Can Sıkıntısı Üzerine
“Önce söz vardı.” Tevrat
“Varoluş, özden önce gelir.” Sartre
Kavramlar: Can, sıkıntı, can sıkıntısı, özgürlük, toplum, habitat, mahremiyet,
varoluş, mânâ
Metaforlar: Niş, kovuk, kaçış, ağırlık, kayboluş / yitiş, kendini arama, ayrık
otu, deprem, post
Varsayımlar:
a.
Düşünceler soyut, algılar/hisler gerçektir.
b.
Varoluş, sözden/mânâ’dan önce gelir.
Tezler:
a. Modern insan, kendinden
kaçar.
b. Eğlence, kendinden kaçış
araçlarından biridir.
c. İnsan, kimlik
gruplarıyla özdeşleşerek kendinden kurtulur.
d. Evrim, insanın
yalnızlığını çalıp gasp etmiştir.
e. Can sıkıntısı, canlının
bireysel varoluşuna duyduğu özlemdir.
f. Can sıkıntısı,
kuşatılmışlığı kıran, oligarkları hiçleştiren, özü gereği mânâyı yaşamdan
kürtaj edebilendir.
g. Can sıkıntısı, canlının,
“ethos”un yapaylığından kaçıp doğayı arzulamasıdır.
h. Can sıkıntısı, canlı
olma arzusudur.
“Modern
insanın gündelik yaşam/a pratiği, kendinden kaçmak üzerine kuruludur.” tezi, aktüel bilinçlerce pek yadırganmaz.
İnsanın insanlaşma sürecinde zapturapt altına almaya çabaladığı doğasallığı ile
onu egemenliği altına alıp sindirip kontrol etmek istediği akılsal yanı
arasındaki diyalektik, biçim değiştirerek hayata yön vermeye devam etmekte. “İnsanın en büyük hapishanesi kendisidir.”
sözü, insanın kendinden kaçma(k) isteğine işaret eder.
Canım sıkılıyor, sıkılmak, sıkmak, can, canım,
can sıkıntısı, sıkıntı, canı çıkmak, sıkıp özünü çıkarmak, sıkıp üzmek, sıkıp
kaçırmak, canını almak, can almak, can vermek, canan…
Can; hayatı, kanı, ruhu imlerken; sıkıntı,
içsel ve/veya dışsal nedenlerle canlılık üzerindeki baskı olarak düşünülür.
Bu yazılama, “can sıkıntısı” kavramını/deyimini doğal-toplumsal yaşam, özgürlük,
toplum, bireysellik, mahremiyet, niş, kovuk, kaçış, ağırlık, varoluş, mânâ
kavram ve metaforlarıyla didiklemeyi, yeni bir perspektif oluşturup patika
açmayı ve oradan bakışın temellerini atmayı amaçlamakta.
“ ‘Canım
sıkılıyor.’ diyen bir kişi, aslında ne demek istiyor?” sorusu yerine, burada -ya
da en azından bu yazılamada– “Ne
hissediyor?” sorusu sorulabilir. Düşünmede, sezmede, hissetmede – bu konuda
– bize yolu bu sorunun açacağı varsayılmakta.
Yazılama, söz konusu kavramları, varsayımları
temel alarak anılan metaforlar yoluyla raslamsal tezlerini, düşüncelerini –
noesis – savlamaya gayret eder. Hadi, patikaya vuralım. Yolumuzu açalım.
Sorularımızın uyandırdığı hislerimiz rehberlerimiz. Aklımızdan, zihnimizden
ziyade duygularımıza, sezgilerimiz eşlik etsin.
Felsefe, mevcutla yetinmeyip yeni yollar
açmaya yöneltir; bizler, günümüz insanından ve/veya yaşamından memnun değilsek,
bunun müsebbiblerinden biri Akıl ve
türevi İktidar yapılanmalarıdır.
Aklın fetişleş(tiril)mesi, insanın ve habitatının doğasallığının da
unutulmasıdır. Çevre hareketinin dolaşıma soktuğu kavram ve tezlerin, bugün
SS’ler tarafından – hoş, daha çok kâr maksimizasyonunun bir aracı olarak
görülen PR çalışmaları kapsamında – da desteklenmektedir.
