"Kanları yerde kalmayacak!"
retoriğiyle "kan davası" güden bir devletin/özgürlük mücadelesi veren
hareketin; 'şehit' düşen askerin adı verilen operasyonların; üzerine yine
'şehit' askerlerin adlarının yazıldığı bombaların; beş yaş grubu çocuklar için
üretilen, kavranması kolay oyunların ucuz politik/a simülasyonlarını
izlediğimiz ve her karesi tanıdık gelen, "de javu" dedirten olayları
yaşadığımız bugün, taraf olmak zamanıdır, barışa, barış söylemlerine ve
şiddeti, savaşı engellemeye yönelik eylem ve retoriklerine.
Her operasyon, her saldırı ve eylem, bebeği kürtaj edilerek alınan annenin haleti ruhiyesine gark etmekte toplumu: öfkeye! Buna karşı, inadına yeniden doğurmaya, hayatı besleyip büyütüp yaşatmaya odaklanılmalı. Çünkü hayat yerine ölümle beslenen ruh, öfkeyle zehirlenir ve kılavuzu kin olur. Kinin doğurduğu intikam hırsı, bütün toplumu esir alır ve ceninden sonra rahim de alınmaya başlanır. Bununla, hayatın temel dinamiği olan umut ezilir.
Hiçbir sorunun bir günde başlamadığını, bir günde de sona ermeyeceğini gör(ebil)mektir bir bakıma tarih bilinci. Değişen, dönüşen hayat ve mutasyona uğrayan sorunlar, konvansiyonel 'çözüm araçları' ile ele alındığı sürece -bu anakronik tutum-, çözüm üretilemez.
Hak, hukuk, adalet, barış, huzur, çok kültürlü birlikte yaşam, uluslararası hukuk kazanımlarını isteyenler, iktidardaki parti devletince 'vatan haini' olarak yaftalanıp 360° karalama kampanyasıyla susturulmakta. Kampanyanın iki amiral gemisiniyse "yargı" ve "havuz medyası" ile gönüllü köle paradoksunu icra eden 'kişi' ve 'kurumlar' oluşturmakta. Parti devlet(i), "devletin (bütün) ideolojik araçları"nı kullanarak özüne dönmekte. Bu "öze dönüş", "1990 görünümlü 1930 model" ucube devlet modelinin 2015'te "kurtarıcı" ilan edilerek kutsanmasıdır.
Devlet gibi, özü gereği statik olup değişime direnen bir kurum, ancak, ortadan kalkmak tehlikesiyle ve/veya tasarrufta bulunanların el değiştirme ihtimali hâsıl olduğunda kurumsal anlamda "radikal" denebilecek dönüşümler yaşayabilir. Değişime, ancak, kurumsal araçlarını devreye sokarak direnç gösterebilir; o da göreli süreliğine çünkü cin, şişeden çoktan çıkmış durumdadır.
Değişim isteyen dönüş(tür)memek; istemeyen dönüş(tür)mek için gayret ettikçe, ortaya, zihni aşan bir paradoksal durum çıkmakta, hayatın beslendiği diyalektiği kürtaj etmekte AKP, 'Yeni Türkiye'yi başkanlık ile kurmak, inşa etmek; 'muhalefet' bloğuysa, mevcut yapıyla mevcut sistemin dönüştürülmesi telaşında. AKP, devlet kurumunun, çağcıl ihtiyaçların karşılandığı demokrasi bloğunu oluşturan özgür ve saygın ülkelerin kurumsal yapılanmalarını hiçe sayarak kendine benzer bir yapı ya da sistem kurmak politikasında ısrarlı. Israrında, şaibeli pek çok şaibeli olayın ve iddianın etkisi olduğu yadsınamaz. Muhalefetse, bu sorunları üretmiş, büyütmüş, büyütmekle kalmamış, devletin kurumsal yapısının parti devletine dönüşmesine mani olamamış, eceli çoktan gelmiş, suni teneffüsle yaşatılan devleti savunmak. AKP'nin parti devletine o suni teneffüsüyse, varlık nedenini kaçınılmaz şekilde kaybetmekte olan MHP yapmakta; oysa verilen nefes, ikisini de zehirlemekte, toplumu da!
