Urla
V. Felsefe Günleri
Felsefe
ve Toplum İlişkisinde Felsefe Eğitiminin Önemi
5-6
Ekim 2018, Urla - İzmir
Özgürleşme
Pratiği Olarak Felsefe1
“Eğitimin
nihai çıktısı, özgürce eşit ilişkiler kurabilen insanlar
yetiştirmektir.”
John Dewey
Konuşmama,
Mithat Cemal Kuntay'in Üç İstanbul romanından bir alıntıyla
başlamak istiyorum: “...93 harbinde muhacirin Edirne'de gölmeği,
Ayestefenos'ta eti, İstanbul'da derisi yoktu.” Başta komşularımız
Suriyeli mülteciler olmak üzere yerinden edilen insan türü de
dahil bütün canlılara ithaf ediyorum… insanın özgürleşmesi,
bütün varlıkların da özgürleşmesi olduğu kanaatindeyim.
Burada
misafir edildiğim otel, mübadelede yurdunu terk etmek zorunda kalan
bir hemşehrimizin eviymis… nezdinizde onun da anısı önünde
saygıyla eğiliyor ve trajedisini paylaşıyorum.
Bugün
mavi bir gömlek giydim; iki nedenden: İlki, konuşmamın adı
“Özgürleşme Pratiği Olarak Felsefe” ve özgürlüğün rengi
mavi; ikincisi Akdeniz’deyiz ve burada, günümüzde hem özgürlüğün
hem de ölümün rengi; çünkü karşı kıyıya geçmek
isteyenlerin mezarlığı aynı zamanda; oysa felsefeye, mavi
yolculuğa çıkanları çağıran yurt…
Giriş
Konuşma,
“Felsefe eğitimi
ya da düşünme, bireysel ve/veya sosyal hayatın karşı karşıya
kaldığı sorunları aşmada bir işlev üstlenebilir mi?”
sorusuna bir cevap verme denemesidir.
Uygarlık,
insan türünün doğadan kopuşuyla da başlatılabilir; doğaya
paralel bir habitat içinde yeniden doğan insan, kültürel bir
varlığa evrilir… nasıl türsel özellikler genlerle aktarılırsa
kültür de eğitim kurumuyla aktarılır. Uygarlık, dar anlamıyla
tarım devrimiyle başlatılır; böylece eğitim, sosyal bir kurum
olmak yanında dinsel - ideolojik özellikler (de) gösteren bir
yapıya evril(til)ir. Bu da “eğitim”i, iktidar mekanizmasınca
manipülasyona açık hale getirir. Günümüzün altyapısını
oluşturan ekonomi-politik, de
facto öğrenciyi
müşteriye, tüketiciye; bilgiyi, metaya; bilgi üretenleri de
“pazar”ın enstrümanına yahut celladına eşdeyişle “pazar
vazi”ne. “Kritik”in felsefece manası, işlevsizleşir çünkü
“kitleler”in talebi “truth” yani “hakikat” değildir
artık “post-truth” yani “hakikatin ötesi”dir. Metalaşmanın
türevi olan “yabancılaşma”, insanı, kendinden uzaklaştırır;
duygu durumlarıyla yaşadıkları arasındaki makas açılır.
Tüketim, kariyer gibi kapitalizmin “olanak”ları; ödeyecek
iktisadi güçü ve “piyasaya entegre olma kapasitesi” oranında
anti-depresan, psikoterapi gibi “tedavi” reçeteleriyle birlikte
satın alınabilir. Lakin bu fasit bir dairedir ve uyuşturucu gibi
çözüm aradıkça daha fazla patoloji üretir. Gerçeğe yahut
olanlara direnç göstermenin birinci koşulu, olup biteni anlamak;
anlamaksa, indirgeyerek söylendiğinde zihinsel, geniş anlamıyla
da kültürel bir eylemdir.
Çıplak
olandan anlam üretmek, kavramsal düşünebilmekle olanaklı; bu da
şüphesiz soyutlamak. Soyutlamak, dilsel - düşünsel bir eylem, en
genel ifadeyle dinsel-ideolojik olmayan “eğitim”in işidir; aksi
yani dinsel-ideolojik eğitim, girişte John Dewey’in sözünde
anılan “özgürce eşit ilişkiler kurabilen” insanı değil,
bilakis itaat eden, Hegel’in “efendi-köle” diyalektiğinde
içeriklendirdiği haliyle “özgürlüğün bilincinde olmayan”ı
yaratır. İtaat edense verili olguları ne anlayabilir ne de
işleyebilir; bunun zorunlu sonucu: pseudo
hakikat.