Ali, tipik orta sınıf öznesi olarak gündelik
yaşam rutini içinde işten – eve, evden – işe, arada birtakım sosyal
organizasyonlara katılır. İşte, evde ya da sosyal ortamlarda, sorumluluklarını
yerine getirir ama canı sıkılır. Nedenini bilmez. Nedensizdir. Yalnızca kaçmak
ister neden olduğunu bilmeksizin. Heidegger’in nedensiz can sıkıntısı gibi.
Şundan ya da bundan değil, “varlığın, insanın ayağının altından kayıp gitmesi”
metaforunu kullanır ve ortaya hiçin çıkmasından
söz eder.
İnsanın yaşı, cinsel yönelimi, dini,
aidiyetleri, sınıfı vb. fark etmeksizin her öznenin belli oranda yaşadığı bir
duygulanım, içsel seziş, kavrayış halidir. Hepimiz, kaçınılmazcasına “can sıkıntısı"nı
yaşarız. Bu, tarihsel değil, her dönemde kendini hissettiren toplumsal bir
olgudur.
İnsanın insanlaşma sürecini, “ayrık otu”
metaforuyla işleyerek can sıkıntısının doğasallığını göstermeye çalışalım:
Neolitik dönemde tarım devrimini
gerçekleştirip yerleşik hayata geçen insan, milyonlarca yıllık bitki örtüsünü
kürtaj edip kendine tarım alanları açar, orada ziraat yapar; o topraklara başka
tohumlar - göçmen tohumlar – eker. Her
yıl, oradan, yurdundan kürtaj edilen asıl sahipleri, doğanın her uyanışında kendilerini
yeniden gösterirler; insanlar, her yıl, onları kökler, keser, yolar, yakar,
gününe göre geliştirdiği ilaçları kullanır, gübreler ama oranın asıl sahibi
olan “ayrık otları” ölmez. Her seferinde yeniden uyanır, gösterir kendini; bu,
bir anlamda doğanın akla olan üstünlüğünün, köklülüğünün göstergesidir; yaşama
arzusunun da. İnsan/kültür, bir anlamda bu yaşama arzusuna karşı iktidar
pratiği olarak da okunabilir.
Tezler
a. “Modern insan, kendinden kaçar.”
İnsan,
canının sıkılmasıyla birlikte ağırlaşır, ortamından uzaklaşır. Etik habitatı,
anlamını yitirir. Yerleşik değer yargıları da. Bağsızlaşır. İnsan, mânâ üzerine
yüklenen ve anların taşıyıcısı olduğu bir çatının altında göreli olarak fazla
yük taşımadan, sorumlu olmadan yaşar. Oysa can sıkıntısı, o korunaklı yapının
çökmesidir. Bir tür depremdir. Pek çok kişi, bu depreme, ağırlığa dayanamadığı
içindir ki, yaşamlarına son verirler. Bu ağırlık, bir karıncanın, kelebeğin,
solucanın, balığın, sineğin, atın, devenin taşıyabildiği “yaşam/a” ağırlığıdır.
İnsan, yaşamasını akli kurumlara ya da mânâya delege etmiştir. O nedenle de
sorumlu değildir. Can sıkıntısıyla ortaya yaşamın sorumluluğu (da) çıkar.
İnsan, doğasını kaybeden trajik bir varlık olduğundan karıncanın, kelebeğin
taşıyabildiği ağırlık karşısında paradoksal biçimde ezilir.
b. “Eğlence, kendinden kaçış araçlarından biridir."
Modern
insan, meşguldür, meşguliyetleri çoktur çünkü. Evde, işte, dışarıda. Adorno’nun
“Kültür Endüstrisi” kavramı, tam da burada gösterir kendini. İşle, aileyle,
sosyallikle, eğlenceyle meşgul edilir. Her biri, aklın, “ethos”un ürettiği
mânâyla biçimlenir. İnsanı meşgul eden kurumların oligarşisi iktidardır: din,
devlet, endüstri. Can sıkıntısı, oligarşiye karşı insanın doğasallığının
sesidir. Can sıkıntısıyla, oligarkların kurum ve kavramları iktidarsızlaşır.
Can sıkıntısı, oligarkaların iktidarını o kısacık anında sarsar,
mânâsızlaştırıverir.
c. “İnsan, kimlik gruplarıyla özdeşleşerek kendinden kurtulur.”