Zihinsel anlamda kim, ne yaptığını bilmez görünmekte; bu da olgu karşısında ilkeli pozisyon almayı engellemekte. Yapılan ezbere savunular, zihnin körleşmesine neden olan paradigma körlüğü nedeniyle, diyalektik sürecin işlemesine mani olmakta, bir tür imece pratiğiyle.
Kaosun dinamikleri, belli bir matematiksel işleyişe sahiptir. O nedenle içinden kozmosu yani düzeni doğurur. Oysa Türkiye'de yaşanan olgu, bir kaostan çok şamata, külhanbeyi, gider yapıp racon kesme, geri vites yapmayı delikanlılığına yakıştıramayan bitirim ergen atarlanmalarının toplamıdır; bu, toplumsal dinamiklere yeterince sahip olmadığı içindir ki tıpkı sokak dalaşması gibi izlenmekte; çünkü "savaş"ın ya da "kavga"nın, tanıklık edenlerce kitlesel anlamda sahiplendiği söylenemez. Kitle, sadece rahatsızca, ekşi suratlarla göz ucuyla bakıp gündelik yaşam mücadelesine devam etmekte. Bu "izleme", davaların ve/veya mücadelelerin kitleselleşmediği, en yalın ifadeyle toplumda ya da hayatta yeterince karşılığının olmadığı şeklinde yorumlanabilir. Cemaat ya da örgütsel güçler, eylemleriyle bir tür yanılsama yaratarak görünürlüğünü arttırmada ve algı yanılsamasını derinleştirerek gerçekliğin ontolojisini kaydırmakta; sonuç; gerçeklik algısının gaspı!
Dalaşmayı geçmeyen kavgalar, yakınları tarafından kadim sorunlarla ilişkilendirilerek üretilen retoriklerle parlatılır; "kan bağı"yla çevresinde toplanan 'aile'si, rezilliği/ne, ne olursa olsun, o 'muhteşem' deyimle "sahip çıkar!"
Toplumun kahir ekseriyetini oluşturanların zihin kavrayışları, ufukları, mensubu olduğu büyük/küçük kimlik grubunun dairesi dışına çık(a)madığı için kim olduğunu, sahip çıkacağı ve/veya düşman olacağı kitleyi, grubu da "de facto" belirler. Özgür bir zihinden sorması beklenen "Niye?" sorusu, sıklıkla, sorulmaz. Yalnızlık, yalnızlaşma 0-2 yaş grubundaki bir bebekmişçesine annesine/cemaatine olan bağımlılık, ondan ayrı bir bedene/zihne sahip olmama düşüncesi, kitleleri, koşulsuzca annesine/cemaatine bağlamakta. Gelişiminin henüz oral dönemini yaşayan kitlenin/toplumun ağzına verilen yalancı emzikle yoksunluğunu duyduğu "anne" ikame edilir. Emzik, onu esir alıp bağımlı kılmanın temel aracıdır bir bakıma. O, ihtiyacıyla -ideolojik olarak üretilmiş ve araçsallaştırılmış ihtiyaçla- esir alınır. Bağımlıdır. Kendi değildir. Yuları, başkalarının yani 'büyükleri'nin elindedir. Kendi bakımını kendi karşıla(ya)maz. Telkinlerin/in tutsağıdır. Regresyona hapsedilmiştir. Bu, bir tür "öğrenilmiş çaresizlik" olarak da okunabilir ve/veya değişime olan umutların/ın çalınması. İradesini 'üst'üne delege eden 'özne' sorumluluğu/nu da devreder; böylece olup bitenlerden sorumlu görmez kendini; içi rahattır. "Yargıç-Cellat Diyalektiği"nde vicdanen rahat olanı/nı seçer: cellatlığı.