Adorno’nun “Sahte
hayat doğru yaşanmaz.”
sözü de bir bakıma bireysel ve/veya örgütlü -yani kurumsal-
katliamların açıklamasıdır.
İsa
Peygamber’in “Hakikat
özgürleştirir.”
sözü, şüphesiz pek çok açıdan yorumlanabilir; Sokrates’in
“Hiç kimse
bilerek kötülük yapmaz; insanlar bilmedikleri için kötüdürler.”
sözü de; lakin birleştikleri bir yer var o da: iyiliğin,
kötülüğün, mutluluğun, adaletin, kısaca felsefenin ana yurdu
etik kavramların anlamsal - kültürel ya da manevi (Geistik) bir
dünyanın üyeleri olmaları nedeniyle kültürellikleri ya da
zihinsellikleri. Kötülük, verili gerçekliğin zihinsel
süreçlerden geçirilerek anlamlandırılmasındaki aksaklıklar
nedeniyle oluşan katastrof olarak da değerlendirilebilir. Söz
konusu katastrof, bağlamımız özelinde itaatkar olmayan, özgürce
düşünebilen bir zihin tarafından aşılabilir. Bunun en önemli
aracıysa genelinde düşünme, özelinde eleştirel düşünmedir;
bu da şüphesiz felsefedir.
Konuşma
Girişte,
konuşmamın “Felsefe
eğitimi ya da düşünme, bireysel ve/veya sosyal hayatın karşı
karşıya kaldığı sorunları aşmada bir işlev üstlenebilir mi?”
sorusuna bir cevap verme denemesi olacağından söz etmiştim; şimdi
bu cevabı vermeye çalışacağım kimi sorular da sorarak.
Dünya,
Platon’dan bu yana ikili ya da dualist bir varlık alanı olarak
düşünülegeldi. Birlikten söz edenler de oldu şüphesiz.
Heidegger, varolanları, Aristoteles’ten yola çıkarak “physei
onta” (fiziksel varolan) ve “tekhne onta” (yapma varolan) ikiye
ayırır.2
Analitik bir yöntemle bu ayrımı temele alarak düşünelim: Dünya
fizik yani doğal ve yapıntı varlıklar olarak ikiye ayrılabilir;
analitik felsefe, fizik varlıkları anlamlandırabilir oysa
yapıntıları ki bunlar kültürel varlıklardır ve insanın
insanlaşma sürecinde eşzamanlı inşa ettiği, ürettiği varlık
alanıdır ve geniş anlamıyla da kültür dünyası.
Kültür
dünyasındaki etik ve estetik değerler, fizik nesnelere uygulanan
ontolojik - epistemolojik yaklaşımla anlaşılamaz; çünkü,
daima, görünenden fazladır; anlamı ya da hakikati, o
“fazla”lıktadır.3
Kültür dünyasındaki varlıklar, onu bilmeye çalışanlarca var
edilir. Dünya, bu anlamıyla mana / anlam halesi içinde kurulan bir
varlıktır. Özgürlüğün anlamı, yani yaşamdaki bir “imkan”
olarak var olan bu fazlalık, felsefece düşünmeyle yaratılabilir,
yaratılması, anlaşılmasıdır da.
Özgürlük,
insanın kültür dünyasındadır.4
İnsan, dünyaya, üretilen dünyaya (tekhne onta), insanca, insan
tarafından dahil edilir; fazlayı yaratan insanda bu mana, varoluşu
gereği bir imkan olarak vardır. İşte bu imkanın Sokratesçe
doğurtulmasının aracı, bir bakıma felsefedir de. Şüphesiz
Greklerin dediği gibi “Hakikat
her yerdedir.”
Felsefe, başka pek çok insan etkinliğinden farklı bir “kimlik”
arz eder; insana özel türden bir perspektif sunar lakin
diğerlerinden köktenci, temelli, kapsayıcı, holistik, politik,
fasada değil strüktüre yönelik olması bakımından ayrılır. O,
çerçeveye, fona dair olanları görünür kılar; bunun temel
yöntemiyse soyutlama.
