çeşitli tezler ileri sürerek söylediklerimi
temellendirmektir.
x ülkeden y katılımcının z
dinleyicinin (fiziki erişim) ve t dijital erişimcinin oluşturduğu, bizim de
içinde yer aldığımız, bir ağı analiz ederek düşünmeye başlayalım.
Bunca ülkeden/diyardan birbirinden
farklı uzmanlık alanlarına sahip bu seçkin topluluk, üzerinde konuşmaya mahal
bırakmayacak denli açık bir gerçeklik. Bilimlerin işi, bu çıplaklığı,
ideolojik, metafizik vb. argümanlar/ı
ve/veya angajmanlar/ı nedeniyle giydirip maskelemek yerine
dinamiklerini ifşa ederek olguyu bağlamsallığı içinde görünür kılmak olsa
gerek.
Bir şeyin “nasıl” olduğu, “ne”
olduğundan sonra gelir. İnsan, kültürden öncedir; insan, kültürel varlık
olmazdan evvel doğal durumda yaşayan, ekosistemin halkalarından biridir.
Kültürel varlığa dönüşme süreci olarak da okunabilecek evrimle ikili, yani
şizoid bir ontolojiye kavuşmuştur. “İnsan trajik bir varlıktır, çünkü doğasını
kaybetmiştir.” Psikanalize göreyse doğasını bilincinin dışına itmiştir. Doğal
bir varlık değildir artık; kültüreldir ve hayatta kalmasını sağlayan
içgüdülerinden ziyade bilgisi ve/veya kültürüdür.
Eğitim, her kültürel öge/varlık için
bir iletişimdir/iletişim aracıdır. İnsan, kültürel bir varlık olarak savaşı
tanıyor, araştırıyor, haberleştiriyor, tarihini anlatıyor; ama barışı yeterince
ne tanıyor ne anlatıyor ne de filmini yapıyor. Mesela kütüphanelere, tarih
kitaplarına bakalım: birkaç saliselik düşünme bile bu trajik durumumuzla
yüzleşmek için yeterli. Evet, savaşı tanıyor, anlatıyor ama barışı bilmiyoruz.
Çok provokatif bir örnek vereceğim.
Bundan dört yıl önce 5-6 yaş grubuyla, sayıları altıyı geçmeyen çocukla,
çalışmak imkânı buldum. Eğitim hayatımdaki en mutlu anlarımdı diyebilirim o
aylar için. Sözünü ettiğim/edeceğim kare şu: çocuklardan biri, genel huzuru
bozan bir davranışta bulunduğunda, biri ödevini yapmadığında gruba dönüp “Ne
yapalım arkadaşlar?” diye sorduğumda hiç düşünmeden koro olarak “Ceza verelim!”
dediler ve birbirinden farklı ceza pratikleri önerdiler.
Herhangi bir sorunla
karşılaştığımızda insan yavrusunun göreli olarak en masum denebilecek
dönemindekilere öğrettiğimiz ve kanıksattığımız şey “ceza” ise hakikaten de
karşılaştığımız sorunları “savaş” ile ‘çözmeye’ kalkmamız gayet ‘tutarlı’(!)
Oysa hayat barış ile olanaklı. Eğer barış olmasaydı ne romanlar yazılabilirdi
ne çocuklar dedeleriyle oynayabilirler ne de mabedler/anıtlar inşa
edilebilirdi. Barış, kişinin kendisiyle ilişkisinde başlayıp halka halka
genişler ve halesini büyüterek hayatı bir annenin yavrusunu sarıp sarmaladığı
gibi kucaklar.
Bilincimizle yaşama pratiğimiz
arasında işleyen sonsuz diyalektik, bizi, hayat karşısında aktif bir özne
olarak konumlandırır; Sartre’ın dediği gibi “İnsan, özgür olmaya mahkûmdur.”
İrademiz, o diyalektiğin bir bileşeni olarak onu işleterek, tabii ki gücü
ölçüsünde, özgürleşebilir. Peki, bunun istikameti nedir? Huzur ve güvenliğin,
yani barışın zorunlu sonucu olan mutluluk.