İnsan, aynı toteme bağlı toplumsal üye
olmaklığından bu yana birtakım küçük ve/veya büyük kimlik gruplarıyla homojen
topluluklar oluşturur. O grupların içinde de erir. Erime, kendinden gelen
ağırlıktan kaçıştır. “Onlar”la birlikte olmak, insanın, türdeşlerinin gözünde,
algısında yeniden yaşatılır. Oysa insan, akılla çoktan öldürülmüştür. O,
yoktur. Akıl, onu öldürmüştür. İnsanın topluluk içinde erimesi, yaşama duygusu
özlemdir; oysa bu, suyun altında boğulan birinin kendine gelmesi için grizu
patlaması olan bir kömür ocağına konmasıdır. İnsanın oligarklara ait kurumlar
arasında oradan oraya savrulup gitmesi, bu metaforla (da ) anlatılabilir /
ifadesini bulur. Can sıkıntısı, insanın bir canlı olarak yeniden nefes almaya
başladığı bir niştir. Aslında bir tür “ kriz anı”dır. Heideggerce söylersek.
Bir tür özgürleşme imkânı. Oysa o ağırlığa pek az insan dayanabilir; pek çoğu, oligarkların
kurum ve kavramlarına can simidi niyetiyle sarılır.
d. “Evrim, insanın yalnızlığını çalıp gasp etmiştir.”
Evrimle
insan, doğasının / doğanın dışında paralel bir evren / habitat “ethos”u
oluşturur ve burada, doğa dışında bir ontolojiyle sahip olan toplumsallığın
ürünü ya da kendisi olan oligarkların kurumlarına tabileşir. Doğal yaşam içinde
kendi ve doğa dışında hiçbir şeye ihtiyacı olmaksızın yaşayabilen insan,
oligarkların kurumlarına bağlı hale gelir. Doğal ihtiyaçları, yerini suni/yapay
olanlara bırakır. (İnsanın tükettiği ve/veya satın aldığı ürünlerin ihtiyaç ve
yapay ihtiyaç oranı %20 -%80’dir. Gelirinin %80’ini yapay ihtiyaçlara harcar.)
Bu veri de bize, yine sezgisel olarak şunu gösterir: evrim, insanın doğasını,
yalnızlığını çalar; yerine yapay bir dünya verir ve onun bedelini, tüm yaşamını
satın alarak ve de ipotek altına alarak tahsil eder. Bu olgu, “post” metaforuyla
ifade edilebilir: Postu olan bir canlının, evrim tarafından postu alınır ve
üzülmemesi, her ortamda – sosyal, fiziksel – kullanabilmesi için farklı
kıyafetlerin verilmesi; canlının da bunları yani farklı postları edinebilmek
amacıyla hayatını satması. İnsanın yalnızlığının çalınması, Lacanca söylendiğinde
bilinç dışına itilenlerle sezgisel anlamda yüzleşme durağıdır can sıkıntısı.
Derkenar: Tezler – raslamsal tezler, birbirleriyle
ilişkilidir. Kümeler mantığıyla ifade edilirse her tez bir halkadır; her halkanın
ya da kümenin öğeleri vardır, alt kümesi olan kavramlar. Venn şemasıyla bu
ilişkiler/i görselleştirilebilir.
e. “Can sıkıntısı, canlının bireysel varoluşuna duyduğu özlemdir.”
Hayat,
her türden canlının üzerine sevinç ve üzüntüyle çöreklenir. Bölge/si için
savaşan / dans eden kobralardan biri kaybeder ve oradan uzaklaşır. O uzaklaşma,
melankoliktir. Canlının, varoluşuna dair derin seziştir. Can sıkıntısı,
oligarkların kuşatması altında, o janjanlı hayatın ambalajının, örtünün çekilip
alınmasıyla da, belki de en çok o tür durumlarda gösterir kendini. O an, tam da
o an, insanın bireysel varoluşu, kollarını açıverir. İnsan, o kollara
sığınırken, oligarkların giydirdiği her şeyden arınır; arınma, kollara
sığınmanın ön koşuludur. Söz, mânâsını yitirir; iktidarını da.
f. “Can sıkıntısı, kuşatılmışlığı kıran, olacakları hiçleştiren, özü
gereği mânâyı yaşamdan kürtaj edebilendir.”
Can
sıkıntısı, oligarkları hiçleştirir, kuşatılmışlığı kırar; özü gereği mânâyı
yaşamdan / ”ethos”tan kürtaj eder; varlığı sözden ya da mânâdan soyar. Can
sıkıntısı, yalınlıktır. Fazlalıkların, kültürün atılması, kültürle iğfal edilen
varlığın paklanması, arınmasıdır.
g. “Can sıkıntısı, canlının, “ethos”un yapaylığından kaçıp doğayı
arzulamasıdır.”