İşte
felsefi bilinç, Hegelce “özbilinç”, özgürlüğün/ün de
bilincinde olan özbilinç, hayata kattığı bu “fazla”nın,
“değer”in, “özgürlük”ün bilincine a
priori olarak
vakıftır; bu vakfiyeti, Sufice söylersek somut insan
yaşantılarında ete kemiğe büründürür. Aristotelesçeyse
kuvveden fiile geçirerek yani “eyleye
eyleye”
özgürlüğün somut bilincine kavuşur. Özgürce eyleyen bireyin
kişiliği etik bir renk kazanır, bu renk özgürlük ya da
özgürlüğü kuvveden fiile geçirmiş kişiliktir. Özgürlük,
insan türünün tekil varlığı olan bireyin kişileşmesinin temel
aracı, karakterinin rengi, onu sorumlu yani özerk bir varlığa
dönüştüren temel değerdir; fazlası olan, nesnedir; onu
özneleştiren işte o fazladır; ona yani kendine o fazlayı katansa
kişinin kendisi; ikisi yani kişileşme, özgürleşmeyle özdeştir,
birbirini var ederler.
Kişinin
karakterine başka özelliklerinin zamkı olarak özgürlük de dahil
olur; o parçalı ontik yapı, bir araya gelerek özgün bir
kompozisyon oluşturur; bu kompozisyonun olmazsa olmaz koşulu,
bireyi kişileştiren ana öğe özgürlük adını verdiğimiz
değerdir.
Bireyi
kişileştirip özerk bir varlık haline getiren “özgürlük”,
yemekteki tat, müzikteki ses, bakıştaki aşk, sarılıştaki
sevgi, öpüşteki tutku, havadaki oksijen, yaşamdaki maneviyat ya
da diğer deyişle die Geist! Felsefecesi “to
ti en einai” yani
“bir şeyi o şey
yapan şey”;
Aristoteles’ten aldığım bu tanıma referansla, kişilik ya da
özgürlük, bireyin tözüdür; bireyi kişi yapan temel özellik,
insan türüne özgü özellik.
Özgürleşme
Pratiği Olarak Felsefe
Eğitim,
topluma içkin bir kurumdur. Tıpkı aile, siyaset, ekonomi, din ve
sanat gibi. Toplumu ve de
facto insanı
biçimlendiren “tarihsellik”i ise bu tarihselliği oluşturan
kurumlar(ı)dır. Modern anlamda devletin bürokrasi yoluyla kurumlar
üzerindeki egemenliğiyle “sosyal mühendislik” kavramı
üretilmiş, kamusal ve özel alan örgütlü bir yapı olan devlet
ve kurumlarınca daha çok manipüle edilmeye başlanmıştır.
Her
biri toplumun bileşenlerinden olan kurumlardan dönemsel olarak
kimileri güçlenir ve diğerlerinin yapılanmasında referansa
dönüşür. Günümüzde “ekonomi”, böylesi bir güce içkindir.
Başta siyaset, sanat, eğitim olmak üzerine bütün kurumları,
kendi paradigması içine çekmekte; kendisinde üretilen normlara
göre biçimlendirmeye zorlamaktadır; hayat, bir bakıma
kurumlararası diyalektikle işlemekte. Eğitim, bir kurum olarak
mutasyona uğrayarak kimi zaman varlık nedenine aykırı içerikler
kazanarak “survive” etmeye devam ediyor.
Toplumsal
Kurum Olarak Eğitim
Burada
eğitim kurumunun tarihine kuşbakışı bakmaya çalışarak bir tür
eğitim-toplum-kültür yazıcılığına girişeceğim; bu
alternatif tarih yazıcılığında toplumları dört dönemde ele
alacağım:
a.
Avcı & Toplayıcı Toplumlar
Avcı
ve toplayıcı toplumlar, doğa/l durumda yaşarlar; insan, tıpkı
diğer türler gibi ekosistemin bir parçasıdır. Eğitim,
kendiliğinden başlar, kurumsal bir kimliği yoktur; insan
yavrusunun antropolojik anlamda içine doğduğu komün içinde
gerçekleşir.
b.