“Neden?” sorusu filozofça bir sorudur
ve çocukların çocuk olarak içine fırlatıldıkları bu dünyada içgüdüleri ellerinden
alındığı için anlamak, öğrenmek, anlamlandırmak kaygısıyla ilk adımlarıdır.
“Neden çokkültürlü olalım ki?” El cevap: Barış içinde yaşamak için. Şimdi
gazetecilik alanından bir kavram devşirerek barış kavramımıza yeni içerikler
yüklemeyi ve buradan eğitime yeni pencereler açmayı deneyeceğim.
Gazetecilik üzerine düşünen ve yazan
Johan Galtung, “barış”ı, şiddet yokluğu anlamında “negatif” ve toplumların
bütünleşmesini ifade etmekte/toplumların bütünleşmesi anlamında “pozitif” olmak
üzere ikiye ayırır.
Negatif barış, uluslarası anlaşmalar,
silah kontrolü, devlet ve devletler arası kararlar gibi boyutları olan
“şiddet/in yokluğu” olarak da anlaşılabilecek ve özü gereği karamsardır, çünkü
kısa vadeli ‘çözüm’ler içerir; tıbbın diliyle söylersek belli türden bir
rahatsızlığın ya da hastalığın iyileştirici tedavisidir. Oysa pozitif barış,
iletişim, barış eğitimi, uluslararası işbirliği, çatışma yönetimi, çatışma
çözümü(?) yollarıyla beşeri kavrayışların geliştirilmesini içeren özü gereği
iyimser bir perspektiftir. Sağlık alegorisiyle ifade etmeye devam edersek
Galtung’a göre pozitif barış, negatif barış gibi iyileştirici değil önleyici
tıptır; önleme, en iyi tedavidir; tedaviye olan ihtiyacı ortadan kaldırır.
Çokkültürlülük, barışın muhafazası için önkoşuldur; bu da en başta eğitimle
olanaklıdır. “Pozitif eğitim” yahut “ayna eğitimi” kavramlarıyla ifade
edilebilir; yani sokağa ayna olabilen, ama salt yansıtıcı değil iyileştirici
dönüştürücülüğü ve sürdürülebilirliği de içeren bir eğitimle.
Konuşmanın ana eksenini oluşturan
kavramları ortalığa saçmayı başarabildiysem ufuk çizgisinde kara göründü
demektir. Düşünmemizi sürdürelim.
Şimdi mutluluk – barış – çokkültürlülük
– eğitim – yaşam ilişkisini görünür kılmakla kalmayıp patikaya dönüştürmeye
çalışacağım yedi tezi temellendirmeye çalışalım:
1. Tez
“Barış,
toplumsal hayatın önkoşuludur.”
Barışın
olmadığı yerde konuşan hayat ve değerleri değil, ölüm ve ölümün dilidir. 20.yüzyıl, uygarlığın madden inkişafı olduğu
kadar mânen çöküntünün girdabına insanlığı ideolojilerle esir aldığı bir
dönemdir. Burada bulunanların kahir ekseriyeti savaşlardan yeterince
nasiplenmiş insanlar olsa gerek.
2. Tez
“Çokkültürlülük,
barışın temel ilkelerindendir.”
“Birlikte
mutlu bir yaşam” olarak da ifade edilebilen barış, mantıksal ve olgusal olarak
“çokkültürlülük”ün, bir ilke olarak eğitime, hukuka ve geniş anlamda siyasete
egemen olmasıyla olanaklıdır. “Birlikte yaşam”, “mutluluk” gibi kavramlar,
mantıksal ve olgusal olarak “çokkültürlülük”ün, bir ilke olarak eğitime, hukuka
ve geniş anlamda siyasete yani “barış”a egemen olmasıyla olanaklıdır.
3. Tez
“Olgusal ve
toplumsal hayatta (DNA, fraktal, ahlak/lar) hiçbir özdeşlik yoktur.”