Can
sıkıntısı, “ethos”un yapaylığından kaçıp doğayı arzulamaktır. Can kısıntısı, arzudur,
doğanın arzulanmasıdır; arzu ise,
yaşamın iktidarı. Oysa “ethos”, bu arzuyu iktidarı altına alan çevredir;
egemenliği altına alırken de oligarkları, kurumlarını ve kavramlarını ve
bunların toplam olan “söz”ü üretir. Can sıkıntısı, işte, bunlardan kaçıp
doğayı, doğasını arzulamasıdır canlının; bir tür kendi kendini arzulamak. Bu
anlamıyla bir tür “otoerotizm” denebilir can sıkıntısı için.
h. “Can sıkıntısı, canlı olma arzusudur.”
Tezler
arası ilişkiler, şemada gerçekleştirilerek somutlaştırılmaya çalışıldı. Ethos,
oligarkları, kurumları ve kavramlarıyla, bunların toplamı olan “söz”le insan
türünün üyesi olan ve etik bir varlık olmadan önce canlı olan, özü gereği
canlılığını, hayatta kalmayı arzulayan varlığın yaşama isteğini hadım eder.
Ahlakileştirerek yani anlam(lı)laştırarak ontolojisini kaydırır. Nasıl para
yenemezse, onun aracısı olduğu şeylerde istenen, sözün altındaki çıplaklıktır
arzu nesnesi, o, ruhu doyuran, ruha dokunan. Arzu nesnesine giden yolun
kapısını aralayansa can sıkıntısıdır. Örtüyü kaldırıp oligarkların mânâsından
arınan varlığın duyarlılığı en üst seviyeye çıkar. Hisleriyle arasındaki sözsel
filtre kaldırılır ve varlıkla, kendisiyle, özdeşliğiyle yüzleşir!
Can
sıkıntısının, kimi müminlerce, inançsızlıkla ilişkilendirildiğine tanık olunur.
İnanç, hayatın metafizikçe anlamlandırılmasıdır. Şematize edilirse Platon’un
mağara alegorisi kullanılabilir:
Dünya
-------------------------- Nesnel / Fizik
Ethos
--------------------------- Gölgeler / Mânâ
İnanç
---------------------------- Gölgeler gölgesi / Metafizik
‘İlaç’ niyetine metafizikle soslayıp temellendirilerek sunulan/lar, insanın, yukarıdaki tezlerde irdelenen olgusallığı için zehrin kendisidir. Yazılamada temel patolojinin ve/vaya insanın trajikliğinin “ethos” olduğu iddia edilmektedir. Dinlerse “ethos”u da aşarak yeni bir dünya kurmak iddiasındadırlar. Bir başka deyişle evrimle postunu kaybeden insanın ethos tarafından farklı bağlamlarda giydiği pek çok kıyafet yerine, bunlardan biriyle hayatın kotarılması savlarlar, savlamakla kalmazlar, içindekileri de biçimlendirmek pratiklerini, rıza imalatı süreciyle icra ederler. İnsanı, giydiği, içine sokulduğu patolojik, trajik halenin matematiksel türevini alır. Menşeinden uzaklaşan insan, daha da zehirlenir. İnsanı zehirleyen mânâdır, mânâya hapsolmak. İnsanın hayatını gasp eden, onu esir alan mânâ; dinsel kategorilerse mânânın mânâsı, meta–mânâdır, insanı varoluşundan uzaklaştıran, onu tutsaklaştıran.
Sonuç niyetine
Can
sıkıntısı esnasında içkiye, sarhoşluğa duyulan ihtiyaç bir kaçış değil aksine
kurtuluştur. Sarhoşluk, insanın “ethos”un çevrelenmişliğinden kendini
azadeleştirmesidir. Can sıkıntısı, bir tür özgürleşme imkânıdır. İnsanı,
yaşadığı tutsaklığa karşı ayıktırandır. “Ethos”un uykusundan can sıkıntısı uyandırır. İnsan, ayılmak için (de) sarhoş olur, ethos tarafından
zehirlenenler südrükleşirken, diğerleri esrikleşerek canlılığa, kendilerine,
doğayla özdeş benliklerine dokunurlar.
Esrik
ruhlara selam!
Aralık
2015, Muğla
V.
Metin Bayrak