Tarım Devrimi ve Sonrası
Tarımsal
üretim, yerleşik hayata geçmeyi olanaklı kılar; ortaya kurumsal
anlamda siyaset ve din çıkar; ikilinin ittifakı geniş anlamda
politikayı domine eder. Yerleşik hayata geçiş, insan türünün
evriminde, ayakları üzerine kalkmasından daha büyük bir kopuş
olarak değerlendirilebilir. Daha önce doğanın bir bileşeniyken
yani ekosistemin bir parçasıyken artık doğa ile arasında ikilik
oluşur; artık doğa/l değil, doğanın içinde ama karşısında;
doğanın egemenidir ama bu egemenlik, “efendi-köle çatışması”
yaratır; doğa, onun hizmetindedir ve arasında bir hiyerarşi
kurarak her şeyin tasarrufunu kendinde görür. Siyaset, aile, din,
ekonomi gibi temel toplumsal kurumların günümüz anlamıyla
yapılandığı, ortaya çıktığı bir süreçtir. İnsanın,
doğayı ve kimi canlı türlerini -ve şüphesiz kendi türdeşlerini
de- sömürgeleştirdiği bir dönemdir. Eğitim, din ve siyaset
kurumlarının tasarrufundadır ve kendi örgütleri için vardır;
reaya bu iki kuruma itaat eder, bunlar için üretir, ibadet eder ve
savaşır.
c.
Endüstri Devrimi ve Sonrası
Modern
anlamda devlet, endüstri devrimiyle eşzamanlı lugatımıza dahil
olur.5
Ekonomi-Politik anlamda maziden köklü bir kopuş anlamına gelen
Endüstri Devrimi, makineler yoluyla insana, doğa karşısında
tasavvur edemeyeceği bir kontrol gücü verir. “Kibir
güçten beslenir; gücü sönümlendirense kibir.”
sözünde dile gelen hakikat, insan türünün Tarım Devrimiyle
birlikte başlayan doğayı sömürgeleştirme sürecini özetler.
Toplumsal hayat karmaşıklaşır, bütün kurumlarda radikal
değişimler gözlenir; şehirler büyür ve geleneksel mesleklerin
önemi yeni ekonomide azalır; makinelerle birlikte üretimde yer
almak belli bir eğitim gerektirdiğinden hızlıca eğitim kurumu
yapılandırılır; böylece eğitim, devletin
ideolojik bir aygıtına6
dönüşür.
d.
Bilişim, Yapay Zeka ve Sonrası
“Felsefe,
dinin hizmetçisidir.”
sözünde dile gelen hakikat, tarihselliğini muhafaza etmekte;
“efendi” değişti ama güncel anlamda yaşananlar arasında
paralellikler var. Ulus-devletin inşasında yer alan biyolojisinden
antropolojisine, arkeolojisinden filolojisine -hatta nasıl “iyi”
işkence yapılacağını araştıran psikolojisine- çeşitli
bilimler; bugün sermayenin ya da eş deyişe küresel kapitalizmin
-ki ben buna ‘sahipsiz sermaye’ diyorum- hizmetinde. Bu dönem
için provokatif bir soru: Hayatı manüpüle eden algoritmaları
kimler, nasıl ne gibi süreçlerle belirleyecekler? Şirketlerin,
“kar maksimizasyon” ilkesiyle kamusal bir değer olan eğitim ve
bilgi nerede duracak?
Kritik
Doğa,
indirgeyerek söylersek “ekosistem” içinde belli bir matematiğe
göre işler; her şey göreli ahenk içindedir; oysa insan, bu forma
sahip değildir; bu anlamıyla da amorf. Form üretmeye çabalar;
işte kültür de bu formun kendisidir. Bu form, doğal değil,
kültüreldir o nedenle de yaşamla özdeş değildir, doğası
gereği olamaz da.
Eğitim
ve/veya kültür bir form yaratma pratiğidir de. Dünya, dille
yeniden kurulur. İçinde yaşadığımız dünya, bilincin ürünüdür.
Dünyayla aramızda dil vardır; dil ve türevi bilinç, insanla
doğa/sı arasında bir tür arayüzdür. İnsanın, doğayla teması,
dilsel varlığa dönüşme sürecinde olanaksızlaşmıştır.
İnsan, yapıntı dünyada eş deyişle mana içinde manayla nefes
alıp yaşamaktadır.7
Konuşmamın
odağındaki soru: “Felsefe
eğitimi ya da düşünme, bireysel ve/veya sosyal hayatın karşı
karşıya kaldığı sorunları aşmada bir işlev üstlenebilir mi?”
sorusuna bir cevap verme denemesidir. Özellikle “deneme” dedim
çünkü cangılda bir patika açmak niyetindeyim… Kültür, bir
anlamda doğal alana müdahale edip oraya kendi rengini verebilmek.