Analitik
bakışla örnekler üzerinden temellendirmeye çalışalım: Herhangi bir varlığın
milyonlarca kez büyütülmesiyle ortaya çıkan hiçbir görüntü, doku bir diğeriyle birebir
aynı değildir. Sevdiğim örnek kumsalda yan yana duran iki kum taneciğinin, bir
çam pürçüğünden alınan iki ayrı kesitin –tıpkı parmak izlerimizin dokusunun
farklı olması gibi- farklı dokulara sahip olduğunu olgusal gerçeklikte görürüz.
Olgusal dünyada özdeşlik yoktur; doğada olmayanı kültürde aramaksa bambaşka
sorunlar yaratıyor: en başta İŞID’i!
4. Tez
“Kültürler
arasındaki ‘değer hiyerarşisi’ keyfi ve iktidara içkindir.”
Kültürel
ögeler yaşamdan çıkar; yaşamı düzenlerler ve statik değillerdir; habitattaki
değişimler, zorunlu olarak kültürü ve öğelerini de mutasyona uğratır; nedeni
olan habitata ve yaşama göre şekillenir. 3. Tezde dilen gelen olgusal
açıklamadan hareketle, farklı olanlar, aynı teraziye konularak ölçülemez;
ölçme, tartıyı elinde bulunduranın keyfi biçimde tanımladığı, belirlediği norma
göre yapılabilir ki bu da keyfidir; ve şüphesiz iktidara içkindir. İktidarca
manipülatif biçimde kullanılarak sokak kaynatılır, kimlik grupları konsolide
edilerek çatıştırılır; her çatışma, ölümü besler ve böylece iktidar güçlenerek
yerleşikleşir, kurumsallaşır; göreli sürenin ardından dolaşıma soktuğu retorik
ve alegoriler, bilinçlerin hakikati haline gelir.
5. Tez
“Irk ve/veya
millet, olgusal değil, kültürel, hukuksal, sosyolojik bir kategoridir.”
Geç 19.
yüzyıl erken 20. yüzyıl ile hortlayan milliyetçilik ve türevi
ırkçılık, ırkı, olgusal bir kategori olarak düşünmesinin öncülüne dönüştürerek
‘bilim’ üreterek hem ‘bilgi’yi hem de ‘bilimleri’ ideolojikleştirerek
çatışmaları derinleştirmiş; insanlığın belki de en kanlı dönemine giden yolun
taşlarını döşemiştir. Trajik olansa, eğitim ve eğitimcilerin bu “zırva”ların
çocuklara, gençlere ve nihayet bütün insanlara zerk edilmesinde –endokrinasyon-
devletin ideolojik aygıtına “gönüllü kölelik paradoksu”nu icra edercesine
dönüşmüş olmasıdır. (Şimdi de SS’in –Sahipsiz Sermaye- yani küresel
kapitalizmin gönüllü aygıtına dönüşmüş durumda ne yazık ki!)
Irkın,
milletin yaratım sürecinde devletler/iktidarlar, başta antropoloji ve arkeoloji
olmak üzere pek çok bilim dalını kendi mitoslarını ‘hakikat’e dönüştürmede
kullanılmıştır. Lâkin dolaşımdaki ‘zırva’lar, bilime değilse bile hâlâ sokağa
egemendir. Bilim üretmenin, bilgi aktarmanın yani sokaktaki insanın dünyayı
kavrama paradigmasının müsebbibleri olarak biz eğitimciler, olup bitenlerden
hukuken olmasa bile etik olarak sorumluyuz.
6. Tez
“Mutluluk,
bireysel – toplumsal huzur ve refahın bileşkesidir.”
Toplumsal
yaşam, huzur ve refahı birlikte gerektirir. Bir orman ya da deniz düşünelim,
milyonlarca yıldır kendi içsel düzeniyle yaşamın sürdüğü. Birden harici bir
nesnenin düştüğünü, mesela bir uçağın, düşünelim. Hem fiziksel hem de zihinsel
anlamda tahrip ettiği gibi mevcut yaşam akışını tarumar eder. Huzur, güvenli
ortam gereklidir, ama yeterli değildir tek başına. Göreli refah, insanların
üretim sürecinde yer almaları ve adilane biçimde pay almalarıyla olanaklıdır.