Devlet ile toplumun özdeşleştirildiği metodolojik hata, esir edilmiş bir zihin dünyasının, kanser hücresiymişçesine, yayılmasına neden olmakta. Toplum, arzu, ihtiyaç, beklenti, inanç vb. anlamda her gün değişmekte; bunları organize edip düzenlemek iddiasındaki devletse, kurumların, artık eşgüdüm içinde çalışmadığı/çalıştırılmadığı hantal bir yapıya sahip. Devlet, kurumsal çözümleriyle, toplumun taleplerine yeterince karşılık veremediği koşulda, biriken psiko-sosyo-politik-ekonomik enerji, o monolitik olduğu kadar masif yapıda çatlaklar oluşturabilecek, yer yer onu parçalayabilecek büyüklükte ya da şiddette olaylar üretebilir. Toplumsal, kitlesel talebin ürettiği basınç, göreli süreliğine bastırılabilir, ertelenebilir ama engellenemez. "Devlet aklı" diye atfedilen kavrayışa yüklenen gücün, bir tür "yanılmazlık" sıfatıyla hareket ettiği iddia edilir. Oysa tarihteki pek çok olay, bunun nasıl bir "yanılmazlık" olduğunu ilk mektebe giden talebeye öğretir gibi öğretmiştir, tabii ki anlayana.
Sözü hiç dolandırmadan, "olgu"nun
hakkını teslim ederek "Kürt Meselesi"nin bir hak ve özgürlük
gaspından kaynaklandığını ifade edelim. "Siyaseten" diye başlayan
retorikleri de bırakalım. Parrhesia'nın bir tür entelektüel sorumluluk
olduğunun bilinciyle de dolandırmadan konuşalım.
Cumhuriyet'in Osmanlı'dan devraldığı sorunlardan biridir ve yeni devlet, tıpkı eskinin yöntemlerini kullanarak sorunla başa çıkmaya çalıştı, çalışıyor ve çalışacağını yüksek sesle her gün ifade etmekte. Sonuç: Her yerde yankılanan iki dilde (Kürtçe-Türkçe) ağıtların fonunda hamaset edebiyatı: Asarız, keseriz, kökünü kazırız, intikamını alacağız, misillemesini yapacağız, misliyle ödeteceğiz... türü tehditler ve her gün daha fazla dolaşıma sokulan "kan davası" retorikleri.
Toplum yalnızca Kürtler'den oluşmuyor. Cumhuriyet adı verilen yönetim, kendi zihnindeki toplum idesini tasarımlayarak inşa etmek adına hareket ederek -çağcıl biçimde- politikaları/nı uygulayarak toplumu oluşturan insanları bir pota içinde eritmeye çalıştı. O potanın içine herkesi, yani bütün kimlik gruplarını attı. Sonuç: Her bileşeninin mağdur edildiği travmatik insanlardan oluşan bir toplum.
AKP'nin 'Yeni Türkiye'si, Erdoğan'ın atalarından (Osmanlı ve Cumhuriyet) öğrendiği paradigmayla, kendi tasarımı olan zihnindeki "ide"yi modernist yöntemlerle hayata geçirme pratiğidir. de; bu nedenle çağcıl değil, çok yerinde bir benzetmeyle "1990 görünümlü 1930 model" bir ucubedir. Bu devlet anlayışı ve yardakçıları, olsa olsa mürteci olabilirler, kelimenin birinci anlamıyla. Bunda ısrar etmeleri, onları daha da bağnazlaştırmakta; bağnazlığın körleşmesini yaşayan kitleye, inanç sosuyla parlatılmış oportünizm enjekte edilince ortaya "subreel" yani kavranması neredeyse olanaksız olan şimdiki tablo çıkmakta. AKP, bütün neo-liberal ekonomi politikalarına rağmen mürtecidir, üstelik kan mürteciliği şizofreniktir; çünkü devletin, toplum mühendisliği yaparak kimlik inşalarının felsefi temelleri 19. y.y'da pratiğinin 'güzel' örnekleriyse 20. y.y'dadır. O tren çoktan kalktı ve tarihin 'başarılı' yöntem çöplüğüne gitti elindeki yüzmilyonlarca insanın kanı ve çalınmış hayatlarıyla.
