kılık kıyafet yasası üzerine
"faşizm, hukukun
ölçüsüzlüğünden de beslenir."
burada çeşitli filozoflara ve kavramlara
atıf yapılarak konuyu entelektüel bir kafese hapsetmek amaçlanmamakta; aksine
olabildiğince yalın, çıplak, ortada olan bir durumun eskilerin tabiri ile
"malum-u ilam"ı istenmekte.
kılık kıyafete dair milli eğitim
bakanlığı'nın aldığı karar üzerine çeşitli çevreler, kendi meşreplerince
düşüncelerini, eleştirilerini, çekincelerini... dile getirdiler. dikkat çekici
olan, kimsenin bakanlığın aldığı kararın meşruiyetini sorgulamaması. hiç kuşku
yok ki bu, felsefi bir tartışma olur. devletin, hukuku kullanarak hayatın içine
daha fazla sızması ve her geçen gün resmi iktidarın kanser hücresini
andırırcasına kamusal alandan başlayarak özel alanlara da sızması, ne
psikolojik ne siyasi ne felsefi anlamda ihmal edilebilecek bir konu.
burada iki ayrı probleme dikkat çekilmek
istenmekte: birincisi, devletin hukuku ideolojik bir araç olarak kullanıp
hayatın her alanına daha fazla sızması; ikincisi, türkiye'deki 'ılımlı' islamcı
iktidarın liberalizm ve sünni islam kültürünü birleştirme çabaları sonucu hukuk
devleti ilkesinin aşındırılması.
patoloji, iktidarın yaşamın her alanına
"hukuk" denilen devletin ideolojik aygıtını kullanarak sızmasıdır.
iktidar, modern demokrasilerle hayatın daha fazla içine girmeye, onu
dönüştürmeye, onu biçimlendirmeye, sınırlarını belirlemeye... başladı. ilk
bakışta görülebilecek türde bir çelişkidir bir bakıma bu. neden mi? insanı
özgürleştirdiği iddia edilen modern demokrasilerde özne, iktidarın
manipülasyonunda olan hukukla daha fazla sınırlandırılmakta. iktidar, hayatın
her alanını kuşatmakta. pek çok ülkede tartışma konusu olan "kürtaj"
da iktidarların ölçüsüzlüğü 'ölçü' aldığını açıkça göstermekte. "hayat
karmaşıklaşmakta; elimizde hukuk dışında bir araç yok." söylemi, hayatı
koşulsuzca hukuka tahvil etmektir. belki de başka bir "çözüm" ya da
"yol" üretememekte hayat. hukuka felsefi sınırlar çizme vakti geldi.
hoş, kimi entelektüeller insan haklarını bir çerçeve ya da sınır olarak
önermekteler. fakat hukukun siyasi kimliği, iktidarların meşrebince
konjonktürel olarak tahrif edilebiliyor ve tanımlanabiliyor. devlet, hukuk,
iktidar, kuvvetler, demokrasi, piyasa... birleşip bir arapsaçına dönüştürmekte
hukuku ve algısını olanaksızlaştırmakta; uzmanların bile içinde kaybolduğu
dipsiz bir kuyuya dönüşmekte. insanın kaybolduğu bir alanda, kaybolmasına neden
olan şeyin rehberliğine ihtiyaç duyulmakta. işte kaçınılmaz paradoks burada
yatmakta. o halde konuşmak beyhude mi?
türkiye'de şu kırk yıllık ömrümde nereye
bakarsam bakayım "yarımlık"lar görüyorum. bunun son örneği, kılık
kıyafeti serbest kılarken diğer yandan kız öğrencileri tesettüre sokmanın
hukuksal altyapısını da getiren düzenlemede görülmekte. türban ve/veya
tesettür, kişisel olarak beni rahatsız etmiyor; burada takıldığım nokta: demokratik,
laik bir devletin, kendini anayasaya ve hukuka aykırı biçimde belli bir dinin
belli türden bir kavranışına hapsolmasıdır. okullar, ibadet mekanları değildir.
yasa, diğer dinlere mensup öğrencilerin diledikleri biçimde giymelerini
sağlamakta mıdır? din dersi altında islamiyet dışında başka hangi dinlere,
peygamberlere yer verilecek? soruları çoğaltmak olanaklı. niyetler amellerden
bağımsız değildir ya da muhammed peygamberin diliyle söylersek: "ameller,
niyete göredir." önce öğrencilerin, ardından yurttaşların tesettüre
sokulmak istenmesi, siyasi bir proje olarak anlaşılabilirdir. hepimiz, özü
gereği siyasi özneleriz; hayata kendimizce dokunuyoruz ve onun gelecekte
alacağı kimliği şekillendiriyoruz. siyasi ve/veya ılımlı islamcılar'ın da
hayatı ajandalarına göre tesis etmek istemeleri, gayet anlaşılabilir. fakat
sosyal bilimler alanında yapılan çalışmalar, hayatın "toplum
mühendisliği"ne izin vermeyecek denli sonsuz değişkene bağlı olarak
aktığını; ajandasında toplumu belli bir yönde değiştirmek isteyen siyasi
hareketlerin "arkaik" olduğunu göstermekte.
söylenen her söz, yapılan her davranış
hayatın kimliği üzerinde etkilidir. hayat, özneler arası diyalektik üzerinde
yükselmekte. hayata güvenmek gerek ama seyirci olarak değil, oyuncu
kimliğimizin bilincinde olarak.
olup bitenleri analiz etmek, yaşananların
üzerindeki ambalajı sıyırıp çırılçıplak görünür kılmak, yunanların deyimiyle "parrhesia" (doğruyu söylemek, yun.), bir tür entelektüel
anlamda sorumluluk olsa gerek.
V. Metin Bayrak
Levent, İstanbul, Ocak 2013
Levent, İstanbul, Ocak 2013