Bunların asgari ölçüde sağlanması, toplumsal yaşamı olanaklı hale getirir.
(Toplumsal)
yaşam huzur ve refahın halesi içinde mümkündür; bunun göreli süre
muhafazasıysa, Aristotelesçe söylersek, “insanın işi” olan mutluluğu yaratır.
Mutluluk, kendisi amaçtır ve diğer her şey onun adına istenir. “Mutlu insanlar,
başkalarının (da) mutluluğunu isterler.” Barış, mutluluk getirir; barışı tesis
etmek, korumak içinse doğaya aykırılık ifade eden tekbiçimliliğe karşı “sokak”ı
yaşatmak yani “çokkültürlülük”ü, doğal olgulara dair tutumumuz gibi “ahlakın/kültürün
ötesi”nde görerek kabul etmek, onu, hayatın olağan bir parçasına
dönüştürebilir.
7. Tez
“Mutlu
toplumlar, çokkültürlülüğü barış içinde yaşay/t/abilenlerdir.”
Günümüzde
güç, belki sûfice bir bakış olacak ama tahakküm aracından değil, alicenaplıktan
gelir.
Hayatı
derinden kavrayan ve bilgece bulunan sözlerdeki ortam kelam, şiddeti
uygulayanın da uygulanan ya da şiddet gören kadar travma yaşadığı yolundadır ki
bunu, pek çok araştırma doğrulamaktadır. Araştırmalar bir yana bu salonda
bulunanların yaşadıkları diyarlar ve insanları, bu yargının kanlı canlı somut
örnekleridir.
Huzur ve
refahın bileşkesi olan mutluluğun, göreli süreliğine hayata egemen olması,
yüksek kültürü yani bilimleri – felsefeleri – sanatları doğurur. Hayatı,
kültürel anlamda iyileştirip yaşanabilir kılan yüksek kültürün ürünleridir.
Çatışma ortamlarında bireysel ve toplumsal enerji, savaşın hizmetine girer ve
beslenen yaşam değil ölümdür. Hayatı beslemek adına bir tür önleyici tıp gibi,
yani Galtung’un kavramsallaştırmasıyla pozitif barış için çabalamanın hayatta
somut anlamda karşılığı olabilir.
Canlılığın
zorunlu sonucu hayatta kalmaktır; insan, ikili bir dünyanın varlığı olarak hem
biyolojik hem de kültürel anlamda birer organizmadır; hayatın düşmanı
kesilmedikçe “hayatın olağan akışı” içinde “hayatta kalacaktır”; savaşa karşı
olmak, barış için çalışmak en büyük direniştir ama daha büyüğü işte buradaki,
bu salondaki hayatı beslemek, onunla hemhal olup (onunla) akmaktır; direniş,
zamana ve mekana, yaşamı gözeterek teslim olmaktır.
Tekçilik,
tahakkûmun hem nedeni hem de sonucu olarak ortaya çıkar. Demokrasi, birlikte
yaşam, zorunlu olarak kimi sınırlılıklar üretiyorsa ve bunun bilinci/ni
gerektiriyorsa –ki bilinç İngilizceye (consciousness) Latinceden (con-sciere)
geçer; ‘başka biriyle birlikte bilgi sahibi olmak’; yani bilinç; birlikte
yaşamdan doğmuş, birlikte yaşama ait bir olgudur. Türkçe etimolojideyse
“bilmek”ten türetilir; bilinen, bilinmekle kalmayıp bilindiğinin farkında
olunan ve bilinenin davranışa dönüştürülmesidir.
Dünyaya
“bilinç” kavramıyla bakmak, bakmakla kalmayıp bunu davranışa dönüştürmek,
yaşam/a pratiğinde gözetmek, bilincin bizzat kendisidir; malzemesi bilgi,
harcıysa sokaktır.