Dijitalleşen,
heterojenliğin gün geçtikçe azaldığı, Google, Amazon, Facebook
gibi küresel post-kapitalist ekonomi-politik iktidarı inşa eden,
yeniden üreten “aktörlerin” oyun kurucu olduğu, devletlerin,
küresel oyuncuların hizmetinde bir araca dönüştüğü günümüzde
insanın özgürlüğünden söz edebilir miyiz? Bu özgürlüğün
teminatı ne olabilir? Özgürlüğün, kişisel anlamda, taşıyıcısı
insan yani kişi ise kişinin bu imkanı kullanması, kullanarak
kendinin ve de facto yaşamı/nın inşasında diyalektiği işleten
oyunculardan biri haline gelmesi mümkün müdür, nasıl? Felsefe,
geniş anlamıyla, bunun bir “araç”ı olabilir mi? Peki nasıl?
Düşünmek
eylemi, soyutlamak; soyutlamaksa göreli bir zihinsel gelişimi
gerektiriyor; Tarım Devriminden iktidar ve bileşenlerince sürekli
manüple edilerek gittikçe kurumsal hale getirildiği eşdeyişle
“ıslah” edildiği bir ortamda felsefe, özgürleşme pratiği
olabilir mi? Nasıl?
Kurumsal
kuşatılmışlık altında insanın nesneleştirildiği, bilginin
metalaştırıldığı, hayatın pazar vaizerince ideolojik olarak
paketlenip kitlelere servis edilerek rıza imalatıyla kendini
desteklettiği bir politik / etik iklimde felsefe ne yapabilir?
Bugün,
kavramsal çerçeveyi kırmaya çalışıp ya da ana hatlarıyla
çizip mikro bir evrenden sıkıştırılıp büzüştürülen
hayatın dışarıyla doğru itilmesinin ve böylelikle diyalektiğin
işletilmesinin bir aracı olarak felsefenin işlevi nedir, felsefe
ve/veya felsefeyle ne yapılabilir sorusunu sormaya çalışacağım.
Soruyu inşa edebilirsem, edebildiğim ölçüde kamusallaştırılmış
olur ve soru, cevaba içkin; soru, özgürleştirir; sözün büyüsü,
sözün iktidarı bu bağlamda anlamlı; sıkışan ortamlarda daha
çok soru sormak, sormakla kalmayıp konuşarak bunları
kamusallaştırmak; fiziksel, dijital her türden mekanın
ontolojisini dönüştürüp kamusallaştırarak cari anlamda işleyen
diyalektiği güçlendirmek.
Bıkmadan
sormak, çekinmeden sormak, doğruyu / hakikati söylemek lakin
hakikati söylemek, özgür bir bilincin ifa edebileceği bir eylem;
Aristotelesçe söylersek, birey, kişileşme sürecinde bir imkan
olarak özgürlüğü müşahede ederek, özgürce eyleyerek özgür
bir bilinç inşa edebilir.
Ekonomi-politik,
salt ihtiyaç giderme olarak tasarruf edilemez; insana dair her
etkinlik manaya, bilince içkindir. Sürecin üretim-verim-kar
kavramlarına indirgenmesi, mana halesinin dağıtılması ya da
kırılması anlamına geldiği iddia edilebilir.
Bilgi,
etik bir değerdir, politik içerimleri de söz konusudur;
kültür-eğitim tarihinin kuşbakışı özetinde eğitim, kişinin,
ailenin, toplumun tasarrufundan özgürleşme pratiğinden ziyade
tüketiciliğe sevk etmekte; temel hukuk metinleri ve mevzuatlar da
buna göre şekillenmekte.8
Güncel eğitim, “bilgi”nin gün geçtikçe daha çok marketize
olmasına neden olmakta; “bilgi”, pazar/ın nesnesine dönüştüğü
ölçüde de “sahipsiz sermaye” tarafından manüple edilmekte;
bilginin kamusallığı talileşmekte. Konuşmamın başında John
Dewey’in andığım sözü şu idi: “Eğitimin
nihai çıktısı, özgürce eşit ilişki kurabilen insandır.”
Peki, nesne değil de kendi hayatının öznesi olabilen kişileşmiş
bireylerin özgürce eşit ilişki kurabilen insan olarak
topumsallaşması olanaklı mıdır? Nasıl? Burada felsefece
kritiğe, Nietschece söylersek “çekiçle felsefe yapmaya”
ihtiyaç olduğu kanaatindeyim. Çünkü ancak kritik, bize örtüyü
alıp reel olanı, omurgayı, strüktürü görmek imkanı verebilir.