Zahiri kimi işaretlerden yola çıkılarak hayatı kimi simgeler içine sıkıştırarak yaratılan üniforma, içinin de aynı olduğu yanılsamasına neden olmakta. Verilen desteğin her geçen gün düşmesi, sonun çoktan başladığının işareti olarak yorumlanabilir. Sıkıştığında hamasete başvuran devlet mekanizmasının daha uzun süre top çeviremeyeceğinin aşikar olduğu söylenebilir. Her geçen gün yükselen savaş çığırtkanlıkları, bu açıdan da ele alınabilir.
Cumhuriyet ve kurumlarını dejenere ederek yenisine duyulacak ihtiyacı kadermişçesine kaçınılmaz gösteren AKP ve/veya Erdoğan, bozdukları eskisiyle idare etmek zorunda kalınca, sorunu, kendilerinde ve/veya kendi arkaik yöntemlerinde de aramak yerine 'yeni'sini kurdurmayanlarda görmekteler, göstermekteler. Ucube parti devletinin bütün imkanlarını kullanarak da sorunların/ın müsebbibi olarak tayin ettikleri ve her geçen gün çeşitliliği artan, kitleler için bilindik, ucuz, hamasete batmış, artık kargaların bile gülmediği "Beyaz Türk", "vatan haini", "dış güçler", "şer odakları", "iç/dış mihraklar" vb. retorikler(iy)le saldırmakta. Müptezel iktidar sarhoşlarının çok sevdiği Makyavelist öneriyle hareket ederek başarıya ulaşacaklarını düşünmekteler: Eğer, mevcut yönetim işlemez hale getirilirse, kitleler, yenisini daha kolay kabullenirler.
İlk Gezi'de -daha ilk gün STK'ların, sendikaların, milletvekillerinin, yurtsever yurttaşların, aktivistlerin, çevrecilerin vb. slogan dahi atmadıkları oturma eyleminde basın açıklaması yapılırken polisler kitleye saldırdığı esnada en çok da Taksim metro istasyonunun içine içine sıkılan gazdan sonra, aklıma düştü: Metronun içine biber gazı sık emrini alan polisin "emre itaatsizlik" yaparak "bu emri, vicdanen reddediyorum" demesi; Ağrı'da traktörle bir karakola intihar bombacısı olarak saldırıda bulunan militanın örgütün emrini vicdanen reddedip karakoldaki, kendi kimliğinden değil ama kendi sınıfından olan askerleri kucaklaması; savaştan, kandan beslenen statükonun çatlamasına neden olmaz mıydı? Dağlara operasyon emri alan pilotun, sortide, bombalamak yerine çiçekler atması ya da bombalama emrini vicdanen reddetmesi, neden mümkün olmasın? Ne sıkılan gazlar ne askerlere, polislere yapılan saldırılar ne ordunun attığı bombalar çare oldu barışa, sorunun çözüme ve de hayata! Bu tür eylemler, sorunu, daha da içinden çıkılmaz hale getirmekte. Hangi yöntemi kullanırsak onun esiri oluruz. Bombalayarak, öldürerek barışın getirildiği, yaşamın büyütüldüğü nerde görülmüş; öldürmeye devam ederek "kan davası"nın bittiği? Ölüm getiren bütün eylemler, güvenlikçi politikaları beslemedi mi, ona hizmet etmedi mi, etmiyor mu?
"Umut, en büyük talihtir." der Çinliler, ben de umutluyum. Çünkü savaş yerine barıştan söz edip etmekle kalmayıp geniş tabanlı bir oluşumla bunu eyleme dönüştüren bir girişim var: Barış Bloğu.
Barış Bloğu, bir vaha, serap değil. Sahici. Bir tür test. Test, çünkü barış isteyenlerin dileklerinin retoriğini aşan somutluğu. Kimlik temelli değil. Birlikte yaşamın asgari şartının, temelinin ya da ön koşulunun barış olduğuna inanan, inanmaktan öte, bunu bilen, bilmekten öte, bunu defalarca deneyimleyenlerin oluşturduğu herhangi bir kişi, grup, kimlik grubu vb. ile patronaj ilişkisi olmayan bir girişim.