Eğitim,
kültürle(n)me aracıdır; bilinç, sınırlı ya da tamamlanan, statik bir olgu
değil, süreçtir. Bilincin oluşumu, çokkültürlülük kavramıyla harmanlandığı
ölçüde yaşama, doğaya aykırılık arzetmez. Ancak doğayla, doğamızla uyum
sağlayabildiğimiz ölçüde “canlılık”larımızı sürdürebiliriz. Eğitimi, sokağın
aynasına dönüştürebildiğimiz ölçüde canlılığımızı besleyebiliriz. Bunun için
barışa –temel bir koşul olarak- ihtiyacımız var ama pozitif barışa; çatışmaya,
savaşa neden olabilecek sorunları, soruna dönüşmeden çözümleyebilmek için de
elimizdeki temel araç eğitimdir, lâkin devletlerin ideolojik aygıtına dönüşerek
propagandaya dönüşen eğitim değil.
Eğitim,
çokkültürlülüğün kurumlaşmasında temel işleve sahip bir süreçtir. Geniş anlamda
eğitim, kendisi de kültür dünyasının hem nedeni hem sonucu hem de kendisi olan
insanın çokkültürlülük perspektifine sahip bir özne (de) olabilmesine katkı
sağlayabildiği ölçüde yaşamı besleyebilir.
Biz
eğitimcilerin –yalnızca meslekten eğitimcilerin değil bütün insanların da- ana
sorumluluklarından biri, belki de en başta geleni “bu” olsa gerek; sorumluluğumuzu,
ideolojilerle zehirlenmelere, nefret söylemi üretenlere, politikacılara,
demagoglara, propagandalara, yaşam düşmanı her türlü ayrımcılığa, retoriğe
rağmen gerçekleştirebildiğimiz ölçüde özgürüz.
Sokrates’in
öğrendikçe bilgisizliğini öğrenmesinde, sûfinin Yaradan’a ulaştıkça sonsuzluğun
içinde kibrini öldürmesinde, fraktallardaki sonsuz benzemezliğin içinde
aynılığın, özdeşliğin ideolojik – dinsel bir tasarruf olduğunun görülmesinde,
kaçınılmaz biçimde “farklılık”ta birleşiyoruz; o farklılıklar, sokakta, işte
orada, işte tam da burada, sorumluluğun, aynılaşmak değil yani “olduğumuz
gibilik”e aykırılık değil, nasılsak “nasıl öyle kalabiliriz”e çözüm bulmaktır;
yani olguyu kurama değil, kuramı olguya uydurarak; otokratik rejimlerin yaptığı
ve/veya yapmaya çalıştığı gibi bütün topluma aynı dili giydirerek değil.
Epiktetos,
“İnsanları
tedirgin eden, olan biten değil, olan bitene ilişkin inandıklarıdır.” sözüyle insan bilincinin gücüne işaret eder. Eğitimli
insanın bilgiyle harmanlanmış bilincinde olgusal bağlamda fraktallar, kültürel
bağlamda çokkültürlülük olan bir kişinin fantezisinde “olan”dan savaş ya da çatışma
değil, barış beklenir.
İnsan,
doğaya karşı nasıl mücadele edip kendine yeni bir habitat oluşturabildiyse ve yakın zamana
kadar, ve zımnen değil ne yazık ki, zenci, yerli, köle, x dinli, y mezhepli, t
tarikatlı, k dinli, dinsiz, milliyetçi, sağcı, solcu, homoseksüel, kadın, erkek
vb. ile devam eden körleşmenin esiridir. Ve şimdi, nasıl “köle”, “zenci”,
“dinli”, “dinsiz” esaretini “yurttaş” kavramıyla sona erdirdiysek artık “kültür/el
kölelik”in de gömülme vakti gelmiştir. Bunun için ihtiyacımız olan araç
elimizdedir: sokağın görgüsü ve türevi eğitim.
“Umut, en
büyük talihtir.” der bir Çin atasözü.
Umut edelim; umut, bizi, sebat sahibi ve gayretkeş kılacaktır. Umut ve sevgi bizimle
çünkü hayatı seviyor ve besliyoruz kaynağı olan sokağı.
Aşkla,
sevgiyle, dostlukla dokunalım sokağa...
Dayanışmayla,
Dayanışmayla,
V. Metin
Bayrak
Mayıs, 2016, Muğla