Bu da bağlamsal anlamda politik-radikal bir soru olan “arkhe”
sorularıyla olanaklıdır; bu da felsefece sorular, felsefece
sorular da ancak özgür bilinçlerce sorulabilir.
Sonuç
Filozoflar,
Nietzschece “çekiçle felsefe yapmak” eylemini ifa edebilirler;
böylece “bilginin metalaşması”nı; “pazar vaizleri”
aracılığıyla kitlelerde “rıza imalatı”nın
gerçekleştirilmesini ifşa ederek hakikati daha çok
kamusallaştırabilirler; lakin cari paradigma nedeniyle iktidarın
ya da egemenin nesnesine, aracına, ideolojik aygıtlarından birine
dönüşmektetir. Bugün “çekiçle felsefe yapmak”, işte bu
paradigmanın “ipliğini pazara çıkarmak”tır; bu, eğitim
alanındaki marketizasyonu, maniplasyonu ifşa edip kamusal bir
hizmet ve temel insan haklarından olan eğitimi devlet ve küresel
kapitalizm ve onun taklitçi yerel oyuncularından sekülerleştirmekle
olanaklıdır. Bağımsızlaşan insan, kişileşmiş, kendi
hayatının öznesi olmuş, sorumluluğun bilincinde bir varlık
olarak “cellatlık” statüsünü reddecektir; reddetme,
kişileşme, özgürleşme, kendi
hayatının öznesi olmaktır
da. Eğitim, doğanın
tasarrufundayken din
ve devletin,
ardından yalnızca devletin,
şimdiyse piyasanın
tasarrufunda. Eğitim, kamunun sorumluluğunda olmadıkça itaat
üretir; itaat edense eylemlerinin sorumluluğunu “hakim”e bir
başka deyişle görünmezleşen “sistem”e yükler; oysa insan,
iradi bir varlıktır ve eylemlerinin sorumluluğunu üstlendiği
ölçüde özgürdür. Dewey’in “özgürce
eşit ilişki kurabilen insan”ı,
eğitimin, özü gereği statükocu kurum ve sınıfların elinden
alınıp kamusallaştırılmasıyla varlık kazanabilir; bunun için
felsefece kritiklere, çekiçle felsefe yapmaya ve gittikçe
monoliktikleşen, masifleşen yapıda kılcal çatlaklar oluşturmaya
gayret etmek gerek; bu masif yapıya vurulan her külünk, onu
sarsacak, onda çatlaklar oluşturacak; içine suyun, havanın yani
hayatın sızmasını sağlamanın yeterli olacağı kanaatindeyim;
zira sorulacak her soru o masif yapıya vurulacak bir külünk…
Epiog
Laniakea,
Haiti dilince uçsuz bucaksızlık anlamına geliyor… Günümüzdeki
posttruht era, doğru olarak kabul edilenlerle gerçekliğin
bağlantısının kopmasıdır. Bu da diyalektik anlamında bir
çelişki değildir. Adorno’nun başta anılan “Sahte hayat,
doğru yaşanmaz.” sözü bu anlamda zikredilmeye muhtaçtır. Bu,
hakikatten kopan dünyanın ya da yaşamın bağın dinamiği,
muhafazakarlık, kimlikçilik, cemaatsel örgütlenmeler,
küreselleşmeye rağmen kapalı devre hayatlar, ekonomiler; bilginin
erişilebilirliğine rağmen artan cehalet; yaşanan sorunların
müsebbibi olarak üretilen düşmanlar… ve sürekli yerini
sağlamlaştıran, anatomisi gittikçe masifleşen iktidar
yapılanması...
İşte
bütün bu haleyi kırmak için elimize çekiç almamız ve
Nietzcshece “çekiçle felsefe yaparak” sonsuzluğu yani
“laniakea”yı ifşa edip hakikatı çıplakmışçasına ortaya
koymak, mana üretip ürettiği mana içinde yaşayanları ve
şüphesiz yaşananları görünür kılmak, felsefenin, filozofların
işi; yoluyla “parrhesia” yani hakikati söyleyerek. Hakikat,
insanın mana arayışı olan yaşamının kıblesi; bu kıbleyi
gösterense geniş anlamda felsefe; işte bu nedenle felsefe,
özgürleşmenin; eşdeyişle “laniakea”nın keşfi; sonsuzluğun
keşfiyse özgürleştir insanı...