Hayat akıyor. Debisini kana borçlu olan bu akış, hayatı çoraklaştırmakta. Kuşakların hayatlarını çalmakta, sevgilinin teninden yayılan ateşe teslim olma yaşındaki bedenler, kanın geçici sıcaklığını duyarak toprağa düşmekte ve soğumaya bırakılmakta ebediyete kadar. Hepimizin eli kanlı, kan içerek yudumluyoruz suçumuzu, çayımızı, şerbetimizi, şarabımızı, rakımızı... da!
Bu savaşta iki taraf yok. Taraf tek. O da farklı yerlerden -simetrik değil şüphesiz- bağıran ama aynı makamlardan farklı nicelikte seslenenlerin kandar tarafı. Hizmet ettikleri kandar paradigmayı besleyerek statükoyu güçlendirmekte. Barışın sesini bastırmakta. O halde daha çok çıkarmalıyız barışın sesini. Onlar öldürdükçe daha az ağlamak daha çok barış çağrısı yapmak, "kanları yerde kalmayacak!"la başlayıp cenazelerdeki konuşmalarını kin ve nefret retoriklerine boğan 'apoletli ekabirlere' 'şehit' yakınları çıkıp "Kalsın!" deme cesareti gösterebilseler; operasyona adı verilen 'şehit'in annesi, "Ne hakla yavrum gibi öldürülecek gencecik insanların üzerine atacağınız bombalara benim canımın, evladımın adını veriyorsunuz!" dese.
Statükoyu dilsizleştirip çaresizleştirecek olan bu 'romantik' girişim, barışa giden yolu açabilir. Barış Bloku'nun, yakınlarını kaybedenlere koşup onlara açık çağrı yapması, çaresizlik içinde savaş çığırtkanlığı dışında barışa yer açması bakımından o vakanın büyümesi, düşmanlığın kan dökerek çoraklaştırdığı, çölleştirdiği, vicdanları tozlaştırdığı bugün, bütün toplumun nefes alarak kendine gelmesini sağlayabileceği bir tür çözüm ve/veya ona yol açabilecek cesur bir başlangıç.
Cesaretin öldürmekle, gözükaralıkla özdeşleştirildiği güncel 'kavrayış'ta onun bir erdem olduğunu hatırlatır bize. "Erdem" özü gereği "iyi"dir, iyiyse arzulanan. "Mutlu" bir yaşam, iyilik üzerine inşa edilebilir. Unutulmamalıdır ki savaş çığırtkanları, Türkçe'nin o sert deyimlerinden biriyle söylendiğinde "El şeyiyle gerdeğe girmek"tedirler.
Kuramsal analizlerin ötesinde gün, eylem günüdür. Gün, o silahların önünde canlı kalkan olmak, olabilmek günüdür. Gün, ölenlerin yakınlarının tek ses olup statükoyu çatlatmalarının günüdür. Gün, barışa su verip hayatı beslemenin günüdür. Gün, hayata düşman, kandar emir ve söylemleri vicdanen reddetmek günüdür. Gün, başkasının acısına sevinmek değil, o acıyı iliklerde hissetme günüdür. Ancak aynı acıya, birbirinin acısına ağlayabilenler dost olabilirler ve dostlar savaşmaz; çünkü dostluk "öküzsüz ortaklık"tır. Gün, tarihin, siyasi yapılanmalarla, devletle "öküz"e bağlı ortaklık kuranların devlet kurumunca nasıl derdest edilip 'vatan haini' ilan edilenlerin çöplüğüyle dolu olduğunu hatırlamak günüdür. Gün, oyunu bozmak günüdür. Gün, "Demokrasinin belleği zayıf, Cumhuriyetin güçlüdür." sözünde dile gelen hakikati eyleme dönüştürmek günüdür.
"Dün, dünde kaldı cancağızım.
Şimdi
yeni şeyler söylemek lazım"
Mevlana
V. Metin Bayrak
s