Şimdi,
“Felsefe ve Toplum İlişkisinde Felsefe Eğitiminin Önemi” alt
başlığıyla düzenlenen “Urla V. Felsefe Günleri”nde Çcuklar
İçin Felsefe (P4C) ya söz tercih ettiğim şekliyle Çocuklarla
Felsefe’den (PwC) söz ederek konuşmamı tamamlamak istiyorum.
Pedagoji, aktarılanların edinilip edinilmediğini ölçen bir süreç
üzerine inşa edilir; oysa cevaplar itaat, soruyla özgürlük
üretir… Sormak, iktidara içkindir. Sorabilen zihinlerin,
bilinçlerin yetişmesiyse yine geniş anlamda felsefenin işi.
Sabahki
oturumda “Nasıl?” sorusu soruldu, “iyi de nasıl
kamusallaştırıp bu pratik hayatı dönüştürebileceğiz?”
mealinde bir soruya bir tür cevapla bitireyim: Gündüz Vassaf, “Ne
Bizans ne Osmanlı” adlı makalesinde İsidorus ve Mimar Sinan
dışında dünya kültür tarihine bir “değer” katmadığımızı
ileri sürüyor; nedenini de devletin hayatın her alanına
çöreklenen yapılanması ve tasarrufu görüyor. Fikrin
kamusallaşıp hayata dokunmasının aracı kurumlardır; kurumlarsa
geniş anlamda kamu iradesiyle olanaklıdır. Habitatımızdaysa her
devlet ve/veya kamu ve/veya kamu yöneticileri, tarihi kendileriyle
başlatıp kendinden önceki birikimleri kürtaj etmeyi varlık
nedeni olarak görüyorlar; o nedenle düşünce, daha çok edebi
eserler yoluyla dile gelmekte. Bilgiyi kamusallaştıran kurumlardır,
bilgi kamusallaşmadıkça devletin ideolojik aygıtı olarak manüple
edildikçe özgürleşmenin değil tutsaklaşmanın aracı olabilir.
İşe, eğitimi milli olmaktan çıkarak ve temel çıktısını soru
soran, eşit ilişki kurabilen insan olarak belirleyerek
başlanabilir.
Huzurunuzda
iktidarın cisimleştiği o masif yapıda sorularıyla çatlaklar
oluşturan soruları soran, sormaktan usanmayan kavram
yontucusu,
bilgi işçisi
Logoslara
saygılarımla… Anaksagoras’a da! Sürgün, insanın iradesi
dışında gerçekleşen her tasarruf gibi hayatın gaspıdır…
Bilgi,
etik içerimleri olan kamusal değerdir; bilgiyi kamusallaştırmaksa
politik bir eylemdir. Bir başka eylemde logoslarımızı
çarpıştırmak dileğiyle…
Saygılarımla,
1
V. Metin Bayrak
2
Soykan, Ö. N., Estetik ve Sanat Felsefesi, Pinhan Yayıncılık,
İstanbul, 2015, s. 21
3
a.g.e., s.19
4
İnsanın ikincil dünyası olarak düşünülen kültür, evrimin
geldiği noktada birincilleşmiştir.
6
Althusser, devletin aygıtlarını “baskı” ve “ideolojik”
diye iki kategoride düşünür: yönetim, hükümet, ordu, polis,
hapishaneler, mahkemeler devletin baskı aygıtlarıyken kurumsal
anlamda yapılanmış din (kiliseler birliği vb.), okullar, aile,
hukuk, siyasi partiler, sendikalar, kitle iletişim araçları vb.
ideolojik aygıtlardır.
7
Beyinle yaşam arasındaki arayüz, “connectom”dur; sinir
sistemi bilinç üretir; beyim hücreleri, 2 üzeri 100 milyar işlem
yapar, ki bu sayı evrendeki bütün atomların sayısından
fazladır. Seçimlerimizin türevi olarak bilinç, genomlarımızı
aşan bir varlık alanı yaratır; o nedenle hayat, mana üzerine
kuruludur; belki de Tevrat’ta dilen “Önce söz (mana) vardı.”
sinirbilim açısından (da) okunabilir.
8
Bknz: Güncellenmiş 1739 sayılı Temel Eğitim Kanunu